Quantcast
Channel: Fili tuttuğum yerden bir de ben tarif edeyim...
Viewing all 101 articles
Browse latest View live

El ve Ayaklar İçin Yoğun Nemlendirme Nasıl Yapılır?

$
0
0




El ve ayaklarınız için kullanmak üzere şu yağlardan birini veya birkaçının karışımını evin değişik yerlerinde bulundurmalısınız (Küvet yanında, mutfak ve banyo lavabosu yanında, yatak odasında vs.):
 
Zeytinyağı
Vitamin E Yağı
Badem Yağı
Ayçiçek Yağı
 
  1. Bir kaba ılık su doldurup ellerinizi/ayaklarınızı içine sokun. Tırnak etleriniz yumuşayıncaya kadar suda tutmaya devam edin. Ortalama 15 ila 30 dakika arasında sürecektir. Eğer kendinize ayıracağınız 30 dakikanız varsa, bu süreyi sonuna kadar kullanın :) Ilık suyun içine saç veya vücut şampuanı dökerek el ve/veya ayaklarınıza köpük banyosu da yaptırabilirsiniz :)
  2. Seçtiğiniz yağı veya yağ karışımını bir tavada veya mikrodalga fırında ılıklaştırın. Çok sıcak olmasın ki cildinizi yakmasın. Yağı ısıtmak hem yağın içindeki asiti uçurur hem de sıcak yağı cilt daha kolay emer. Örneğin zeytinyağını koyduğunuz tavanın içine bir dilim ekmek koyun. Ekmeğin rengi döndüğünde tavanın altını kapatabilirsiniz.
  3. El ve/veya ayaklarınızı ılık yağın içine batırın ve yağ soğuyuncaya kadar bekleyin.
  4. Yağı parmaklarınıza, ellerinize/ayaklarınıza, tırnak ve tırnak etlerinize masaj yaparak yedirin.
  5. Fazla yağı kuru bir havluyla alın ya da ellerinizi akan suda yıkayın.
  6. Nemlenmiş el ve ayaklarınızın keyfini çıkarın :)
 
Üzerinde değişiklikler yapılmış çeviridir. Orijinal metin için bkz.:  http://www.flylady.net/d/br/author/dana/
 

 
 

Sistem Karşıtı Olmak Ne Demektir? "Kutsal Ekonomi"

$
0
0


Ben sistem karşıtıyım...
Bu cümleyi kurar kurmaz, karşımdakinin yüz ifadesi genellikle değişir. Anladığım kadarıyla "sistem karşıtı" olmak anarşist, komünist vb bir takım -izm'lerle veya vatan millet, devlet ve hatta daha da spesifikleştirilerek hükümet düşmanı olmak gibi anlaşılıyor. Benim de kendime göre bir siyasal ve dünya görüşüm var elbette. Ama tüm zamanlarda, tüm insanlık için mutlak tek bir doğru olduğuna inanmadığımdan ve değişik fikirlerin bir arada olmasının en sağlıklısı olduğunu gördüğümden, kendi siyasal düşüncemden pek bahsetmem; benim düşüncem doğrudur, sizinki yanlıştır iddiasında bulunmam. Ancak sistemin bozuk olduğu konusunda son derece iddialıyım. Gel gör ki kastımı anlatmaktan acizim...Baktım ki derdimi anlatamıyorum, ben de uzun süredir "sisteme karşıyım" cümlesini kurmuyordum. Ama okuduğum bir kitapta, bir ekonomik meselle karşılaştım ki bundan daha yalın ifade edilemezdi anlatmak istediklerim. Bu meseli paylaşmak istiyorum.
Meseli yukarıda gördüğünüz kitaptan olduğu gibi aktarıyorum. Kitabı aşağı yukarı altı aydır okuyorum desem yalan olmaz, hala yarısına gelmeyi bile başaramadım. Gerçekten dolu bir kitap, yavaş yavaş özümseyebiliyorum okuduklarımı... Bahsi geçen mesel kitabın 93 ila  96'ıncı sayfaları arasında,  kitabın yazarı da başkasından alıntılayıp daha da geliştirmiş hikayeyi. Kitabın yazarı Charles Eisenstein bu meseli, sıra dışı bir ekonomi vizyoncusu olan Bernard Lietaer'in The Future of Money isimli kitabından alıntılamış. Meselde faize dayalı para sisteminden doğan ve sürekli büyümeye dayalı ekonomik sistemin dünyayı ve insanlığı getirdiği yer çok net betimlenmiş. Bu meseli okuduktan sonra bir ekonomist ya da Başbakan çıkıp da "Bu sene bu kadar büyüdük, ekonomimize şu kadar para girdi, gayri safi milli hasılamız bilmem ne kadar arttı" dediğinde, dönüp cebine bakıp "Nerede arkadaş bu kadar para? Ve neden ben bu kadar zenginleşmiş bir ülkede dünden daha kötü koşullarda (pis hava, su, toprak, zehirli yiyecekler vs vs) yaşamak zorunda kalıyorum?" diye sormayı akıl eden birine, ayrıntılı açıklama yapabilirim belki ve göğsümü gere gere "Ben bu sisteme karşıyım arkadaş!" diyebilirim. İşte kıssadan hisse hikaye:



On Birinci Halka (The Eleventh Round)

Not: Meseldeki "tavuk" kelimesinin karşılığını "mal ve hizmetler" olarak okuyabilirsiniz.

Bir zamanlar, taşradaki küçük bir köyde insanlar tüm işlerini takasla yaparlardı. Her pazar günü yanlarında tavuklar, yumurtalar, jambonlar ve ekmeklerle etrafta dolaşıp, ihtiyaç duydukları şeylerin değiş tokuşu için uzun uzun pazarlık ederlerdi. Yılın, hasat ya da bir fırtınadan sonra aralarından birinin ahırnını büyük bir onarıma ihtiyaç duyması gibi önemli dönemlerinde, eski ülkelerinden getirmiş oldukları, birbirlerine yardım etme geleneğini hatırlarlardı. Günün birinde kendilerinin bir sorunu olduğunda başkalarının da onlara yardım edeceğini bilirlerdi.

Bir pazar gününde, parlak siyah ayakkabıları ve şık beyaz şapkasıyla bir yabancı gelip, tüm bu süreci müstehzi bir gülümsemeyle seyretti. Çiftçilerden birini büyük bir jambon karşılığında değiş tokuş etmek istediği altı tavuğu yakalamak için koştururken gördüğünde kendini gülmekten alamadı. "Zavallılar", dedi, "ne kadar ilkeller". Çiftçinin karısı onu duyup meydan okudu: "Tavuklarla daha iyi başa çıkabileceğini mi sanıyorsun?". "Tavuklarla hayır," diye yanıt verdi yabancı. "Ama tüm bu dalaşı ortadan kaldırmanın daha iyi yolları var.". "Öyle mi, neymiş o?" diye sordu kadın. "Şuradaki ağacı görüyor musun?" dedi yabancı. "Orada aranızdan birinin büyük bir sığır derisi getirmesini bekleyeceğim. Sonra her aile bana gelsin. Bu daha iyi yolu açıklayacağım."

Ve işte böyle oldu. Sığır derisini alıp kusursuz deri halkalar kesti ve her halkanın üzerime şık ve zarif küçük bir damga vurdu. Sonra her aileye 10 halka verdi ve bunların her birinin bir tavuğun değerini temsil ettiğini söyledi. "Artık ticaretinizi ve pazarlığınızı baş belası tavuklar yerine bu halkalarla yapabilirsiniz", diye açıkladı.

 Mantıklı görünüyordu. Parlak ayakkabılı, hoş şapkalı adam herkesi etkilemişti.

Ailelerin hepsinin kendi halkalarını almalarını bekledikten sonra, "Ah, aklıma gelmişken", diye ekledi, "bir yıl sonra geri gelip aynı ağacın altına oturacağım. Her birinizin bana 11 halka geri vermenizi istiyorum. Bu 11. halka, yaşamlarınızda mümkün kıldığım teknolojik gelişim için hissettiğiniz takdirin simgesi olacak.". Altı tavuklu çiftçi, "Ama 11. halka nereden gelecek?" diye sordu. Yüzünde yatıştırıcı bir gülümsemeyle, "Göreceksiniz", dedi adam.

Ertesi yıl boyunca nüfusun ve yıllık üretimin tam olarak aynı kaldığı varsayılırsa, ne olacağını düşünüyorsunuz? 11. halkanın hiç yaratılmamış olduğunu unutmayın. Dolayısıyla, işin sonunda, herkes işlerini gayet iyi yürütse bile, diğer 10 ailenin 11. halkayı bulabilmesi için her 11 aileden birinin tüm halkalarını kaybetmesi gerekecek.

Böylece bir fırtına ailelerden birinin ekinlerini tehdit  ettiğinde, insanlar felaket gelmeden önce hasadın ılyardım etmeye zamanlarını ayırmakta eskisi kadar cömert davranmadılar. Pazarda tavukların yerine halkaların değiş tokuş edilmesi çok daha kolaydı gerçi, ama yeni oyunun köyde geleneksel olan kendiliğinden iş birliğini kösteklemek gibi istenmedik yan etkisi olmuştu. Yeni para oyunu bunun yerine, tüm katılımcılar arasında sistemsel bir rekabet havası yaratmaktaydı.

Bu mesel, faiz yüzünden rekabet, emniyetsizlik ve açgözlülüğün ekonomimize nasıl işlediğini göstermeye başlıyor. Yaşamın gereksinimleri faizli paraya dayandığı sürece bunlar hiçbir zaman ortadan kaldırılamazlar. Ama şimdi öyküye devam ederek, faizin aynı zamanda nasıl sonsuz bir ekonomik büyüme baskısı yarattığını görelim.

Lietaer'ın öyküsü temelde üç şekilde sona erebilir:
  1. Borcun ödenememesi,
  2. Para arzında artış ya da
  3. Servetin yeniden dağıtılması.
On bir aileden biri iflas edip çiftliğini şapkalı adama (banker) teslim edebilir ya da başka bir sığır derisi bulup daha fazla değer birimi üretilebilir ya da köylüler bankeri katrana bulayıp, halkaları geri ödemeyi reddedebilirler. Tefeciliğe dayalı bir ekonomi de aynı seçeneklerle karşı karşıyadır.
Şimdi köylülerin şapkalı adamın etrafına toplanıp şöyle dediklerini hayal edelim: "Bayım, kimsenin iflas etmesine gerek kalmasın diye bize fazladan halka verebilir misiniz lütfen?"
Adam, "Olur, ama yalnızca geri ödeyebileceğine beni temin edenlere veririm.", der. "Her halka bir tavuk değerinde olduğuna göre, bana borçlu oldukları halka sayısından fazla tavuğu olanlara borç olarak yeni halkalar vereceğim. Böylece, halkaları geri ödemezlerse onların yerine tavuklarına el koyabilirim. Ah, bir de çok iyi bir insan olduğumdan, gelecekte daha fazla tavuk üreteceklerine beni inandırabilirlerse, şu anda fazladan tavuğu olmayanlar için bile yeni halkalar yaratırım. Yani, bana iş planınızı gösterin! Güvenilir olduğunuzu gösterim (köylülerden biri size bu konuda yardım etmek için "kredi raporları" hazırlayabilir). %10 oranıyla borç vereceğim - akıllı bir tavuk yetiştiricisiyseniz her yıl tavuk sürünüzü %20 büyütebilir, bana borcunuzu ödeyebilir ve kendiniz de zenginleşebilirsiniz." (İşte bu faiz nedeniyle, herhangi bir zamanda borçlu olunan para, mevcut para miktarından fazladır. Devlet 10 birim para basar ve parayı halka, 11 birim olarak geri ödemesi şartıyla dağıtır. Dolayısıyla halkta esasen 10 birim para varken, 11 birim para borçlanılmaktadır.)

Köylüler, "İyi görünüyor, ama yeni halkaları %10 faizle yaratacağınıza göre, yine de sonunda size geri ödeme yapmak için yeterli halka olmayacak", derler.

"Bu sorun olmaz", der adam. "Zamanı geldiğinde daha fazla halka yaratacağım ve bunların vadesi geldiğinde de yine daha fazla yaratacağım. Yeni halkalar yaratıp borç vermeyi her zaman isteyeceğim. Daha fazla tavuk üretmeniz gerekecek elbette, ama tavuk üretimini arttırmayı sürdürdüğünüz sürece soru olmayacak."

Bir çocuk yanına gelip, "Özür dilerim, bayım, ailem hasta ve yiyecek almak için yeterince halkamız yok. Bana yeni halkalar verebilir misiniz?" der.

"Kusura bakma, ama bunu yapamam", der adam. "Görüyorsun ya, yalnızca bana geri ödeme yapabilecek olanlar için halka yaratıyorum. Ailenin teminat gösterebileceği tavukları varsa ya da biraz fazla çalışarak daha fazla tavuk üretebileceğini kanıtlayabilirsen sana halka vermekten mutluluk duyarım."

Birkaç talihsiz istisna hariç, sistem bir süreliğine gayet iyi işledi. Köylüler tavuk sürülerini, şapkalı adama geri ödeme yapmak için ihtiyaç duydukları fazladan halkaları elde edecek kadar hızlı büyüttüler. Aralarından bazıları -talihsizlik ya da beceriksizlik gibi- herhangi bir nedenden ötürü gerçekten iflas ettiler ve daha talihli, daha becerikli komşuları çiftliklerini devralıp onları da iş gücü olarak işe aldılar. Ama genel olarak bakıldığında tavuk sürüleri para arzıyla birlikte yılda %10 büyüdü. Köy ve tavuk sürüleri öylesine büyümüştü ki, şapkalı adama onun gibi pek çok adam daha katıldı ve hiç durmadan yeni halkalar kesip, daha fazla tavuk yetiştirmek için iyi bir planı olan herkese dağıttılar.

Zaman zaman sorunlar yaşandığı oldu. Öncelikle, bu kadar tavuğa (esasen mal ve hizmete) kimsenin ihtiyaç duymadığı ortaya çıktı (Bir insanın gerçekte kaç tane elbiseye ihtiyacı vardır?). Çocuklar "Yumurtadan bıktık", diye sızlandılar. Ev kadınları, "Artık evdeki her odada tavuk tüyü yatak var", diye yakındılar. Köylüler tavuk ürünlerinin tüketimini arttırabilmek için her yola başvurdular (Örneğin elbise tüketimini arttırabilmek için modayı yarattılar.). Her ay yeni bir tavuk tüyü yatak ve onları saklayabilmek için daha büyük evler almak, tavuklarla dolu avlular yaptırmak moda oldu (Şaşırtıcı olmayacak bir şekilde tavuklar, yani mal ve hizmetler değersizleşti. Artık bozulanı atıyoruz, çünkü zaten yeterince fazla var, tamirle "uğraşmaya" gerek yok.). Öteki köylerle çatışmalar çıktı ve bunlar yumurta savaşlarıyla çözüldü. Şapkalı adamın kayınbiraderi olan belediye başkanı, "Daha fazla tavuk talebi yaratmalıyız", diye bağırıyordu. "Böylece hepimiz zenginleşmeyi sürdüreceğiz." (Tavukların sayısı arttıkça, insanların tavuklara hizmet etmek zorunda kalacakları da aşikar. Bir süre sonra o mal ve hizmetlere, biz hizmetçi oluyoruz. Daha büyük bir ev alabilmek için kredi borcuna giriyor, evlerimizi temizletebilmek için başka hizmetlilere ücret ödemek zorunda kalıyor, onların ücretlerini ödeyebilmek için daha çok çalışıyor, çalıştığımız için çocuklarımıza bakmaları için başka hizmetçiler tutuyoruz. Çocuklarımıza aldığımız oyuncakları toplu tutabilmek için bile ayrı bir hizmetli gerekiyor neredeyse. Tüm bunları karşılayabilmek için daha da fazla çalışıyoruz. Hem biz, hem de çocuklarımız yalnız ve izole hayatlar yaşamaya başlıyoruz. Bu yalnızlığımızı sonlandırabilmek için yapay yollara başvuruyor, bu yollar için de ayrıca para ödemek zorunda kalıyoruz. Kısır döngü...)

Bir gün köyün yaşlılarından biri, bir sorun daha fark etti. Köyü çevreleyen tarlalar bir zamanlar yeşil ve bereketliyken artık kahverengi ve pisti. Tüm bitkiler tavukları besleyecek tahılın yetiştirilmesi için sökülmüştü (İstanbul'un çevresindeki yeşil alanlar ile tarım alanları, içlerindeki tüm canlılar ile birlikte, yeni otoyollar ve lüks siteler yapılmak üzere kesiliyor, yok ediliyor.). Bir zamanlar balıkların kaynaştığı göletler ile dereler artık tavuk dışkısıyla (ya da endüstriyel atıklarla) dolu, pis kokulu lağım çukurlarına dönüşmüştü. Yaşlı kadın, "Bu durum sonra ermeli!" dedi. "Tavuk sürülerimizi büyütmeyi sürdürürsek çok geçmeden tavuk bokunda boğulacağız!"

Şapkalı adam onu bir kenara çekip yatıştırıcı bir ses tonuyla, "Merak etme, yolun ilerisinde bereketli tarlaları olan başka bir köy var", dedi. "Köyümüzün erkekleri tavuk üretim için onlarla anlaşmayı planlıyorlar (Neden yabancı ülkelerin şirketlerinin, bizim ülkemize gelip fabrika, tesis vs kurduğunu düşünüyorsunuz? Bizim ülkemizin halkına istihdam sağlamak için mi?). Kabul etmezlerse de... eh, bizim sayımız onlardan fazla (ABD, Irak'a demokrasi getirmek için mi girmişti?). Zaten büyümeye son verme konusunda ciddi olamazsın. Aksi takdirde komşuların borçlarını nasıl ödeyecekler? Ben nasıl yeni halkalar yaratabileceğim? Ben bile iflas ederim."

Ve böylece, birer birer tüm köylüler, aslında kimsenin ihtiyaç duymadığı devasa tavuk sürülerini saran pis kokulu lağım çukurlarına dönüştü ve büyümenin birkaç yıl daha sürdürülebilmesini sağlayacak, geriye kalmış az sayıdaki yeşil alan için birbirleriyle savaştılar (İstanbul halkının üçüncü köprü ve "Çılgın Projeler"e karşı, yani büyümeye karşılık doğasını kurban etmemeye yönelik direnişini neden desteklediğimi daha iyi açıklayamazdım sanırım. Mesela bir bankaya gidip, "Bu ormanı kesilmekten kurtarmak üzere satın almak için 1 milyon lira kredi istiyorum", dediğinizi varsayalım. "Bu şekilde ormandan bir gelir elde edemeyeceğim, dolayısıyla size faiz ödeyemeyeceğim. Ama parayı geri almanız gerekirse ormanı satabilir ve bir milyon doları size ödeyebilirim.". Ne yazık ki bankacı, yüreği evet demek istese bile, teklifinizi reddetmek zorunda kalacaktır. Ama bankaya gidip, "Bu ormanı satın almak, buldozer kiralamak, tüm ağaçları kesmek ve keresteyi toplam iki milyona satmak için bir milyon dolar rica ediyorum. Bu 2 milyon dolardan size %12 faiz ödeyeceğim ve birazcık da ben kâr edeceğim", derseniz, bankacı teklifinizi kabul edecektir. İlk örnekte hiçbir yeni mal ve hizmet yaratılmayacağından, para verilmez. Para, yeni mal ve hizmet yaratanlara gider. Yani Çılgın Projeleri durdurmak için, projenin olası getirisinden fazla paranız yoksa, projeleri durdurmanız imkansızlaşıyor.). Ancak ellerinden geleni yapmalarına rağmen büyüme hızı düşmeye başlamıştı. Büyüme yavaşladıkça gelire oranla borç artmaya başladı ve köylülerin pek çoğu ellerindeki halkaların tümünü yalnızca şapkalı adama borçlarını ödemek için kullanır oldular (Kredi kartı borçlarını ödeyebilmek için sürekli borç yapılandırmasına giden, yani bir bankadan daha yüksek faizli aldığı borç ile diğer bankadaki borcunu kapatarak, sürekli borç ödeyerek yaşayan insanların sayısı benim etrafımda bile oldukça fazla.). Aralarından pek çoğu iflas etti ve şapkalı adama karşı yükümlülüklerini kendileri de güçlükle karşılayabilen işverenler için ancak geçinmeye yetecek ücretlerle  çalışmak zorunda kaldılar (Bu durumda çalışmak artık eğlence veya üretmek amacının dışında, borç ödemeye yönelik bir tür köleliğe dönüyor. Dünyanın en büyük şirketinin CEO'su bile olsanız, en fazla pranganızın zinciri diğer kölelerden biraz daha uzun oluyor... Teknolojik gelişmeler hariç bilimin hiçbir türünde ilerleme sağlanamamasının nedeni de bu olsa gerek. Einstein'in kazandığı Nobel Ödülü ile karısına ve oğluna olan nafaka borcunu ödediğini biliyor muydunuz?.). Tavuk ürünlerini satın alabilecek insan sayısı giderek azaldı ve bu da talebin ve büyümenin sürdürülebilmesini iyice zorlaştırdı. Çevreyi mahveden bu aşırı tavuk bolluğunun ortasında, yaşamak için gerekli olanları zorlukla elde edebilen insanların sayısı giderek arttı ve bu da bolluk içinde kıtlık paradoksunu yarattı.

İşte günümüzde durum böyledir.

Ve şunu da eklemek istiyorum ki, o beyaz şapkalı adam bir tür şeytan değil. O adam, sen ve beniz. Yani herkes kukla, ama kuklacılar yok... Kendi kurduğumuz sistemin kısır döngüsünde eriyoruz ve bireysel kurtuluş ne yazık ki mümkün değil...

Talaylar Restaurant - Antalya, Kaş, Ağullu Köyü

$
0
0


Kaş'ta en sık gittiğimiz restoranlardan biri, Kaş-Antalya yolu üzerindeki Ağullu Köyü'ndeki Talay Restaurant. Kaş'ta kışın açık restoran azdır, burası yaz kış açık bir aile restoranı. Mutfaklarının kapıları her daim açık, taş fırınları da ortada. Lahmacun ve pidelerini tavsiye ederim.

Sebzeli pide pek sevmem ama buranın sebzeli pidesini özellikle tavsiye ediyorum.
İçindekiler: Domates, biber ve mantar.
Lahmacunları kızımın favorisi. Bazen sabah gözünü açar açmaz "Lahmacuncuya gidelim" diyor :)
Fırında kaşarlı mantarı da sade ve çok lezzetli, mantar sevenler için.
Köftelerini ne yazık ki tavsiye edemiyorum, bir defa denedik, fazla kuru ve sert bulduk. Ama eğer varsa aynı şekilde pişmiş kanadı daha lezzetli, denenebilir.
Lahmacunun yanında her zaman bu üçlü geliyor. Salata yazın bol domatesli, kışın bol kırmızı lahanalı. Sol arkadaki kırmızı domatesli meze acılı ama tadı bir harika. Sol arkadaki naneli süzme yoğurt, son derece ekşi ama ben bayılıyorum.
Gittiğiniz mevsime göre ekstra mezeler de çıkabiliyor. Turşu ve yeşil zeytin de diğerleri gibi kendi yapımları.
Ağullu Köyü'nün suyu meşhur. Buz gibi kaynak suyu bu maşrapalarla geliyor önünüze ve suya para almıyorlar elbette. Yaz günü buz gibi kaynak suyu harika oluyor. Eğer açık ayran talep ederseniz, onlar da böyle maşrapada geliyor. Süzme yoğurttan yapıldığı için ayranları çok ekşi, ben bayılıyorum ama kızım içemiyor.
Kışın giderseniz restoranın içi böyle. Şık değil ama sıcak ve temiz bir ortam. Arkadaki boru da soba borusu, kışın sobada ısınabilirsiniz. Lahmacuncu abisi lahmacunu yaparken, kızım da sandalyeye çıkıp onu seyretmeye bayılıyor. İçeride bir de televizyon var ama kızım oradayken ekrana baktığını görmedim hiç, fırını ve mutfağa girip çıkanları izlemek daha cazip geliyor
Dışarının genel fotoğrafını çekmemişim. Harika bir bahçesi var. Özellikle arka taraftaki bahçeyi görmenizi tavsiye ederim. Çeşit çeşit ağaçlar, tavuklar vs. Bahçede köşkler var, yerden yüksek ahşap yerler. Minderlere yani yere oturuyorsunuz ve yer sofrasında yemek yiyorsunuz. Eğer yere oturmam diyorsanız masaları da var. Ama bizim kız köşkte yemeye bayılıyor. Kendisini o sedirden bu sedire atıp duruyor. Bu fotoğrafta da geçen sene kedi yavrularını lahmacunu ile beslerken görülüyor :)

Restoranın bahçesinin üstü asmalarla çevrili. Ağullu Köyü zaten rakım olarak yüksekte kaldığından Kaş'ın merkezinden 7-8 derece daha soğuk oluyor, bir de asmalar serinlik yapınca Kaş'ın sıcağından sonra cennet gibi geliyor. Meyveleri de öyle lezzetli ki, ben genellikle pide gelmeden üzümle doymuş oluyorum. Eğer mevsimini yakalayabilirseniz ön bahçede bir de dut ağacı var ki meyvesi inanılmaz tatlı.

Geçen sene yani 3 yaşındayken bir bütün lahmacunu, arasına salata koydurup yiyordu bizim kız.

Bu sene 4 yaşında Ömer Amca, merdanesini kızıma teslim etti. Kızım da lahmacun yaptı, büyüyünce yemekçi olmak istiyor.
Ortadaki küçük lahmacunu kızım yaptı.

Sonra da kendi yaptığı lahmacunu şapırdana şapırdana yedi.

Restoranın ön tarafında bir de gözleme yeri açtılar bu sene. Yazın restoranda gözleme yiyebilir ya da köy kahvaltısı yapabilirsiniz.

Restoranın fiyatları çok uygun, özellikle eğer büyük şehirden geliyorsanız, iki tane lahmacunun yanında gelen onca mezeyi tadınca ödediğiniz para gözünüze az görünüp ayrıca bol bahşiş bırakma isteği duyabilirsiniz.

Talaylar Kaş-Antalya yolu üzerinde olduğundan arabayla yolculuk yaparken de uğrayabilirsiniz. Önünde park edecek alan mevcut.

Kaş'tan Ağullu Köyü'ne minibüs de kalkıyor. Köy, Kaş merkezden arabayla 10 dakika mesafede.

Gitmeden aramak isterseniz:
0 242 839 55 19 ve 0539 850 33 77 numaralı telefonlardan ulaşabilirsiniz.

Kaynayan Sütün Taşması Nasıl Önlenir? Sütü Kaynatmak Gerekli Midir?

$
0
0



Sadece çiğ süt kullanıyorum. Sütü ocağın üstüne koyup da işe dalınca her seferinde taşırıyordum. Tencerenin ağzına yağ sür filan dediler ama ona da üşeniyordum. Sonunda tam bana göre bir yöntem buldum:
Porselen bir Türk kahvesi fincanının tabağını sütü kaynattığım tencereye koyuyorum. Süt kaynamaya başlayınca tabak da tencerenin dibine vurarak tıkırdamaya başlıyor, sütün kaynadığını haber veriyor. Ayrıca tabak, sütün içinde bir hava koridoru oluşturduğundan taşmasını da engelliyor.
Yalnız tabağın tencerenin dibine yapışmaması lazım. Bu nedenle önce sütü tencereye döküp, sonra altını yakıp tabağı öyle atın tencereye. Hatta bir kere de karıştırmakta fayda var. Eğer tencerenin dibi sıcakken tabağı atarsanız da tabak dibe yapışırsa sütün taşmasını engelleyemiyor.
Bu yöntem sayesinde sütün başında beklemekten kurtuldum, çok mutluyum.
Bu arada geniş bir kesimce doğru kabul edilen bir yanlışı da belirtmeden edemeyeceğim: Pastörizasyon işlemi için yani sütün içindeki bakterilerin öldürülmesi için sütün kaynatılması gerektiği bilgisi yanlıştır. Kaynatmak bakterileri fazladan öldürmeyeceği gibi sütte tat ve bir takım faydalı içeriklerin de kaybına yol açar.
(UHT yöntemi ile süt sterilizasyonunda süt 2 ila 6 saniye arasında 134-150 °C'de ısıtılır.)

Soldaki süt çiğ olarak alınıp evde pastörize edilmiş, sağdaki ise şişe pastörize süt. Şişelenmeden önce yağı alındığı çin sağdaki süt daha beyaz, soldaki ise yağlı ve sarı.

Bir alıntı yapayım:
Pastörize Süt nedir?

Sütün 63-66 ˚C’de 10 dakika veya 72-75 ˚C’de 30 saniye veya 85 ˚C’de 5-10 saniye (hijyenik şartlar gerektiriyorsa süre 1 dakikaya kadar uzatılabilir) ısıl işlem görmesinden sonra derhal 10 ˚C’nin altına (buzdolabı sıcaklığında) soğutulmasıdır.

Pastörizasyon ile şu yararlar sağlanır;
•Hastalık etkeni bakterilerin tamamı yok edilir. Böylece insana sütle geçen hastalıklar tamamen ortadan kalkar.
•Hastalık etkeni olmayan bakterilerin sayısı da çok düşük düzeye indirilir (% 99’u ölür)
•Süt ısıtılıp soğutulduğu için dayanma süresi (raf ömrü) uzar.
•Pastörizasyonla B grubu vitaminlerinde % 5-10 ve C vitamininde % 10-20 oranında kayıp olabilir. Bu kayıp diğer içme sütü çeşitlerine göre çok düşüktür. İçme sütünün kalitesi bakımından ısıl işlem yöntemleri karşılaştırıldığında, çiğ sütün direkt tüketilemediği kabul edildiğine göre, insan beslenmesi ve sağlığına en yararlısı ve mükemmelinin pastörize süt olduğu söylenebilir.
•Süt serum proteinlerindeki %5-10 oranındaki denatürasyon sindirim açısından yararlı bir işlemdir. Midede olması gereken ön sindirim daha süt vücuda alınmadan gerçekleşmiş olmaktadır.
•Lisin amino asidindeki kayıp kaynamış sütte %6, UHT sütte %4.5 iken pastörize sütte %1.5’dir. Lisin kaybı en az olan süt pastörize süttür.
•Süt yağının homojenize edilmesiyle (ince zerrecikler halinde dağılmasıyla) pastörize sütün tadı daha beğenilir hale gelmektedir.
•Süt proteinlerindeki lisinin amino grupları ile laktozun karbonil grupları arasındaki maillard reaksiyonu sonucunda diğer sütlerin renginde esmerleşme görülebilir. Pastörize süt doğal beyaz rengindedir. Çocukların, yetişkinlerin iştahını arttırır.
•Diğer süt çeşitlerinde süt şekeri 100˚C’nin üzerinde proteinlerle pişmiş tad -Laktoglobulinin yapısındaki S ihtiva eden amino asitlerin parçalanarak SH(gruplarının serbest hale gelmesi) oluşturabilir. Pastörize sütte kesinlikle bu durum söz konusu değildir. Uygulanan sıcaklık yüksek olmadığı için pastörize sütün tadı çok hoştur.
•Süt yağı ve mineral maddeler pastörizasyonla etkilenmez.
•Çiğ süte kıyasla pastörize süt ile verimlilikte, enfeksiyonlara karşı koyma, kan yapımı ve çocukların gelişmesinde herhangi bir fark bulunmadığı araştırmalar sonucu ortaya çıkarılmıştır.
•Pastörize süt ısıtmaya gerek kalmadan her yerde güvenle içilebilir.

Bütün bu üstünlükleri nedeniyle sütten yararlanmanın en iyi yolu pastörize (günlük süt) olarak içilmesidir.
Pastörize süt tüketilirken şu hususlara dikkat edilmelidir;
•Pastörize süt kesinlikle kaynatılmamalıdır. Aksi halde besin değerinde ve lezzetinde kayıplar olmaktadır.
•Raf ömrü içerisinde (son kullanma tarihine dikkat !) tüketilmelidir.
•Tüketilene kadar 10 ˚C’nin altında muhafaza edilmelidir (buz dolabında)
•Pastörize sütü buzdolabına koymayan marketten süt satın alınmamalı.
•Pastörize süt uzun ömürlü (UHT) kutu sütleriyle aynı süt olarak görülmemeli.

Hava Basıncı Deneyi - Saç Kurutma Makinesi ve Pinpon Topu

$
0
0
 
 
 
Hava basıncını keşfetmenin en eğlenceli yolu:
 
  • Saç kurutma (fön) makinesi (tercihen soğuk hava verebilenlerinden)
  • Bir pinpon (ping pong - masa tenisi) topu
Eğer biraz daha fazla kahkaha istiyorsanız ayrıca:
  • Boş bir tuvalet kağıdı rulosu
 
Deney nasıl yapılıyor?
  • Saç kurutma makinesinin soğuk hava bölümü varsa en yüksek ayara getirin, soğuk hava bölümü yoksa plastik pinpon topunu yakmayacak olası en yüksek ayara getirin ve makinein ağzını tavana doğru döndürün.
  • Pinpon topunu hafifçe makinenin ağzından çıkan hava akımına yerleştirin. Pinpon topunun düşmeden, sağa sola gitmeden makinenin ağzından çıkan havada uçtuğunu göreceksiniz.
  • Saç kurutma makinesi elinizdeyken yavaş yavaş yürüyün, makineyi sağa sola eğin ya da makineyi sallayın ve bu sırada topun durumunu gözleyin.
  • Biraz daha eğlence istiyorsanız boş bir tuvalet kağıdı rulosunu sanki topu içine sokmak istiyormuş gibi, yavaş yavaş topun üstüne doğru getirin, bakalım ne oluyor? :) Bu durumu fotoğraflayamadım çünkü çok ani gelişiyor her şey, video çekmek gerekiyor :)



 
Bu deney ile ne öğrendik?
 
Havayı kullanarak pinpon topunu kaldırıyoruz. Pinpon topunu havalandırmak için hava basıncı denen kuvveti kullanıyoruz. Kısaca, bir şeyin başka bir şeyi itmesine, itmek için uyguladığı kuvvete basınç denir. Örneğin üzümü sıktığınız zaman, üzüm üzerinde kaldırabileceğinden fazla basınç uyguluyorsunuz demektir. Biz onu göremiyor olsak bile hava da etrafımızdaki her şeyi iter ve sıkıştırır, ki buna bizim kendi vücudumuz da dahildir. Biz havanın bu etkisini nadiren fark ederiz, çünkü hem bu basınca alışığızdır hem de vücudumuz bu basınca karşı dirençlidir. Araba lastikleri, uçaklar ve yelkenliler gibi şeyler hava basıncının itmesi ile çalışırlar.
 
Bu deney ile gördüğümüz şeye Bernoulli ilkesi denmektedir. Bernoulli isimli İsviçreli bir bilim adamı (hep bu İsviçreli bilim adamlarının başının altından çıkıyor zaten her şey), bu nesnelerin nasıl çalıştıklarını merak etti ve bu etkiyi 250 yıl önce keşfetti. Bu bilim adamı şunu keşfetti: Hava bir şeyin yüzeyinden ne kadar hızlı geçerse, o şeyi o kadar az iter (yani hava basıncı daha düşük olur). Saç kurutma makinesinin yarattığı hava akımına pinpon topunu yerleştirdiğinizde havayı, topun etrafından akması ve düşük basınçlı bir alan oluşturması için zorluyorsunuz. Hava akımını çevreleyen hareketsiz havanın ise daha fazla basıncı vardır ve topu, akımın içinde durması için iter.
 
Hava akımının içine boş tuvalet kağıdı rulosunu yerleştirdiğinizde ise hava, tünel içine yani daha küçük bir alana sokulduğundan daha hızlı hareket eder. Rulonun yani tüpün içindeki hava basıncı, pinpon topunu çevreleyen havadan daha düşük hale gelir ve top, tüpün içine doğru emilir.
 
Deneyi devam ettirmek ister misiniz?
  • Daha uzun, daha kısa, daha dar, daha geniş tüpleri deneyin (kağıt havlu rulosu olabilir)
  • Hava akımında uçurabileceğiniz başka nesneleri deneyin, örneğin küçük bir balon olabilir.
  • Hava akımında iki veya daha fazla topu uçurmayı deneyin. Bir seferinde en fazla kaç tanesini uçurabiliyorsunuz? Toplar birden fazla olduklarında hava akımında nasıl davranıyorlar?
Ya da Huni Deneyi'ni deneyebilirsiniz:
  • Temiz bir huni
  • Bir pinpon topu
Huniyi dik tutun ve topu içine yerleştirin. Topu huniden dışarı fırlatmak için huninin altından kuvvetlice üfleyin.
 
Bu deney de Bernoulli ilkesine başka bir örnektir. Huninin deliğinden üflediğinizde, topun aşağısındaki ve çevresindeki hava çok hızlı hareket eder ve bu nedenle çok düşük basınca sahiptir. Buna karşılık, topun üstündeki hareketsiz hava daha fazla basınca sahiptir ve topu aşağı doğru iterek huninin içinde tutar. Ne kadar hızlı üflerseniz, top o kadar yüksek basınçla huniye doğru geri itilir.
 
 
Elbette bütün bu bilimsel sonuçları kızıma anlatmadım. Henüz sadece 4 yaş 4 aylık, hava basıncı ile tanışması için çok erken. Yaşa göre değil, ilgiye göre eğitim vermek istediğimden, bu deneyi zaman zaman tekrarlamayı ve ne zaman "Anne, bu top neden uçuyor? Neden tüpün içinden fırlıyor?" vs gibi sorular sormaya başlarsa, o zaman yavaş yavaş anlatmayı düşünüyorum. Henüz sadece "Ben kendim yapabiliyorum, topu kontrol edebiliyorum" sevincini yaşama noktasında kendisi. Bana soru sorabilecek yaşa gelene kadar hava basıncını öğrenebilirim diye ümit ediyorum :)
 

 
Şu siteden genişletilmiş çeviridir:
 
 

Evde Kardanadam Yapımı (Duyusal Çalışma-Yaratıcılık-İnce Motor Kas Gelişimi)

$
0
0

Bu sene karı göremeyince kardanadamımızı evde yapmaya karar verdik. 

Fırın tepsisini çıkardık. İçine biraz nişasta döktük. Üstüne traş köpüğü dökmemiz gerekiyordu ama evde traş jeli vardı. Traş jeli biraz susuz olduğundan üzerine ayrıca su da ekledik.

Göz kararı nişasta

Traş jeli ve biraz da su.

Bu karışımı iyice ovunca şekil alabilecek hale geldi. Suyu azsa su, fazla suluysa nişasta ekledik. Sonra atık malzeme kabımızı çıkardık. Bir plastik şişe kapağını şapka, kalın bir ipliği atkı yaptık. Gözleri börülceden (karnıkaradan), burnunu kakule tohumundan, ağzını çörek otlarından, kollarını da kürdandan yaptık. Kızımın seçtiği değişik renklerde düğmeleri de ekleyince oldukça sevimli bir kardanadam oldu.



Biz kardanadamımızı bir süre sergileyip sonra attık. Ama bu tarifi aldığım sitede bir kutuya kaldırılan karlarla 4 haftadır oynadıklarını söylüyorlardı.

Onlar tabii benim gibi baştan savma yapmamış, ince ince ayrıntılar ve tarif vermiş:

Malzemeler: 
  • 2 paket nişasta
  • 1 kutu tıraş köpüğü
  • Kapaklı plastik bir kutu (Karton kutu da olabilir, örneğin ayakkabı kutusu. Kapaklı olması karı saklama aşamasında işe yarayacak.)
  • Altına sermek için sofra bezi (Gazete kağıdı da olabilir, maksat etraf kirlenmesin. Biz mutfak tezgahında oynadık, sonra da etrafı siliverdik)
  • Evdeki çeşitli malzemeler (Kardanadamın ağzını burnunu yapmak için)

Önce yere sofra bezini serin. Kutunun içine nişastayı dökün, üzerine tıraş köpüğünün hepsini sıkın. Çocuğunuz malzemeleri karıştırsın. Top şeklini alabilecek kıvamda olmalı.Toplardan kardan adam yapın ve dilediğiniz gibi süsleyin. Daha sonra tüm malzemeyi kutuya koyup, ağzını kapatıp kaldırabilirsiniz. Bu şekilde 4 hafta kadar dayanabiliyor, istediğiniz zaman tekrar tekrar oynayabilirsiniz. Kutunun altındaki örtüyü de silkelerseniz, temizlik sorunu da olmuyor.


Çiftçiniz ve Sütçünüzle Tanışıyor Musunuz?

$
0
0
Çiftçinle tanış, yerel yiyeceklerle beslen.

Şehir çocuğuyum. Ömrüm okul ve ev arasında geçti. Yaz tatillerinde bile gidebileceğim bir köyümüz yoktu. Ne bir tavuğun altından yumurta almışlığım, ne de dalından domates koparıp yemişliğim vardı. Merak da etmiyordum doğrusu, insan nasıl yetişirse, "normal" algısı da o yönde oluyor. Sonra doğum yaptım ve bebeğimin minicik midesine gidecek o ilk yiyeceklerin nereden geldiklerini, nasıl bir ortamda yetiştiklerini merak eder oldum.

İlk başta en güvenilir metot organik beslenmeymiş gibi geldi. Zaten kucağımda küçücük bebekle alışveriş yapmak pek cazip gelmiyordu, eve sipariş ediyordum: 

Eve haftalık organik paketimizi getiren kişinin, ürünlerden bir kısmını bizzat yetiştiren çiftçi olduğunu öğrendim ödemeleri yapmak için kapı önünde geçirdiğimiz kısacık sohbetlerde. Organik pazarda tezgahı olduğunu söyledi, merak ettim. Kızım da büyümüştü, organik pazara gitmeye başladım. Daha önceleri de semt pazarına giderdim ucuz ve taze ürün bulmak için. Ama semt pazarında üreticiler değil, satıcılar vardı. Organik pazarda ise hemen hemen herkes ürettiği malı satıyordu. Çok ilgimi çekti... Artık organik sertifikasına değil, sohbet ettiğim insanlara güvenerek ürünü alıyordum. 

Bilahare küçük bir Akdeniz kasabasına taşındım. Her hafta köylü pazarı kuruluyordu. Köylüler kendi ürettikleri malları satıyorlardı. Köylülerle tanıştım, evlerine konuk oldum. Organik sertifikası var diye kilometrelerce öteden koli ile yiyecek taşımayı saçma buldum. Yiyecek ne kadar kısa süre içinde tüketilirse o kadar az besin değerini kaybetmiş olur. Meyve ve sebzeler de "canlı"dır ve koparıldıkları andan itibaren ölmeye yani çürümeye başlarlar. Ne kadar kısa süre içinde yerseniz, size o kadar fayda sağlarlar.

Ayrıca üreticisini ve üretim koşullarını bildiğim ürünü tüketmek çok ayrı bir keyif veriyor insana. Hele ki üreticiyle ortak hareket ediyor olmak bambaşka bir duygu, siz onun ürününe para verip onun geçimini sağlıyorsunuz, o da size sağlıklı yiyecekler temin edip sizin beslenmenizi ve sağlıklı olmanızı temin ediyor. Her iki taraf da birbirini destekliyor, bir birliktelik duygusu yaratıyor.

Sıklıkla alışveriş yaptığım iki üreticide biraz utanarak ve çekinerek de olsa birkaç kare fotoğraf çektim, onları paylaşmak istiyorum:


Burası Yeniköy'de bir ahır.

Bu ahırın sahibi Nurten Yenge. Yukarıda görünen annesine tıpatıp benzeyen bir buzağı. Ahırda 3 inek vardı, bu yaz iki de buzağı eklendi. Nurten Yenge akşam 20.00'da yatıyor, sabah 03.00'da kalkıyor. İlk iş ineklerinin bakımını yapıyor. İnekler normal hava koşullarında yaz kış otlamaya çıkarılıyor.


Nurten Yenge'nin inekleri için topladığı otlar.

İneklerin kapalı kaldığı yağışlı günlerde yemeleri için Nurten Yenge onlara ot topluyor. Bu otlar ahırın girişinde, üstü kapalı bir veranda da çuval içinde duruyor. Bir de saman veriyor ineklerine, kışın bitki örtüsü yeterli gelmiyor çünkü.

Önde görülen buğday tarlası, küçük bir alan. Çitlerin arkasında ise başka bir bahçede tavuklar var. Tavuklar ineklerin dışkısını beklediler bir heves, ben fotoğraflarken de dışkıda eşeleniyorlardı. Buğday tarlasına giremiyorlar, girerlerse tüm bitkileri yiyorlarmış. Yan tarafta tavuklara özgü başka bir bahçe var.


Nurten Yenge ineklerinin altını temizlemeden yatmıyor, çünkü inekleri temiz yerde uyusunlar istiyor. Başka işleri de var ama ineklerinden de gelir elde ediyor. Ben zaman zaman sütümü, tereyağımı Nurten Yenge'den alıyorum. Müthiş enerji dolu, minicik bir kadın, sürekli vızır vızır koşturuyor. Her gidişimizde kızıma şeker ikram ediyor. 5 litrelik sütü 8 TL'ye satıyor. 10 TL verirsem mahcup olmamak için 2 TL'sini yanında bulunduruyor, böyle de bir insan.

İneklerin sütleri kaynatıldığında üstü böyle sapsarı kaymak tutuyor.

Burası da Kasaba Köyü'nde bir ahır.

Sütümü çoğu zaman Mukaddes Teyze'den alıyorum. Mukaddes Teyze Kasaba Köyü'nde eşi, oğlu, gelini ve iki torunu ile birlikte yaşıyor. Diğer oğlunun evi de kendi bahçesi içinde kalıyor, ondan da torunları var. Eşinin emekli maaşı var. Birlikte yaşadığı oğlu da köydeki bir fabrikada haftanın 6 günü çalışıyor. Bir günlük izninde de annesi ile birlikte alış veriş yaptığım pazara gelip, yetiştirdiği ürünleri satıyorlar. Neşe dolu, güler yüzlü insanlar.

3 tane ineği var. Tereyağını, köy peynirini kendisi yapıyor. Hem ailesi yiyor, artanını da satıyorlar. Bana cep telefonu numarasını verdi. Pazara gidemeyeceğim günler haber veriyorum ki benim için ayırdıkları sütü satmadan evlerine geri götürmek zorunda kalmasınlar, çünkü benim gelmemi bekliyorlar. Mart ayı civarında Mukaddes Teyze beni uyarıyor: "Hayvanlar tamamen dışarıda otlamaya başladılar. Bu nedenle sütün tadı değişti. Tereyağımız da artık kışınki gibi beyaz değil, sarı olacak.". İnsan daha başka ne ister?


Mukaddes Teyze'nin yer sofrasında kendi üretimleri olmayan hiçbir şey yok.

Bizim kasabadaki pek meşgul hanımların evlerine misafir gelecek diye akılları çıkarken, hayvan bakan, sebze yetiştiren Mukaddes Teyze beni evine konuk etti. Sofrasını kurdu, bir de elim boş gitmeyeyim diye hediye verdi bana, kendi salçası tarhanası... Hangimiz evimize gelen misafire hediye veriyoruz?

Mukaddes Teyze'nin serası

Mukaddes Teyze çoğunlukla yeşillik yetiştiriyor. Maydanoz, kuzu kulağı, dereotu, roka, kıvırcık salatanın her türü, yeşil soğan, pırasa vs.


Mukaddes Teyze benim için bahçesinden hediyeler devşirirken.

Mukaddes Teyze'nin oğlu da bahçenin diğer tarafında hediye ararken.


Mukaddes Teyze'nin değişik cinslerde müthiş balkabakları yetiştirdiğini de söylemiş miydim?
Bamya da var.

Bamya tohumu isteyip sevdiklerime göndereceğim bu sene.

Ben bu kırmızı biberlerden aldım. Kuruttum. Hem pişirirken yemeklere bütün bütün katıyorum, hem de bilendırdan geçirdim, yemeklere kırmızı pul biber yerine ekiyorum.
Bu da biberlerin kurutulmuş hali...

İşte Mukaddes Teyze'nin biberleri bizim evde....



Mukaddes Teyze'nin bahçesi ve serası organik ekim için gerekli olan ana yoldan bilmem kaç kilometre içeride olma zorunluluğunu karşılıyor.

Bu da sevimli köpekleri. Hiçbir çiftlik köpeksiz kalmamalı :)

Bu kadar çalışan insanlar bir de odun kesiyorlar kendileri için. Hepsi de sapasağlam insanlar, maşallah diyeyim.
Bir de benim pazardan tavuk aldığımı görünce kızdılar. "Bize söyle önceden, biz sana keser getiririz" dediler. Mukaddes Teyze ağırlığı ile, hali tavrı ile pazardaki herkesten daha farklı bir insan, uzaktan görünce bile anlaşılıyor. Ben ahlakın bir bütün olduğuna inanırım. Örneğin karısını aldatmış adama iş hayatında da güvenmem. O konuda ahlaksız, bu konuda ahlaklı olunabileceğine inanmam. O nedenle bence eğer bir insan güvenilir biriyse iş hayatında da güvenilirdir. Pazarda aldatıldığım da oldu ama sonunda güvenilir olanları ayırt etmeyi başardım sanırım.

Özgür gezen tavuklar...
Bulunduğum bölgede organik ürün bulmak zor, yerel yetiştiriciye ulaşmak ise kolay. İstanbul'da durum tam tersi. Yine de yaşadığım yer olan Halkalı çevresinde hem tarım yapan hem de sütçülük yapanları bulmuştum, bizzat gidip hem muhabbet ediyor hem de alışveriş yapıyordum. Biraz daha uzağa gitmeyi göze alabilenler için yakında Çatalca var. Sarıyer ve Beykoz köyleri var ama üçüncü köprüden sonra durum ne olur bilemiyorum. Köylere bizzat gitmek istemeyenler için organik yazımda yer verdiğim organik pazarlar haricinde, Kasımpaşa Kastamonu Pazarı'nda diğer adıyla Tarihi İnebolu pazarında Kastamonulu üreticilerle bizzat tanışarak alışveriş yapılabilir ( Şuradan bir fotoğraflara göz gezdirin lütfen: http://cafefernando.com/turkce/kasimpasa-kastamonu-pazari/). Üsküdar'ın meşhur Cuma Pazarı'nda da Kandıralı Köylüler'in satış yaptıkları bir bölüm var. Bunlar benim bildiklerim, tanıdıklarımın alışveriş yaptıkları yerler. Başkaları da vardır muhakkak, konu komşu ile biraz muhabbet, esnafa bir iki soru ile rahatlıkla bulunur yakındaki köylü pazarı bölgeleri ve varsa yerel yetiştirici ve besicilerin yerleri.

(Organik beslenme ile ilgili bir görüş için bkz: http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2011/12/organik-besin-yemeli-miyiz.html)

Neden yerel çiftçilerden beslenmeliyiz?

  • Yerel üreticilerden beslenmek hem sağlığınıza, hem aile bütçenize, hem de çevreye katkı sağlar.
  • Mevsiminde yenen yiyecekler lezzetinin doruğundadır, bol bulunurlar ve bol oldukları için ucuzdurlar.


Pembe tatlı elma zaten mevsim dışı bulunmuyor, mevsiminde de kilosu 1,5 TL.
  • Yerel üreticilere harcanan bir lira, yerel ekonomi içinde iki kat daha fazla gelir üretir. Migros'tan alışveriş yaparken harcamamızın bir kısmı ile İsviçre ekonomisini desteklediğimizi akılda tutmakta fayda var.

Mevsiminde narın kilosu 1 TL.

  • Yerel üretim içinde beslenen hayvanlar daha insanca muamele görür ("İnsanca" kelimesi burada günümüzde yaşayan insanların gerçek davranışlarını değil de olmasını arzuladığımız daha güzel ve düşsel bir dünyadaki davranışları kastetmek üzere kullanılmıştır.).

Mukaddes Teyze'den aldığım horoz ibiğinin altında duran iri yumurta ördek yumurtası. Begonvilin altında duran ise tavuk yumurtası... Tavuk yumurtasını aldığım kadın da bir keçi çobanı, tüm gününü keçilerle birlikte dağda bayırda geçiriyor, tavukları kendi kendilerine etrafta dolanıyorlar.

  • Yerel gıda dünyayı dolaşarak başka ülkelerden gelmiş olan veya en iyi koşullarda yetişse bile ülkenin diğer ucundan size kadar gelen yiyeceklerden daha besleyicidir, sağlığınız ve bağışıklık sisteminiz için daha faydalıdır. (Ülkenin diğer ucundan kolilerle yiyecek getirtmenin bence hiçbir manası yok.)

İşte yumurta böyle de güzel bir şey :)

  • Dedelerimiz ve önceki nesillerin tümü yerel besleniyorlardı. Kendi bulunduğumuz toprak üzerinde yetişen yiyecekleri yemek sezgisel olarak bizden bir parçadır. (TRT'de Reçetesiz Hayat isimli bir program yapıyordu Dr. Yasemin Bradley. Bir programında denk gelmiştim. Uzun ömürlü insanların yaşadığı bir köyde tarçın istemiş, tüm köye haber salmışlar da tarçın bulamamışlar. Köylüler "Bizim köyde tarçın yetişmez ki?" demişler. Şu röportajında da uzun yaşayan insanların kendi yetiştirdikleri ürünlerle beslenen kişiler olduklarını söylüyor: http://www.trthaberdd.com/haber/detay/110/dr_yasemin_bradleyle_recetesiz_hayat)


  • Tanıdığınız bir köylüden alışveriş yaparken onun işini madden desteklediğinizi hissetmek güzel bir duygudur. Yetiştiriciliği ve besiciliği insanlar kendi ailelerinden öğreniyorlar ve bir sonraki nesle öğretebilmek yani işlerini devam ettirebilmek için sizin desteğinize ihtiyaçları var.
Bir amca bu tahta işlerini elleriyle yapıyor. Hangi ağaçtan yaptığını, özelliklerini tek tek anlatıyor. İstanbul'da tahta düğme bulabilen var mı? Düğmelerin hemen hemen hepsi artık plastikten yapılıyor.

  • Mevsiminde ve dalından koparılır koparılmaz yenilen gıda daha lezzetlidir.
 
Papatyalarla birlikte mis kokulu çilekler de çıkıyor.
    • Yerel üreticiler küçük veya orta ölçekli çiftçilerdir. Bu tür çiftliklerde daha sürdürülebilir yöntemlerle yetiştiricilik yapılır ve bu da hem vücudunuz hem de dünya için daha sağlıklıdır. Üzerinden uçakla uçulup, uçaktan kimyasal ilaçlama yapılacak kadar geniş alanlardaki tek tip yiyeceklerin yetiştirilmesi için daha fazla kimyasal ilaç kullanılmak zorunda kalınıyor.
     
    Satıcının tezgahındaki ürün bu kadar. 3 kilo havuç almak isteseniz yok. Çünkü üretebildiği bu kadar, belli ki küçük ölçekli bir çiftçi.
      • Yerel yiyecekler masanıza gelinceye kadar konvansiyonel yiyeceklerden 30 kez daha kısa mesafe kat eder (Süpermarketlerde satılan yiyeceklerin kat ettiği mesafe ortalama 2500 kilometre iken köylü pazarındaki yiyecekler ortalama 80 kilometre yol katederler).
       
      Marketteki hazır turşu ile bunun katettiği mesafe aynı olabilir mi?
        •  Yerel beslenirseniz yiyecekleriniz ile doğrudan bir bağınız olur; yiyeceğin nereden geldiğini bilir ve hatta onu yetiştiren kişiyi tanırsınız.
        •  Yerel ürünlerle hazırlanmış bir sofra kurduğunuzda gurur duygusu hissedersiniz. Yediğiniz gıdayı yetiştirmiş olan köylü de yetiştirdiği ürünle benzer şekilde gurur duyar.
        •  Yerel yetiştirilmiş ürünler unutulmaz bir hikaye yaratılar. Gıdaların masanıza gelene kadar başlarından geçenlerin hikayesini bilmek, yemek keyfinin güçlü bir parçasıdır.
        • Köylü pazarlarında aradığınız her şeyi bulabilirsiniz. Sebze meyve dışında tahıllar, bakliyatlar, konserveler, tarhana, pekmez, bal, peynir zeytin vs. hemen hemen her tür yiyecek ihtiyacınızı karşılayabilirsiniz.
        •  Köylü pazarından alışveriş etmek daha eğlencelidir, pazar çok renkli ve güzeldir, insanları izlemek mümkündür ve üstelik açık havadadır. 
          Bulunduğumuz kasaba meydanında "Buralarda çiğ taze fasulye, havuç ve kırmızı lahana yiyerek dolaşan bir kız var mı?" diye sorarsanız bize ulaşmanız çok kolay olur :)

          Çoraptan Sopalı Oyuncak At Yapımı (İnce Motor Kas Gelişimi - Yaratıcılık)

          $
          0
          0
          Bu atın yapımı sırasında kızım 3,5 yaşındaydı.


          Benim ellerim kullanılmaya kullanılmaya becerisini kaybetmiş ellerdir. Hani "Eline toz bezi bile yakışmıyor" denilen tiplerdenimdir. Annem ise küçüklüğünden beri elinde iğne, tığ, şiş olan biri olarak çok becerikli, çok yeteneklidir. O nedenle annem bize gelince kızımla birlikte bir el işi yapmalarını istiyorum. Çocuk benden göremiyor, bari anneannesinden öğrensin.

          Bu konuda en beğendiğim kitap bir Waldorf eğitim kitabı olan ama içerisinde Waldorf eğitimi sırasında kullanılacak oyuncakların yapımına da yer veren Waldorf Yöntemiyle Harika Çocuk Nasıl Yetiştirilir? isimli kitap. İçinden bir oyuncak seçiyorum, maaile yapmaya çalışıyoruz:



          Bir ara büyük süpermarketlerden birine oyuncak at başı gelmişti. Üstelik de ucuz bir şey de değildi. Bu kadar para verip alırım, sonra kız oynamaz, bir de evde kalabalık yapar, üzülürüm diye almamıştım. Ama bu kitapta at yapımı görünce denemek istedim, kızım oynamasa bile en azından birlikte vakit geçirmiş, bir şeyler yaratmış oluruz diye düşündüm. Gerçekten de atı yaparken çok keyifli zaman geçirdik hep beraber. İşte atın yapılış detayları burada:



          Bu da bizim aniden karar verilerek evdeki atık malzemelerle yapılmış atımızın yapılış fotoromanı:

          At yapmak için, eşimin teki kaybolmuş çoraplarından birini kullandık. Çamaşır makinesinde kaybolan çorap tekleri ile ilgili bir de yazım var: http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2012/04/coraplarnz-camasr-makinesinde-kayp-m.html
          Kızım çorabın içine elyaf doldurdu.

          Minik elleriyle bastıra bastıra sıkıştırdı elyafı.

          Annem, elyaf topak topak olmasın, atın yüzü düzgün görünsün diye şeklini şemalini düzeltti.

          Evdeki bir oklavayı da elyafın içine soktuk.

          Oklavanın etrafına da elyaf doldurduk.

          Pratik annem at kulağı yapmak için ütünün şeklini uygun gördü.

          Biraz kepçe kulaklı olacak atımıza keçeden kulak yaptık.

          Oklavanın ucuna vida taktım (Bunu da ben akıl ettim yalnız hakkımı yemeyeyim) :)

          Vidayı çıkarıp oklavayı çoraba geri soktum ve vidayı çorabın dışından, oklavada açmış olduğum deliğe geri soktum. Vidalarken sağa sola kayıp da oklavayı kırmasın diye de mandalın arasındaki boşluğa sıkıştırdım vidayı (bak bunu da ben akıl etmiştim, idare ederim yahu fena sayılmam) :)

          Vidayla çorabı oklavaya sabitlemiş oldum.

          Çorabın açıkta kalan ucunun etrafını diktik, iyice sıkıştırdık.

          Daha doğrusu annem dikti :)

          Dikiş yeri gözükmesin diye bir kumaşı etrafına doladık.

          Kulaklarını dikip, kurdelelerden ağzına gem yaptık.

          Sonra da göz diktik.

          Gözlerden birini kızım dikti.

          Göz biraz şekilsiz oldu gerçi :)

          Ama olsun, kızım çok keyif aldı dikerken, kendisiyle gurur duydu.

          Bu minik ellerin "becerikli" olması için elimden geleni yapacağım ömrüm, sağlığım yettikçe inşallah.
          Yelesini de ekleyince atımız ortaya çıktı.
          Kızım bu ata pek binmedi. Tahmin etmiştim zaten. Hayal gücü geniş bir çocuk. Süpürge sopası ile atçılık oynamayı ve bilahare aynı süpürge sopası ile cadı olduğunu hayal etmeyi daha çok seviyor. Böyle her şeyi tamam oyuncaklar pek ilgisini çekmiyor. Yine de yapım süreci çok keyifliydi. Kızım kendi kendine yetebilirlik duygusunu tatmış oldu, marketten hazır olarak satın alsaydık o duyguyu yaşayamayacaktı. Üstelik ailecek bir zamanı paylaştık ve ortaya hepimizin emeği bir ürün çıkardık. O güzel zamanların anısına kızımın odasını süslüyor atı. 

          Bizim atımızdan çok daha ince emekle yapılmış diğer çorap atları görmek isterseniz:






          Evokulu Hakkındaki 6 Yanlış Bilgiyi Düzeltelim (Çeviri)

          $
          0
          0
          Fotoğraf orijinal yazıdan alınmıştır.


          Bu yazının yazarı Amerikalı bir kadın Laura Grace Walden. 4 çocuğuna evokulu ile eğitim veriyor ve bir çiftlikte yaşıyor (http://bitofearthfarm.wordpress.com/). Çevirdiğim bu makalesi de şurada yayınlanmıştı: http://simplehomeschool.net/homeschooling-misconceptions/
          Biraz uzun bir yazı ama sıklıkla karşılaştığım her soruya, eleştiriye kendi hayatından örneklerle cevap vermiş. Her soruya ayrı ayrı cevap vermektense, bu şekilde toplu halde cevaplamak akıldaki soru işaretlerinin tümünü silebilir belki... Çev=çeviren kısımları benim kendi görüşlerimi içeriyor.

          Bir doğa gezimiz (field trip) sırasında tanıştığımız kara kaplumbağası. Kontes hayvanlardan korkmuyor ya da tiksinmiyor.


          Ev Okulu Hakkındaki 6 Yanlış Bilgiyi Düzeltelim

          Hiçbir zaman evokulu yapmayı düşünmemiştim. Ben mükemmel birer devlet okulu öğretmenlerinin kızı, yeğeni ve torunuyum. Çocuklarımın okula gittiği dönemlerde, büyük bir keyifle, okul aile birliklerinde çalıştım ve çocukların sınıflarında gönüllü olarak bulundum. Sistemin kusurlu yanlarını içeriden değiştirmek için elimden geleni yaptığıma inanıyordum (çev: Sık duyduğum bir cümle: "Senin yaptıklarının hepsini biz de okuldan sonra yapıyoruz, okula göndermenin ne zararı var ki?")

          Yine de okulun çocuklarım için uygun olmadığını görüyordum. 4 yaşındaki çocuğum halihazırda okumayı biliyordu, ama yine de anaokulunda okuma fişleri ile alıştırma yapmaya ihtiyacı vardı. Tatlı ama dikkatsiz 2. sınıf öğrencisi oğlum, öğretmeni tarafından Ritalin (çev: Dikkat eksiliği bozukluğunda kullanılan bir ilaç) için iyi bir aday olarak kabul ediliyordu. 5. sınıfa giden çocuğum ise üniversite düzeyinde çalışmalar yapabilecek durumdaydı, ancak ileri zekalılar için uygulanan programdaki devlet kesintileri yüzünden (çev: Türkiye'deki tek ileri zekalılara özel, İstanbul Çemberlitaş'taki devlet okulu geçtiğimiz senelerde kapatıldı) sınıfın geri kalanı ile birlikte, sınıf düzeyinde müfredat takip etmek zorundaydı. Lise birinci sınıfa giden çocuğum ise "onur öğrencisi" oldu ancak okuldan nefret ediyordu. Nefretinin sebebi sadece ev ödevlerinin ağırlığı değildi, ayrıca okuldaki bazı gençler tarafından taciz edilmekteydi.

          Ve bu gençler bir gün okul koridorunda oğluma silah çekip günün sonunu görecek kadar uzun yaşayamayacağını söyleyince, bir gecede ev okulu yapmaya başladık. Okul yetkilileri tacizi hafifletmek için hiçbir şey yapmadıkları gibi polis bile çağırmamışlardı.

          Ertesi gün evokulu yapmamak için ileri sürdüğüm tüm nedenlerle birlikte çocuklarım da bana bakıyorlardı. Çocuklarım kendi şartlarında öğrenmeye istekliydiler.

          İşte böylece evokulu yapmamak için ileri sürdüğüm ve sonra böyle düşünmekle hatalı olduğumu gördüğüm birkaç yanlış bilgiyi düzelttim


          1. Sadece okulda alınan eğitim, eğitim sayılır.
          Anneannesiyle soğan eken Kontes. Her fırsatta bir yerlere tohum ekiyoruz, en büyük zevki...

          Çocuklarım zenginleştirici bir ev ortamında büyüyorlardı. Her gün yüksek sesle kitap okuyor ve geniş kapsamlı sohbetler yapıyorduk. Parklara, müzelere ve oyun alanlarına gidiyorduk. Ama örgün yani okulda alınan eğitimin ayrı bir yeri ve değeri olduğu bilgisi ile büyütülmüştüm. Yine de, çocuklarımın merak dediğimiz canlılıkla dolu olduklarında daha büyük bir heyecanla öğrendiklerini gördüm. Aslında bu hepimiz için geçerlidir: İlgi alanlarımız konusunda öğrendiklerimiz aklımızda kalır. Eğer ilgimizi çekmeyen bir konuysa, öğrendiklerimizin çoğunu sınıfı geçtikten sonra unutma eğilimindeyizdir.

          İnanması zor olsa da çalışmalar göstermektedir ki yüksek test puanları ile sığ düşünme paralel gitmektedir. (Aslında çocukları testler için hazırlarken ve "Sorunun cevabı hakkında tekrar düşünme" derken, belki de bu gerçeği zaten kabul etmekteyiz)

          Bir konu hakkında meraklı olduğumuzda sadece öğrendiklerimizi unutmamakla kalmaz, ayrıca meraklı olduğumuz konunun bizi yönlendirdiği diğer ilgili konuların peşine düşmek için de ilham kazanırız. Bu durumu, ev okuluna başlamadan bir önceki yaz tecrübe etmiştim.

          Okulda dikkat eksikliği sorunu yaşayan 8 yaşındaki oğlum, piknikte balza ağacından bir uçakla oynuyordu. Bu tahta uçağı, kendisi de pilot olan ve kendi uçağını kullanan bir aile dostumuz getirmişti pikniğe. Çocuklar oynarken uçak bozuldu. Diğer çocuklar uçakla oynamayı bıraktılar, ancak oğlum uçağın parçalarını farklı biçimlerde bir araya getirerek yeni bir tür uçak yaptı. Oyuncak uçağın sahibi olan beyefendi oğluma birkaç değişiklik gösterdi ve uçması olanaksızmış gibi görünen uçak uçtu.

          O günden sonra oğlum bir arayışın içine düştü. Her kütüphane ziyaretimizden Bernoulli ilkesini anlatan (çev:Bernoulli ilkesi için şu yazıma ve kızımla oynadığımız oyuna göz atabilirsiniz), havacılık tarihi ve deneysel uçaklarla ilgili kitaplar yüklenerek dönüyordu. Kendi tasarlayacağı modelleri yapabilmek için balza ağacı almamız için yalvarıyordu. Yaptığı her model önceki hatalarının üstesinden geldikçe daha da gelişmiş, komplike bir hal alıyordu.

          Pilot olan arkadaşımız, bir sonraki karşılaşmamızda oğlumu Cessna tipi uçağında kendisiyle birlikte uçmaya davet etti. Oğlumun yaz tatilinin en ilginç olayı da bu oldu. Oğlumun uçaklara olan ilgisi zamanla azaldı, ama o dönem edindiği bilgiler kaybolmadı. Kendi kendisine bilim, tarih, matematik öğretti ve daha da önemlisi kendi kendine ne kadar becerikli olduğunu göstermiş oldu. 

          Oğlumun uğraşısını,Mindset: The New Psychology of Success (Düşünce Biçimi (Zihniyet): Başarının Yeni Psikolojisi) kitabının yazarıaraştırmacı Carol Dweck "gelişen düşünme biçimi" olarak tanımlamaktadır. Buna göre kavrayış, amaçlı uğraşılar sonucu meydana gelmektedir. Böylece yetenek ve zeka, değişmez özellikler olmayıp, devamlılık ile birlikte gelişmektedir. Gelişen düşünme biçimi, hayat boyu kazanılan esneklik ve başarı ile bağlantılıdır. İşte asıl kayda değer eğitim budur!

          Kızım yüzme öğrenmek için deli oluyordu. Bir ay yüzme dersi aldı ve 3 yaşında kolluksuz, desteksiz yüzmeye başladı. Hemen hemen yılın 6 ayı, günün 6-7 saati sudan çıkmıyor. Fotoğrafta yüzme dersi alırken görülüyor. Şimdi de suyun altından gidebilmek için deli gibi uğraşıyor.


          2. Çocuklar Sınıf Seviyesini Takip Etmelidirler.
          Kızımla babası gölge tiyatrosu yaparken...
          Daha önceleri evokulu yapanların, yaygın öğretimdeki eğitim müfredatını takip etmek zorunda olduklarını sanıyordum. Ne demek istediğimi biliyorsunuz - eğer çocuk ikinci sınıfa geçmişse antik Roma tarihi, çarpma ve zarfları öğrenmenin zamanı demektir (çev:İkinci sınıfta antik Roma tarihi ve zarflar öğretiliyor mu Türkiye'de? Benim bildiğim kadarıyla Türkiye'de ilkokul yani ilk 4 sene boyunca okuma-yazma ve tek haneli rakamlarla iki işlem öğretiliyor.). Benim ailem içinse aşırı okulvari yaklaşım hiçbir zaman mantıklı olmadı. Bunun için onlarca neden sıralayabilirim, ama bence en önemli neden şu:

          Çocuklar eşit şekilde gelişmezler. Okumaları çok ileride iken, matematikte zorlanabilirler; ya da yaratıcı hikayeler uydurabilirler ama bu hikayeleri yazmak için kolayca koordine olamayabilirler (çev: Benim kızıma uyan bir örnek olmuş. Tüm gününü inanılmaz hikayeler uydurarak geçiriyor, herkes okuyabildiğini düşünüyor çünkü kitap sayfalarını çevire çevire hikayeler anlatıyor ama ince motor gelişimi geriden geliyor kızımın, çizgi takip ederek çizmekten ya da kesmekten hoşlanmıyor, sınırlı boyama yapamıyor neredeyse 4,5 yaşında).

          Bernoulli’s principle
          Bernoulli’s principle
          Eğer okulda eşit olarak ilerlemezlerse, ilgi, eksik oldukları nokta üzerine yoğunlaşır (fazladan yardım, daha kolay ve tekrarlamaya dayalı ödevler ya da daha da kötüsü etiketler, kötü notlar).

          Ama okul dışında güçlü olduğu tarafların üzerinde durmak daha kolaydır, diğer alanlarda ise yavaş yavaş uzmanlaşır ve üstelik bunlar hiçbir zaman "eksiklik" olarak algılanmaz (çev: Eğer kızım anaokuluna gitseydi, tıpkı arkadaşlarına yapıldığı gibi kızım için de öğretmeninden şöyle geri bildirimler gelecekti "Kontes zeki bir çocuk. Ancak yazı yazma konusunda arkadaşlarından geride. İnce motor gelişimi eksik. Bu eksikliğini kapatabilmek için evde fazladan çizim çalışmanız gerekmekte.". Oysa ben kızımın 10 yaşına geldiğinde hala yazı yazamayan ve sınırlı boyayamayan bir çocuk olacağını sanmıyorum. Fiziki bir sıkıntısı yok, sadece ilgisi farklı yönde. Çizim çalıştırmaktansa, öykü anlatmasını teşvik etmeyi tercih ediyorum. Gölge Tiyatrosu da bu teşviklerden sadece bir tanesi.Ünlü şair Nazım Hikmet Ran'ın, Bahriye Mektebi'nde okuduğu yıllarda bir diğer ünlü şair Yahya Kemal Beyatlı'dan özel dersler aldığını biliyor muydunuz? Nazım Hikmet, dil ve tarih konusunda değil de "eksik" olduğu varsayılabilecek fizik ve matematik alanlarında özel ders alsaydı şiir kariyeri etkilenir miydi acaba?). Son araştırmalar çocukların kendi kendilerini ayarlama (self-regulating) konusunda dikkat çekecek derecede iyi olduklarını ortaya koymaktadır. Çok kolay ya da çok karışık bilgileri yok sayarken, yeterli miktarda zorlandıkları olaylardan öğrenmektedirler (Goldilocks Etkisi) (çev: Sadece çocuklar mı? Yetişkinler de çok kolay ya da çok karışık bilgileri yok saymıyor mu? Hangimiz dünyanın bir ucunda kamera ile çekilen görüntülerin nasıl olup da havada uça uça gelip bizim oturma odamızdaki televizyonumuzda izlenebilir hale geldiğini merak edip araştırdık? Hangimiz Avrupa kıtasındaki bir faks makinesine konan yazılı bir belgenin nasıl olup da dakikalar içinde Amerika kıtasındaki belirli numaralı başka bir faks makinesinden tıpatıp aynı kopyasının çıktığını merak edip de öğrendik? Yağ lekelerini en kolay karbonat çıkarıyor veya elma dilimlerinin üzerini su doldurup beklet kendiliğinden sirke olur dediğimde, çoğu kişi tarafından bu bilgilerin yok sayıldığını, daha karmaşık cevaplar beklendiğini de çok gözlemledim.)

          Örneğin evokulu yapanlar arasında iyi bilinir ki çocukların çoğu beş altı yaşlarında henüz okumaya hazır değillerdir (çev:Çok zeki ve çok yetenekli olduğunu düşündüğüm yazar-senarist Gülse Birsel, "66 Ay Mağduruyum" isimli yazısında, 6 yaşında okula başladığı halde okuma yazma öğrenemediğini, ancak 7 yaşına geldiğinde bir gün içinde okuma yazma öğrendiğini anlatıyor.). Bazıları birkaç yıl daha hazır olamazlar. Okul için bu bir kriz durumudur, çünkü okulda öğretilen her şey okumayla öğretilmektedir. Okuyamayan çocukların ise hevesleri kırılır ve kendilerini damgalanmış olarak görürler (çev: Gülse Birsel yazısında "Hayatımda kendimi başarısız, aptal ve ezik hissettiğim tek dönemdir o 66 aylıkken yaşadığım dört ay!" diyerek duygularını ifade etmiş.).

          Öğrenme yöntemleri konusunda zenginlik taşıyan evokulunda ise çocuğun okuyabilip okuyamaması önemli değildir, çünkü evokulu son derece uyarlanabilir bir sistemdir. Evokulu sisteminde, henüz okuyamıyorken birden bire Harry Potter serilerini okumaya başlayan çocuklara dair bolca hikaye vardır.

          Yakın tarihli bir çalışma göstermektedir ki  ailelerinin okumaları için zorlamadıkları, bunun yerine okumanın keyfi üzerinde durulan evlerde evokulu yapan çocuklar okumayı geç de öğrenseler, erken de öğrenseler arzu dolu okurlar olmaktadırlar (çev: Kızıma okuma ile ilgili hiçbir alıştırma yaptırmıyorum. Hatta gününü hikayeler anlatarak geçirdiği için okuma öğrenmesini özellikle geciktirmek istiyorum. Ancak ne geciktirmek ne de hızlandırmak benim elimde. 4 yaş, 4 aylıkken babası bir gün bana "Kontes'in bütün harfleri bildiğini, gösterdiğim kelimelerdeki harfleri tek tek saydığını ve kendi kendine heceleme çalışmaları yaptığını biliyor musun?" dedi, çok şaşırdım. Mesela "Bu harf B, bu da A. Yanyana gelince BEA diye okunur" diyor :) Son zamanlarda kitap okurken okuduğum yeri parmağımla takip etmemi istiyordu. Demek ki kendi kendine okuma öğrenme çabasındaymış.).

          Bizim ailemizde, çocuklarımızın zaman içinde her türlü konuda daha hevesli oluklarını ve daha kusursuz hale geldiklerini gördük. Belirli bir sınıf düzeyinde ilerleme beklentisi, bizim ailemiz açısından sınırlandırıcı olmaktaydı.


          Kontes bölgemizdeki kreşin kütüphane etkinliğinde...


          3. Evokulu yapan ebeveynler öğretmen/koç/yönetici olmalıdırlar.
          Kızım ata biniyor. Sabah 8 - akşam 6 arası kreşte olsaydı, ata binmeye vakti kalmayacaktı.

          Çocuklarıma annelik yapmak benim için, her zaman zenginleştirici bir deneyim oldu (tamam, belki kolik oldukları sıralarda pek değildi). Annelikten başka bir rol üstlenmek istemiyordum. Zamanla fark ettim ki, evokulu da yapsam annelikten başka bir rol üstlenmek zorunda değilim. Evokulunun acil bir stres azaltma yöntemi olduğunu fark ettik. Çocuklarım yeteri kadar uyuyup uykularını alıyorlar ve günboyu koşturmak zorunda değiller.

          Sohbet etmek, okumak, sanat projeleri hazırlamak, deneyler yapmak, sorularına cevap bulmak ve maceralara atılmak için gün içinde yeteri kadar zamanları var. Hayatımıza ziller değil, ilgi alanlarımız yön veriyor. Böylece benim kontrol etmem gereken alanlar azalıyor. 

          Kültürümüzde, yetişkin kontrollü etkinliklere çok fazla vurgu yapıldığını ve bunun aslında amaca zararının dokunduğunu düşünüyorum. Biz, çocukların ancak en yeni eğitici oyuncaklardan ve elektronik aletlerden, antrenör eşliğinde yapılan sporlardan, pek çok ders alarak ve diğer yetişkin kontrollü ve yetişkinler tarafından tasarlanmış-planlanmış çabalardan fayda göreceklerini varsayıyoruz (çev: Özellikle İstanbul'da çocuk parklarında bile çocukları özgür bırakmıyoruz. Yetişkinler çocuklara "zarar gelmesin" diye sürekli çocukların ense köklerinde duruyorlar. Hele çocukların kavga etmelerine asla müsaade edilmiyor, hemen araya bir yetişkin giriyor. Çocukların kavga ve tartışma sırasında öğrendikleri ve yetişkin müdahalesinin bu öğrenme sürecini kestiği fark edilmiyor.). İyiniyetli ebeveynler, çocuklarına tüm bu avantajları sağlamak için çok çalışıyorlar. Oysa anne babaların bu çabalarının olumlu sonuçlar verdiğine dair çok sınırlı kanıt var.

          Tüm bu çabaların altında yatan neden, öğrenmenin talimatlardan kaynaklandığını zannetmemiz. Bu mantık gereği, yetişkinin yönlendirdiği eğitim yolları arttıkça çocuğun daha çok yararına olacaktır. Ancak araştırmalar çocukların doğuştan, yaratıcı bir biçimde sorun çözmeye programlı olduklarını ve yetişkin doğrudan talimat verdiğinde, aslında çocuğun engellendiğini göstermektedir.

          Yetişkin müdahalesi deneyimi çocuğun hayatındaki bir yılda, binlerce kez tekrarlanır ve böylece çocuğa sorunların çözümünü yetkililerden beklemesi öğretilmiş olur ve böylece daha düz ama daha az yenilikçi düşünmesine neden olunur.

          Araştırmalar ayrıca çocuğun yetişkin yönetimindeki aktiviteleri azaltmak için doğal bir motivasyonu olduğunu göstermektedir. Eğer çocuklar sıkı bir şekilde, hazırlanmış eğlenceye odaklı olarak büyütülmemişlerse, doğal olarak serbest oyuna ve keşif temelli öğrenmeye yöneleceklerdir. Oyunlar uydururlar, hayal kurarlar, rol yaparlar, kendi projelerini hayata geçirirler - bu sırada gerekli olduğunda yetişkinlere sadece kaynak bulma ve yol gösterme ihtiyaçları için başvururlar. İçgüdüsel olarak uzmanlaşmaya yönelirler.

          Çocuklarım bana motive edilmiş (harekete geçirilmiş) kendi kendini yönetme (self-direction) durumunun gençlik yıllarında nasıl yüksek vitese takıldığını gösterdiler. Kürekle ahır temizleyerek kendi paralarını kazandılar, bu parayı klasik model bir araba satın almak ve tamir etmek için harcadılar, sırt çantasıyla bir aylık bir seyahate çıktılar ve yatak odası büyüklüğünde bir kayıt stüdyosu inşa ettiler.

          Ve vazgeçmemek ısrarıyla kendi isteklerinin peşine düştükleri yıllarda gayda takımı kurdular, yaban hayat rehabilitasyonu ile ilgilendiler, çiftçilik yaptılar ve kendi burslarını kazandılar. Evokulu bize, genç bir insanın gitgide büyüyen bağımsızlaşma ihtiyacını, yararlı bir rehberlik sunarak teşvik etmemiz için yardımcı oldu.

          Kasabanın parkında serbest oyun saati...


          4. İyi bir eğitim sağlamaya gücüm yetmez.
          Kızımı aşağı yukarı ayda bir akülü arabaya binmeye götürüyoruz. Günümüzde araba kullanma eğitiminin de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Şimdiden viraja gelmeden gaz kesmesi ve virajları dar alması gerektiğini kendiliğinden öğrendi.

          Evokulu yapmaya yeni başlayanları çoğu gibi ben de müzik sınıfından kimya laboratuarına kadar okuldaki her şeyi kopya etmem gerekeceğini düşünüyordum. Ve biliyordum ki bunun için ne zamanım, ne enerjim, ne de maddi durumum yeterliydi.

          Ama çok kısa bir sürede fark ettik ki etrafımız sonraki kuşağa kendi bilgi ve becerilerini aktarmak için istekli yetişkinlerle çevrili, üstelik bunu hemen her zaman bedava yapıyorlar (çev: Kızımın at bindiği çiftlikte 12 yaşlarında bir köylü çocuğu var. Çiftlikte zaman zaman yardımcı oluyor, getir götür işi yapıyor, çocuklar ata binerken atın eğerinden tutuyor vs. Karşılığında ata binip gezintiye çıkmasına izin veriyorlar. Sağır olduğu için kulaklık takan ve genellikle hafif kambur yürüyen o sessiz çocuk, atın üzerine eğersiz binip de atı koşturmaya başladığında nasıl değişiyor görmelisiniz. Belli ki kendi evinde at besleyebilecek koşulları yok ama o, at binme tutkusunun peşini bırakmamış. Son zamanlarda "scooter" tarzı motorsiklet kullanmaya başladığını da gördüm. Tutkusu çok açık, umarım tutkusunun peşinden gitmesine fırsat tanırlar.).

          Böyle insanları etnik merkezlerde, müzelerde, kütüphanelerde, üniversitelerde, kiliselerde, hizmet kuruluşlarında, ayrıca kaya avı kulüpleri (çev: Kaya avının ne olduğunu merak edenlerşu sayfaya bakabilir. Sayfanın altındaki "next" yazan kırmızı düğmeye tıklarsanız diğer resme geçebilir ve resimleri büyütmek için de üstlerine tıklayabilirsiniz. Özetle yerbilimciliği (jeoloji) alanına girmektedir.), amatör radyo yayıncıları ve gökbilim (astronomi) meraklılarının arasında bulabilirsiniz. Benim çocuklarımın hayatları biyologlar, çömlekçiler, mühendisler, yerbilimciler, girişimci işadamları, arkeologlar, organik üretim yapan çiftçiler, model trenyolu yapanlar, meteoroloji uzmanları (bu liste sayfa boyunca uzayabilir) arasında aydınlandı.

          İnsanlar bildiklerini biraz paylaşmaları istendiğinde bundan onur duyuyorlar. Genç insanların geleneksel biçimde kendi toplumları içinde etkileyici şeyler yapan yetişkinlerden, özellikle de umutsuzca rol model arayışı içinde oldukları ilk gençlik yıllarında ayrı tutulmaları çok üzücü. 

          Ayrıca evokulu yapan diğer kişilerle toplanarak sayısız saha gezilerine (field trips), zenginleştirici programlara, oyun günlerine, kulüplere ve öğrenme kooperatifleri derslerine katıldık (çev: Kızımı kreşe göndermediğim için en çok duyduğum sorulardan biri de "Evde bütün gün ne yapıyorsunuz?" oluyor. Özetle "Evde değiliz ki..." diyorum. Kızım arkadaşları ile birlikte kasaba meydanında serbest oyunlar oynuyor, arkadaşları ile birlikte civar bölgelerdeki antik kent kalıntılarını ya da dağı bayırı geziyor, kasabamızdaki özel kreşin turşu yapımı, fidan dikimi, toplu olarak sinemaya, kahvaltıya gitme vs gibi etkinliklerine katılıyor, ata biniyor, İngiliz bir kadınla birlikte her hafta 2 saat geçirerek farklı bir dilde iletişim kurmayı öğreniyor vs vs. Ayrıca kafamı kurcalayan bir de şu sorun var: "Ben 2,5 yaşından itibaren kreşe gitmişim. Ama bana bu soruyu soran insanların hiçbiri şahsen kreşe gitmemişler. Benim çocukluğumdan bu yana geçen 30 sene içerisinde ne değişti ki, kendisi hiç kreşe gitmemiş insanlar, çocukların kreşe gitmek zorunda olduklarını düşünür oldular?).

          Çocuklarım Şekspir (Shakespeare) sonelerini canlandırdılar, fabrikalara turlar düzenlediler, koyun kırktılar, yelkenli yarışlarına katıldılar, kimyayı doktorları bir kimyagerden öğrendiler, anayasal tartışmalara katıldılar, robotik turnuvalarda yarıştılar, kendi tasarımları olan bir "hovercraft" (çev: hem karada hem de denizde gidebilen bir taşıt) yaptılar, yıldızların konumlarını hesapladılar, dünya çapında müzisyenlerle müzik yaptılar ve bir bilim yarışmasını kazandıktan sonra, bir öğleden sonralarını bir astronotla birlikte geçirdiler. Bunların hepsi tamamen ya da neredeyse bedavaydı. (çev: Günün 11 saatini okulda ve okul yolunda geçiren bir çocuğa tüm bunları yaptırmaya kalkarsanız, haftasonunu iptal etmiş olursunuz. Çocuğa kendine ayıracak zaman kalmaz. Dolayısıyla okul ile bu zenginleştirici deneyimler arasında seçim yapmak zorunda kalırsınız bir noktada.)

          Bazı konular gerçekten zorlu olabiliyordu. Bu durumda ya bir uzmandan takas usulüyle yardım alıyorduk ya da devlet üniversitesinde ilgili bir derse katılıyorduk. Ayrıca kütüphane sistemimizin dikkat çekici kaynak zenginliğinden yararlanmak suretiyle de ciddi biçimde kâra geçtik.

          Elbette Ekvator'da bisiklet sürerek ya da Avrupa şatolarında avare dolaşarak öğrenimlerini yapan evokulu ailelerini kıskanıyorum. Yine de benim, bu sineğin yağını çıkartır tavrım karşısında bile çocuklarımın hiçbir şey kaybetmediklerini biliyorum. Çünkü yapılan çalışmalara göre okul çocuklarının üçte ikisi sınıfta sıkıldıklarını söylemektedirler.
          (çev: Adını sık duyduğum özel bir ilkokulun senelik ücretinin 1 sınıflar için 32.000 TL, 3. sınıflar için 40.000 TL olduğunu öğrendim. Burada yazar ülkesindeki ücretsiz devlet okulu sistemi ile evokulu sistemini karşılaştırıyor. Oysa Türkiye'de artık devlet okuluna gitmek hemen hemen imkansız durumda. Okula çocuğu getirmek götürmek ayrı dert, bir de devlet okulları saat 15.00'da bitiyor. Çalışan anne ayrıca kendi mesai saati bitimine kadar çocukla ilgilenmek üzere ya bir bakıcı tutmak ya da bir etüt merkezi ile anlaşmak zorunda kalıyor ki, çocuk eve veya etüt merkezine de servis ile gitmek zorunda, bunun da ayrıca maliyeti var. Bu nedenle çoğu arkadaşım özel okula göndermeyi tercih ediyor. Evokulu her koşulda daha ucuz. Kızım İngiliz bir öğretmenden İngilizce ders alıyor, 4 çocukla birlikte özel bir İngilizce oyun grubuna katılıyor, özel bir kreşin etkinliklerine katılıyor, at biniyor, org dersi alıyor, el işi etkinlikleri için aylık bir kutuya üye ve yine de arkadaşlarımın İstanbul'da kreşe ödedikleri paradan çok daha azını, hemen hemen yarısını ödüyorum. Eğitim masraflarını karşılayamayacaklarını düşündükleri için ikinci çocuğu yapmaktan vazgeçen arkadaşlarım var.)

          Derin öğrenim (deep scholarship) ve ellerle öğrenmek (hands on learning) evokulunun diğer eğlenceli yönleridir.

          Kızım kreşten arkadaşları ile birlikte ev gezmesinde.


          5. Ev okulu yaparsam çocuğum arkadaşlarından mahrum kalacaktır.
          Kızım ve en yakın arkadaşı evtipi antik Likya mezarını ziyaret ederken...

          Her ne kadar okulun aynı yaş grupları arasında bir dostluk kurma kaynağı olduğuna güveniyor olsak, farkettim ki okullar sosyalleşmek için kurulmuş kurumlar değil (çev: Bana en sık gelen sorulardan biri de bu oluyor: "Çocuğun arkadaşa ihtiyacı var?". Doğru, ben de onun arkadaş edinmesi için elimden geleni yapıyorum. Ben kendim kreşe gittim. Kreş yıllarından hala zaman zaman görüştüğüm 1, ilkokuldan 1, ortaokul ve liseyi 7 sene birlikte okuduğum arkadaşlarımdan 1, üniversiteden 2 ve 12 senedir çalıştığım işyerimden, iş dışında düzenli olarak görüştüğüm 2 arkadaşım var. Dolayısıyla aynı anda 30 tane arkadaşa sahip olmanın "daha iyi" olduğuna inanmıyorum. Arkadaş edinmekten kasıt derin bağlar kurmak değil de sadece sosyal bir çevrede bulunmak ise kızım her gün kışın kasaba meydanında, yazın kasabanın plajlarında istemediğim kadar çok kalabalık bir çocuk grubunun içinde oluyor. Gün boyu boş olduğumuzdan, her gelenle ayrı ayrı oynuyor. Öğlencilerle sabah oynuyor, sabahçılarla öğleden sonra oynuyor, tüm gün gidenlerle saat 3 ve 5'ten sonra oynuyor. Yazları her gün tatilcilerden biriyle arkadaş oluyor. Öyle ki bazı günler evden, hatta odasından dışarı çıkmak istemiyor, sanırım kendisini şarj ediyor. Ayrıca sürekli aynı yaş grupları ile oynamıyor. Kendisinden büyükleri gözlemliyor, kendisinden küçükleri idare etmeyi öğreniyor.)

          Laurence Steinberg'in kaleme aldığı "Beyond the Classroom" (Sınıfın Ötesinde) isimli kitaba göre, okul çocuklarının yüzde beşten az bir kısmı akademik başarıyı değerli bulan akran gruplarına dahildir - aynı zamanda baskın akranlardan gelen baskı, gençleri başarısızlığa doğru itmektedir.

          Evokulu yapan çocukların, okulda okuyan yaşıtlarına göre daha iyi sosyal becerileri ve daha az davranış sorunları olduğuna dair araştırmalar mevcuttur. (Radford Üniversitesi'ne 1992 yılında sunulan söz konusu yüksek lisans tezine buradan ulaşabilirsiniz: http://myplace.frontier.com/~thomas.smedley/smedleys.htm) (çev: Ki ben bunu kendime ve kendi çocuğuma bakarak da görebiliyorum. Ben kendim kreşte büyümüş bir çocuğum, eşimse ilkokula kadar ve ilkokulda da okuldan sonraları sokakta oynayarak büyümüş bir çocuk. Ben ilkoulda da pansiyonlu okulda okuduğumdan akşam 19.00'da evde olurdum ve sokakta hiç oynayamadım, sadece yaşıtlarımla ve bir yetişkin gözetiminde iletişime girerek büyüdüm. Eşim de, ben de içe dönük insanlarız. Ama eşimin sosyal becerileri benden kat be kat daha iyidir. Aynı şekilde kızım da içedönük bir çocuk. Ama sosyal becerilerinin dışa dönük olsalar bile kreşe giden yaşıtlarından şimdilik daha iyi olduğunu gözlemleyebiliyorum. Kızımın davranış sorunlarıysa hemen hemen hiç yok.)

          Ayrıca evokulu yapan aileler toplum içinde daha aktif olma eğilimindedirler (çev: Ben içedönük biri olarak, iki senedir bulunduğum bölgede, 15 senedir burada olanlardan daha fazla insan tanıyorum. Çalışan kadınların sosyalleşmeye ayıracakları zamanları ve enerjileri olmuyor. Evlerine birini davet etmek ya da işten sonra birileri ile görüşek istemiyorlar. Daha çok, işten artan zamanlarını kendilerine ayırmak istiyorlar. Çocukları okulda olan evhanımları da çocukları olmadan sosyalleşmeye zaman ayırmıyorlar.  En fazla haftada bir çay saati düzenliyorlar. Ama kimsesizler yurduna giden, sahipsiz hayvan çiftliklerine yardım eden, yaşlılar evine ziyaretler düzenleyen vs sayısı çok çok az. Çocukları ile birlikte sosyalleşen aileler ise bunların herbirine daha çok zaman ayırıyorlar.). Başlangıçta çocukların değişik yaşlardaki ve yeteneklerdeki çocuklarla biraraya geldikleri evokulu toplantılarına alışmam zaman aldı. Tabii ki onlar birer çocuk ve mükemmellik abidesi değiller ama böyle neşeli, mutlu bir topluluğu birarada görmek beni de mutlu etti.

          Arkadaş olarak, çocuklarım okul arkadaşlarının bir kısmı ile görüşmeye devam ettiler. Tanıdık çevremizi genişlettikçe, çocuklar da arkadaş çevrelerini genişletip daha başka arkadaşlar da edindiler. Yeni arkadaşlarından çoğu onlarla aşağı yukarı aynı yaşlardaydı ama bazıları onlardan onlarca yaş daha yaşlıydı ve bu da onlara, geniş ve değişken tecrübelerle şekillenen bir bakış açısı kazandırdı. Onlar çocuklarıma, kendilerine benzer diğer çocuklarla birarada bulundukları okulda bulamadıkları bir olgunluk yolu sundular.

          Çocuklarımın arkadaşları arasında 70'li yaşlarında bir İskoçyalı beyefendi, otomotiv restorasyon meraklılarından oluşan bir grup, 60'lı yaşlarında bir yaban hayatı koruyucusu, sırt çantalı gezginlerden oluşan akranlar, farklı fiziksel engelleri olanlar, Hıristiyanlar, Budistler, ateistler, paganlar vardı; demek istediğimi anladınız sanırım (çev: Kızım da at çiftliğindeki öğretmenini ya da kütüphane memurunu yolda görünce "Anne bak, Ahmet arkadaşım burada" diyor. Gerçekten de akranları gibi arkadaşları olarak görüyor onları.).

          Bu dostlukların gerçekleşmesinin nedeni çocuklarımın ilgilerini çeken her yöne doğru ilerlemeye zamanlarının olmasıydı.

          Kontes, 6. ayından bu yana en samimi arkadaşı ile vakit geçirmeye de bayılıyor.


          6. Evokulu bir tür deneydir.
           
          Evimizden yürüme mesafesi 10 dakika uzaklıkta olan bu antik tiyatro kızımın en sevdiği mekanlardan biri. "Anne sana zeytinağacı olayım mı?" :) Arkadaşları ile ne piyesler sergiliyorlar bu tiyatronun sahnesinde...


          Tıpkı diğer ebeveynler gibi ben de çocuklarıma, onların hayat boyu mutlu ve başarılı olabilmeleri için gerekli malzemeleri onlara sağlayabilmek için çabalıyorum. Gecenin geç saatinde, uyku tutmazken, bu konudaki şüphelerimi gözden geçirdim.

          Ya evokulu onların elde edeceleri şansları sınırlarsa? Sonunda olaya çok dar bir bakış açısıyla baktığımı farkettim.

          Okullaşmanın kendisi bir deneydi zaten. Dünya üstünde bulunduğu sürenin yüzde 99'unda insan ırkı bu kurum ile tanışmamıştı. (Çev: Bana da en sık gelen eleştiri: "Çocuğun üzerinde deney yapıyor, onu bilinmeze atıyorsun.""İnşallah çocuğun ileride bu seçiminden dolayı mutlu olur" (bunun iyiniyetli bir dilek olduğunu sanmıyorum, bu cümlenin altmetninde daha çok "Çocuğun ileride senin yüzünden mutsuz olacak!"şeklinde bir suçlama seziyorum) ve bir de "Çocuğun ileride senden hesap sorarsa ne cevap vereceksin?"şeklinde oluyor. Hepsi de aynı kapıya çıkıyor. Önceleri beni ve çocuğumu 1 saat sonra görmeyecek olan birinden bile bu tür kişisel saldırı içeren ifadeler gelmesini garipsiyordum ve sinirleniyordum. "Size ne?!" diyesim geliyordu. Ama sonra sonra fark ettim ki bu saldırının altında aslında bir "savunma" mekanizması yatıyor. İnsanlar kendi yaptıklarından, kendi seçtikleri yoldan emin değiller. Emin olmadıkları gibi çocuklarının mutsuzluklarını görüyor ve ailecek zorlanıyorlar. Ama başka bir yol seçmek ya ellerinde değil ya da cesaret edemiyorlar. Dolayısıyla başka bir yol seçtiğini söyleyen kişiye saldırarak içlerini rahatlatıyorlar. O nedenle bu tür eleştirileri önceleri: "Ben çocuğumu bilinmeze atıyor olabilirim, ama siz bile bile lades diyorsunuz. Sonunda çocuğunuzun sistem içinde bir çarklı olarak ezileceğini ve tıpkı sizin gibi zor bir hayat yaşayacağını biliyorsunuz, ben en azından ne olacağını henüz bilmiyorum ama eminim sizin elde edeceğinizden emin olduğunuz gelecekten daha kötü olmayacaktır" diyordum. Ya da "Çocuğum ileride benim seçimimden dolayı mutlu veya mutsuz olmayacak. Benim ona verdiğim eğitimin kalitesi belli edecek mutluluk derecesini. Bu kaliteyi belirlemeyi bir okulun sırtına yüklemiyorum, elimi taşın altına sokuyorum ben. Umarım sizin çocuğunuz da sizin, onun için seçtiğiniz okuldan, öğretmenlerden, arkadaşlardan, eğitim sisteminden dolayı mutlu olur." veya "Çocuğum ileride benden hesap sorarsa, sorumluluğu üstleniyorum ve bu sorunun karşılığını verebilmek için de 7/24 çalışıyor, sıkı bir mesai yapıyorum. Sizse çocuğunuz eğitim sorumluluğunu okullara, özel derslere yüklemişsiniz. Çocuğunuz ileride neden sistemin bir çarkı olarak ezildiğini ve kendisini değersiz hissettiğini size sorarsa, sizin işiniz kolay. Rahatlıkla ben elimden geleni yaptım, herkes aynı yola sapıyordu, ben de o yola saptım, üstelik o yolda en iyi okullarda okuttum seni, daha da başkası elimden gelmezdi deyip arkanıza yaslanabilirsiniz. Ama bana hesap sorulduğunda her günümün ayrı ayrı hesabını vermeyi ben şimdiden kabulleniyor ve o sorumlulukla hareket ediyorum" filan diyordum. Sonraları anladım ki boşuna zaman harcıyorum. Karşımdakiler de en az benim kadar zeki, benim vereceğim cevapları onlar zaten biliyorlar ama bu konuda düşünmek istemiyorlar. Konuşarak zaman kaybetmenin anlamı yok, ben yoluma bakıyorum. Eleştirenlere de "Kader, kısmet, bekleyelim görelim" türevinden cevaplar veriyorum :) İçsesimizin çoğu zaman doğruyu söylediğini anne olunca anladım ben. İçsesiniz eğer "Bebeği ağlamaya bırakma, al kollarının arasına sıkıca sarıl" diyorsa, doğru olan odur. Doktorların filan ne dediği umrumda değil. Hakeza, eğer içsesiniz "Bu okul sisteminde bir hata var" diyorsa ki biliyorum konuştuğum istisnasız herkes bunu söylüyor, o zaman doğru olan odur. Tartışmaya hiç gerek olmadan, zaten her ebeveyn bunu biliyor.)

          İnsan ırkı çocuklarını zengin bir toplumsal eğitim ortamı içinde, geniş aileye yakın tutarak büyüttü ve genç insanların, sorumlu yetişkinler olacaklarına inandı. Bu sistem çok uzun bir süre, çağlar boyunca gayet iyi işledi.

          Çocuklarımı okuldan alarak bugünün test ağırlıklı yaklaşımı benimsemiş sisteminden özgürleştirmiş oldum, ki bu sistemin yetişkin dönemdeki başarı ile yakından uzaktan alakası yoktur.

          Her yıl 1200 saatini okulda harcamak yerine, gelecekteki başarılarını ve mutluluklarını doğrudan inşa etmek için zaman ayırabilirler. Yeni buluşlar, elleriyle öğrenmek ve anlamlı sorumluluklar gibi şeylere...

          Tüm şüphelerimden kurtulduğum anlamına gelmiyordu elbette. Bazı günler (tamam tamam, aylar) endişeleniyordum. İnsanın, içine yerleşmiş bir zihniyetten kurtulabilmesi çok zor (çev: Ben 2,5 yaşından bu yana okuldayım. Kreşten başladım, doktora yaptım, halen akademik kariyerime devam ediyorum. Dolayısıyla ortalama 34 senedir okul kurumu içindeyim. Okul kurumu dışında bir eğitim sistemini içselleştirmem hiç de kolay olmuyor. Rekabete, karşılaştırmaya, testlere, sözlülere, sınanmalara, kınanmalara, övülmeye yani dışsal motivasyonla hareket etmeye, öğretilmeye, hazır hap bilgilere, öğrenmek için başkalarına muhtaç olmaya öyle alışmışım ki...)

          Oysa şu anda çocuklarımın dördü de üniversitedeler ve kariyerlerine atılmış durumdalar.

          Yakınlarda ailemle birlikte, aramızdaki yakınlığa şükrederek, akşam yemeği yemeye oturmuştuk. Çocuklarım üniversiteye mutlulukla gidiyorlar, baskı altında bile neşeyle karşılık veriyorlar ve öğrenme zevkini kaybetmiş değiller. Çocukların İskandinav mitolojisi, Mayısböceği feromonu, zeplin tarihi ve yeni filmlerden replikler hakkındaki neşeli konuşmalarıyla gülüştük.

          Tüm bunların ne kadarının evokulundan kaynaklandığına emin değilim. Ama şuna eminim ki evokulu çocuklarıma, kendi olanaklarını keşfetmek için gerekli olan özgürlüğü sağladı. 

          Ve bu da fazlasıyla yeterli.

          Çeviren: Son olarak makalenin yazarından farklı olarak söylemek istediklerim var. Makalenin yazarı çocuklarının eğitimlerinde farklı alanları (koyun kırkmak, ahşap uçak yapmak, sırtçantası ile yalnız tatile çıkmak vb) kaleme alsa da sonucu üniversite eğitimine bağlamış. Oysa günümüzde doğrudan mesleğe yönelik bazı özel üniversiteler (konservatuar, güzel sanatlar vs) haricinde üniversite eğitimi de yeterli olmuyor. İnsanlar yüksek lisans, doktora yapmak ve yabancı dil öğrenmek için zamanlarını ve paralarını harcıyorlar. Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi mezunu olup da mühendislik yapan biriyle hiç karşılaşmadım ben. O bölüm mezunları sonunda hep pazarlamacı oluyorlar sanırım. Oysa Karadeniz'in bir dağ köyünden, bir ilkokul mezununun acayip icatlarını görüyoruz televizyonlarda. Bu işin bir orta yolu olmalı değil mi? Örneğin İşletme Fakültesi bence tamamen bir zaman kaybından başka bir şey değil. İnsanlar sadece diploma sahibi olabilmek için bitiriyorlar o fakülteyi. İşinde gayet başarılı olabilecek bir adam, o fakülteden diploma alabilmek için gençliğinin en verimli 4 senesini harcıyor ve sonunda genellikle üniversite mezunu bile olmayan birinin işyerinde maaşlı çalışan olarak işe giriyor. Ben ilköğretim ve liseyi geçtim, üniversite eğitiminin bile çökmekte olduğunu iddia ediyorum.

          2009 yılında Kontes'e hamileyken yüksek lisans tezi yazmak üzere kazandığım bir burs ile gittiğim İsviçre'nin, Bern şehrindeki Einstein Müzesi girişindeyim...

          Einstein'in aldığı dersin çizelgesi. Çizelgenin en sağında "Zahl der Zuhörer" yazıyor yani "Katılımcı Sayısı". Görüldüğü gibi derse katılan sadece 3 öğrenci varmış. Birisi Einstein, diğeri de ileride eşi olacak bir diğer öğrenci. Ben 1200 kişilik amfilerden mezun oldum ve daha da fazla sayıda öğrenciyi okutuyorum. Onların arasından bir Einstein çıkmasını beklemek hayalperestlik değil mi?
           Kaldı ki Einstein, kazandığı Nobel ödülü ile eşine ve oğluna olan nafaka borcunu ödemiş, yıllarca birlikte olduğu kadının evli olan bir Rus gizli ajanı olduğunu anlayamamış ve Almanya'dan önce atom bombası yapılmasını tavsiye ettiği ABD, Japonyayı bombalayınca "Hayattaki en büyük hatam budur" demiştir; dolayısıyla fizik ve matematik dehası bile olsa sosyal ilişkilerde "akıllıca" bir tutum sergileyememiş olduğu açıkça görülen biridir. Ayrıca Einstein lisede okulu bırakıp 1 senesini, evokulu tarzında İtalya'daki müzeleri ve sanat galerini gezerek ve lise diploması talep etmeyen Politeknik Okulu sınavlarını kazanabilmek için kendi kendine çalışarak değerlendirmiştir.


          Okulsuz eğitim ile ilgili diğer yazılarım:

          hovercraft
          hovercraft

          Bir Annenin Günlük Düzeni

          $
          0
          0




          2012 Eylül'ünde yazdığım bir yazıyı güncelledim:

          Kızım doğmadan önce çok basit bir hayatım vardı oysa kızım doğduktan sonra bir anda tüm sorumluluklarım birbirine girmeye başladı. Anladım ki ciddi bir günlük düzen oturtmam gerekiyor. Epey zorlandım ama sonuçta şöyle bir düzen oturttum:


          Sabah Rutini:
          • Üstümü başımı giyiniyorum: Babaannemden kalma alışkanlık, asla pijamalarımla dolaşamam. Ev ayakkabılarımı da giyiniyorum, temizlik yaparken ayakkabı kesinlikle hız kazandırıyor.
          • Banyoya gidiyorum: Yüzümü yıkıyorum, saçlarımı tarıyorum ve topluyorum (açık saçla duramam, annemin hediyesi), gül suyumukarbonatımı ve kremlerimi sürüyorum.
          • Çamaşır makinesini çalıştırıyorum: Akşamdan çalıştırmışsam, boşaltıyorum.
          • Bir süre kızımla oynuyorum: Sabah kalkar kalkmaz oynamazsak asabiyet yaratıyor :) (4 yaş itibariyle artık kendi kendine oynayabiliyor.)
          • Yatakları topluyorum.
          • Mutfağa gidiyorum: Bulaşık makinesini boşaltıyorum (kesin akşamdan çalıştırmışımdır) veya tezgahtaki yıkanmış bulaşıkları yerine kaldırıyorum, sirkeli su içiyorum ve kahvaltıyı hazırlıyorum.
          • Kahvaltı ediyoruz, bulaşık makinesini yerleştiriyorum.

          Öğlen Rutini:
          • Evdeysem öğlen yemeğini hazırlıyorum: Eğer evde olmayacaksam yemeği Sinbo'ya atıyor, yemeği pişirmeyi de ona bırakıyorum. O olmasa, bu kadar rahat gezemezdim sanırım.
          • Hızlıca etrafı toparlıyorum: En fazla yarım saat.
          • O gün yapmam gereken temizliği yapıyorum: Pazartesi günleri 2-3 saat süren genel temizlik, diğer günler sadece yarım saat süren belirli bölgede temizlik. Ayın ilk haftası antre ve salonu, ikinci hafta mutfağı, üçüncü hafta banyo ve çocuk odasını, dördüncü hafta misafir odasını düzenleyip temizliyorum.
          • Ajandamı kontrol ediyorum:  
          1. Pazartesi zaten genel temizlik günü
          2. Salı haftalık planlama ve sonra da kendim için bir şeyler yapma günüm: Yemek menüsünü, kızımla yapılacak aktiviteleri planlıyorum ve kendim için de manikür, cilt bakımı, köpüklü banyo, bir saatlik yoga, film izleme, salıncakta kitap okuma vs gibi şımartıcı bir şeyler yapmak için zaman ayarlıyorum.
          3. Çarşamba ertelenmiş işleri yapma günü: Yazmayı unuttuğum mektupları veya geciktirdiğim raporları yazıyorum, uzun sürer diye yapmayı ertelediğim kızımla ilgili bir deney ya da elişi yapıyorum, hayvanlarımın temizliğini veya doktor randevusunu ertelemiş olabiliyorum vs.
          4. Perşembe dışarıda halletmem gereken işler günü: Mektup atıyorum, aktar alışverişi yapıyorum, doktor randevusunu bugüne ayarlıyorum, kızımla yapılacak projeler için alınması gerekenler varsa kırtasiye alışverişi vs yapıyorum, hayvanların yemleri kumları alınması gerekiyorsa alıyorum, kuru temizlemede kıyafet varsa alıyorum vs.
          5. Cuma günü zaten benim pazar günüm ayrıca evdeki fazlalıları ayıklıyorum: Pazardan getirdiklerimi yerleştiriyor, sütü kaynatıyor ve belki bir sütlü tatlı yapıyorum. Kırılmış çatlamış veya kullanılmayan tabak çanak, giyilmeyen veya küçülmüş kıyafetler, okunmayan kitaplar vs. tamamen eskimiş olanlar çöpe, sağlam olanlar bir ihtiyacı olana gidiyor.
          • 15 dakika egzersiz yapıyorum ve duş alıp dışarı çıktığımda saat öğlen 12.00-13.00 arasında oluyor.
          • Öğlen yemeği yiyorum: Bazen evde yiyoruz, bazen ben evde yiyorum kızım dışarıda yemek istiyor.

          Günün bundan sonrası bana ait, ya kızımla oyun oynuyoruz ya da dışarı çıkıyoruz.


          Akşam Rutini:
          • Yemekten sonra mutfağı toparlayıp, mutfak tezgahını siliyorum.
          • Ertesi günü organize ediyorum: İşe gideceksem iş kıyafetlerimi ve çantamı hazırlıyorum. Evdeysem dışarı çıkarken yanıma alacağım çantayı (genellikle kızımın eşyaları oluyor içinde, ayrıca küçük bir cüzdan ve telefon ya da denize gideceksek deniz çantası), çantaların içine konacak abur cuburları (meyve, kuruyemiş vs) ve kızımla sabah uyandıktan hemen sonra oynayacağımız oyunu hazırlıyorum (4 yaş itibariyle bu kaleme gerek kalmadı).
          • Ertesi gün yapmam gerekenleri planlıyorum: İşim varsa, işimle ilgili plan yapıyorum. İşim yoksa ertesi günün yemeğini ve aktivitesini planlıyorum. Örneğin buzluktan kıyma çıkarıyorum, ertesi gün kızımın özel bir dışarı aktivitesi varsa onun için gerekenleri çantasına yerleştiriyorum, misafirim gelecekse yenecekleri içilecekleri ayarlıyorum, kızımla evde kalacaksak oynayabileceğimiz oyunları hazırlıyorum vs.
          • Banyoya gidiyorum: Önce klozeti ve lavaboyu sabunla bir güzel yıkıyorum ki sabaha temiz bulalım, zira ben de, eşim de sabahları banyoda bir hayli zaman geçiriyoruz. Klozete karbonat ile limontuzu atıp fırçalıyorum. Dişlerimi fırçalıyorum, saçlarımı tarıyorum, gül suyumu sürüyorum.
          • Uykum varsa kızımla birlikte erkenden uyuyorum. Uykum yoksa kendime zaman ayırıyorum: Eşimle zaman geçiriyorum, film izliyorum, çalışıyorum, blog yazıyorum, internette sörf yapıyorum ya da kitap okuyorum.

          Uyku:  

          Uyku düzeni konusunda insanlar ikiye ayrılırmış. Sabah erken uyanmayı sevenler (tarla kuşları) ve tüm enerjisi öğleden sonra yükselmeye başlayıp, geceleri yaşamayı sevenler (baykuşlar). Gerçi bir tarla kuşu olan eşim bana inanmıyor ama gerçekten doğru bunlar: 
          http://en.wikipedia.org/wiki/Night_owl_%28person%29
          Avrupa'da mesai saatlerinin kendilerine göre ayarlanmasını talep eden baykuşlar bile var :) Ben şanslıyım ki işim okumak ve yazmak üzerine olduğundan, gece çalışabiliyorum. O saatlerde etraf sessizken okuyup yazmanın keyfi başka oluyor ve sabahları 1 sayfa yazdığım zaman diliminde geceleri 2-3 katını yapabiliyorum.

          Eğer ertesi gün, gündüz yapmam gereken bir işim yoksa ve gündüz vakti beynimi zorlayacağım bir iş yapmayacaksam, 3-4 saatlik uyku bana yetiyor. Fiziki yorgunluk uyku süremi uzatmıyor.

          2-3 gün arka arkaya 4 saat uyku ile yetinebiliyorum. Ama sonra ya öğlen ya da akşam kızımla beraber yatıyorum ve böylece 11-12 saat uyuyabiliyorum. 

          Sabahları 8- 9'dan önce uyanınca biraz zorlanıyorum. Neyse ki kızım bana ayak uydurdu da gündüz uykumu alabiliyorum, beraber 8.30'a kadar uyuyoruz. Eşim de kahvaltı etmek için beni uyandırmaz, sessiz sessiz hazırlanıp çıkar evden sabah işe giderken. Ona da anlayışı için teşekkürlerimi iletiyorum :) Eğer kızımla birlikte yatmışsam, sabah erken kalkıp hep beraber kahvaltı ediyoruz. Mesai saati sorunu olmayınca insan kendini, kendi fiziksel ihtiyaçlarına göre ayarlayabiliyor. Ama eğer mesai yapacaksam, erkenden yatmaya özen gösteriyorum.


          Yemek Planlama:
          Cuma günü pazar alışverişi yapıyorum, hafta sonu da et yiyoruz (balık, tavuk, köfte vs).

          • Pazartesi: Sebzeli tarhana çorbası + sebze (Cumadan aldığım sebzeleri bozulmadan yememiz lazım ve ayrıca pazartesileri genel temizlik günüm olduğundan kolay yemekler olması lazım.)
          • Salı: Mercimek çorbası + sebze
          • Çarşamba: Tavuk suyuna şehriye çorbası + sebze
          • Perşembe: Sebze çorbası (brokoli, patates, havuç vs) + bakliyat (nohut, fasulye, mercimek, barbunya)
          • Cuma: Tahıl çorbası + sebze (Geçen pazar alışverişinden artanları pişiriyorum. Hepsinden azar azar kalmışsa türlü yapıyorum).


          Aktivite Planlama:
          Haftalık aktiviteleri gün gün planlamıyorum, çünkü kızımın keyfine göre değiştiriyoruz. Ama genel olarak her hafta yaptıklarımız şunlar:
          1. Kart oyunları: Zar atıp pulları ilerletilerek ya da eşleştirme kartları ile oynananlar (kızım 4 yaşında artık zarların üstündeki noktaları saymadan, gelen sayıyı bilebiliyor).
          2. Elişi yapmak:Bardabas kutularından çıkanlar ya da  kırtasiyeden alınan etkinlik kitapları (Örneğin: http://www.idefix.com/kitap/yapa-etkinlik-kitabi-3-yas-kolektif/tanim.asp?sid=PL6LV7I1AE3EXXN84MEB) veya elişi kağıtları ile origami ya da yazıdan aldığım çıktılarla kes-yapıştır oyunları, labirent bulmaca oyunları veya boyama yapma/hamur oynama vs. Anneanne geldiği zaman birlikte dikiş dikiyorlar. Baba ile birlikte tamirat yapıyorlar.
          3. Efor sarf ettiren oyunlar: Ata binmek, yüzmek, bisiklete binmek veya en kötü havada çamurda zıplamak ya da evde yoga yapmak.
          4. Sosyalleşme: Hava güzelse meydanda ya da plajda arkadaş buluyoruz, hemen her hafta eve misafir davet ediyoruz ya da biz misafirliğe gidiyoruz. Kütüphaneye, hamama, kuaföre, pazara vs gidiyoruz. İngilizce dersine ya da kreş etkinliklerine katılıyor ki bunları da sosyalleşme kapsamında görüyorum ben. Düzenli olarak akrabalarımızla ve arkadaşlarımızla birlikte zaman geçiriyoruz, ya onlar geliyor ya da biz gidiyoruz, hep birlikte yemek yiyoruz, oyunlar oynuyoruz, müzik dinliyoruz, sohbet ediyoruz vs.
          5. Ev oyunları: Kukla konuşturmaca, lego veya yap-boz oynama, deney yapma, tekerleme söyleme, sesli kitap okuma, evcilik oynama vs. Deneyler, tekerlemeler ve oyun fikirleri için bloglardan ve kitaplardan faydalanıyorum. Üşengeç biri olduğumdan en kolay, evdeki malzemelerle yapılabilecekleri görür görmez not ediyorum. Bu notları ve beğendiğim oyun kitaplarını sakladığım bir klasörüm var. Canımız sıkılınca hemen o klasörden fikir alıyorum.
          6. Ev işleri ve yemek yapmak: Hemen her gün yemeği ve ev işlerini birlikte yapıyoruz. Oyun hamurunu evde yapıyoruz. Kek ve kurabiye pişiriyoruz.
          7. Geziler: Ailecek gezilere çıkıyoruz. Bazen dağ bayır yürüyoruz, piknik yapıyoruz, doğayı inceliyoruz; bazen de şehre iniyoruz, tiyatroya gidiyoruz, kafelerde oturuyoruz, kızım trambolinde zıplayıp akülü arabaya biniyor. İki haftada bir kreş arkadaşları ile birlikte sinemaya gidiyor. Böylece nerede nasıl oturup kalkması gerektiğini öğreniyor. 
           
          Son olarak şunu da eklemek istiyorum ki bazen öyle dönemler oluyor ki sadece "hayatta kalmak"önemli oluyor. Siz hasta olabilirsiniz, bebeğiniz hasta olabilir, sevdiklerinizden birinin bir sorunu olabilir ve fiziksel ya da manevi olarak yanında bulunmanız gerekebilir, içinde yaşadığınız toplum ciddi bir krizden geçiyor olabilir ve siz fiziken ya da zihnen hiçbir şey yapacak kuvveti ya da zamanı bulamayabilirsiniz. Öyle günlerde sabahtan akşama kadar televizyon karşısında oturulabilir, sabah öğle akşam makarna yiyebilir, evin içinde dağınıklıktan göz gözü görmeyebilir... Böyle günlerde akşama tüm ailenin sağ sağlim çıkmış olması yeterli sevinç kaynağıdır. Evdir toparlanır, hiç sorun etmeye değmez... Kendinizi toparladığınız zaman ailenizden, arkadaşlarınızdan yardım istersiniz ya da ücret karşılığı size yardım edecek birini bulursunuz ya da hiçbir şekilde yardım temin edemiyorsanız, ufak ufak toparlamaya başlar, her gün azar azar vakit ayırarak gerekirse 2-3 ayda toparlarsınız. Önemli olan ailenizin maddi manevi sağlığıdır; başka hiçbir şeyi dert etmeye değmez...

            Okul Öncesi Çağındaki Çocuğa "Ölüm" Nasıl Anlatılır?

            $
            0
            0
            Kızım 7 aylıkken ilk kez babaannesi ile dedesinin mezarını ziyaret ediyor.


            Öncelikle belirtmek isterim ki burada yazdıklarım tavsiye niteliğinde değildir, hatta bir kısmı sosyal- bilimsel önerilere aykırıdır, sadece kendi tecrübelerimi içermektedir:

            Evlendikten sonra eşimin ailesi ile 3-4 sene haftanın 4-5 gününü beraber geçirdik. Sağlıklı insanlardı, hayatımızdan memnunduk. Sonra bir gün ölüm haberleri geldi, ikisi de vefat etmişlerdi. Kayınvalidemin morgda yıkanmasına yardımcı oldum ve gömülürken de yanındaydım. Kızım aşağı yukarı bir sene sonra doğdu.

            Dolayısıyla kızım doğduğundan beri ölüm hayatımızın içerisinde oldu. 2 yaşından küçük çocukların ölümle ilgili herhangi bir fikirleri yokmuş ve ölüm kavramını anlamazlarmış. Babaanne ve dedesini bilerek büyüsün istedik. Evimizdeki fotoğraflarını kaldırmadık, sorduğu soruları yanıtsız bırakmadık. Sık sık yaptığımız mezarlık ziyaretlerine kızımızı da 7. ayından itibaren götürdük. Kızım bizi mezarın başında dua ederken, ağlarken, kalabalık olarak ailecek sohbet edip gülüşürken, babaanne ve dede hakkında anılar anlatırken, mezarlığı ellerimizle temizleyip, sulayıp çiçeklendirirken gördü, izledi... Mezarlığı hep çok sevdi. Mezarlık yeşildi, ağaçlık ve çiçeklikti, orada kaplumbağalar vardı. Mezarlık ziyaretinden sonra Tıbbi Bitkiler Bahçesi'ne, müzeye, çocuk parkına, organik pazara gidiyorduk ya da ailecek gitmişsek, haftasonunu ailecek gezip, yiyip, sohbet ederek geçiriyorduk. Mezarlık ziyaretlerini mutlu birer anı olarak hatırlayacağını ümit ediyorum.



            3 yaşından itibaren çocuklar ölüm kavramını yavaş yavaş anlamaya başlarlarmış ama tam olarak anlayamazlarmış. Bu nedenle ölümden, ölmekten bahsederken duygusuz konuşurlarmış. "Ben öldüm" diye yere yatıp, kıkırdayabilirlermiş. Kızım da ölümü anlamıyordu. Bunu soru sormamasından anlıyordum. "Babaanneye gidiyoruz" dediğimizde sevinerek geliyordu. Babaannesinin resimlerini görüyordu ama hiç "Babaannem nerede? Toprağın altında mı? Neden bizimle konuşmuyor?" gibi sorular sormadığı gibi durumu olduğu gibi kabullenmişti, ne zaman bir mezarlık görsek "Anne bak, babaannemin yerinden" diyordu neşeyle.

            Öleceğini bilen tek canlı insandır ve insan ölümü kabullenmez. Bu yüzden cenaze merasimi yapan tek canlı da insandır. Kızımın eninde sonunda ölümle ilgili sorular soracağını biliyordum ama henüz soyut düşünceleri anlayabilecek yaşta değildi, daha somut korkuları vardı. Mesela akşam vakti sokağa çıktığımızda kucağıma gelmek istiyordu "Ayaklarımı tırtıllar yiyecek diye korkuyorum" diyordu. Benim de inancım şu ki: Bir çocuk bir konuda soru sormuyorsa, henüz o konuyu öğrenmeye hazır değil demektir. Dolayısıyla kızım soru sormadan ona açıklama yapmam. Kızımın öğreneceği her şeyi öncelikle kendisinin akıl edip, kendisinin soru sorarak öğrenme sürecini yönlendirmesi en büyük dileğim olduğundan kızıma sormadığı soruların cevaplarını barındıran kitap okumuyorum ya da çizgi film izlettirmiyorum. Kabaca eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmek istemiyorum. Kızımın yanında televizyon izlemiyorum, eve gazete sokmuyorum, anlayamayacağı kadar ağır haberleri onun yanında konuşmuyorum.


            7 yaşından küçük çocuklar soyut düşünemezlermiş. Mesela birisi öldü ama kalbimizde yaşıyor, derseniz, koca adam nasıl sığdı kalbin içine diye düşünürmüş. Veya öldü ama yukarıdan biri seyrediyor dersek, bizi bıraktı gitti ve seyrediyor diyerek terk edildiğini düşünerek sinirlenebilirmiş. Ya da uzun bir yolculuğa çıktı dersek, ölen kişinin kendisini bırakıp gittiğini düşünüp, ölen kişiye kızgınlık besleyebilirlermiş. Bu nedenle çocuklara ölüm kavramını anlatırken çok dikkatli olmak lazım. Bir de kızıma Kırmızı Başlıklı Kız ya da Mavi Sakal gibi masalları anlatırken, Kurt'un karnına taş doldurmuşlar ve o da su içerken nehre düşmüş ya da karısının erkek kardeşleri Mavi Sakal'ı parça pinçik etmişler vs diyorum. Ama özellikle "Kurt ölmüş" ya da "Mavi Sakal'ı öldürmüşler" demiyorum ki ölmenin bir tür "ceza" olduğunu düşünmesin. Aklı erdiği zaman Şeb-i Aruz törenlerine götürüp, ölüm gününün evlilik günü kadar mutlu bir gün olduğunu anlatmayı tercih ederim.

            6 ila 9 yaş arasındaki çocuklar, ölümün geri dönüşü olmadığını anlarlarmış, ancak kendisinin ve sevdiklerinin ölmeyeceklerine inanmaz, ölümün genellikle hastalara ve yaşlılara özgü bir durum olduğunu düşünürlermiş. Kızım da 4 yaş civarında ölen kişilerin hasta veya yaşlı olup olmadıklarını sorgulamaya başladı. Bu da tehlikeli bir durummuş. Çünkü çocuk ölmemek için yaşlanmamak gerektiği, yaşlanmamak için büyümemek gerektiği şeklinde akıl yürütüp, büyümemek için de uyumayı veya yemek yemeyi reddedebiliyormuş (Bir örnek için bkz: http://alpiharikalardiyarinda.blogspot.com.tr/2010/02/cocugunuza-yasam-dongusunu-anlatirken.html). Ya da ölümü uykuya benzetip uyumayı reddedebiliyorlarmış. Bu tür yanlış akıl yürütmelerin önüne geçebilmek için hastalık ve yaşlılık ile ilgili sorularını ayrıntılı şekilde cevapladım. Rahmetli anneannem ile büyükbabamın fotoğrafları durur evimizde, o fotoğrafı aldım elime ve kızıma "Bak" dedim, "Büyükbabayı biliyorsun. Yanındaki kadın da benim anneannem. Anneanne, büyükbabadan gençti ama öldü. Büyükbaba yaşlı ama hala yaşıyor, biliyorsun" dedim. "Peki o zaman anneanne neden öldü?" diye sordu kızım. Hastalandı, demek istemedim. "Zamanı gelmişti çünkü" dedim, "Zamanı gelen herkes ölür, zamanı gelmeyenler ise hasta veya yaşlı da olsalar ölmezler, herkesin ölmek için bir zamanı vardır" dedim. Gerçekten de inancım bu yönde, ecele inanırım. Kızım da sesimdeki kendinden emin tavrı hissetti sanırım, bir daha hastalık ve yaşlılık lafı etmedi. Ecel kavramından başka hiçbir teolojik açıklama yapmadım. Çünkü en son isteyeceğim şey, henüz soyut düşünemeyen kızımın Allah'ı veya Cennet'i kafasında bir kişi (özellikle de bir erkek) ve bir mekan figürü ile bağdaştırmasıdır. Kendi algısı geliştikçe, daha felsefik sorularla geleceğine eminim ve inanç sistemime ilişkin diğer açıklamaları, kızımın devam eden sorularında vermeyi planlıyorum.

            Kızım bir süre sonra "Sen ne zaman öleceksin? Benim ölüm zamanım ne zaman gelecek?" gibi sorular sormaya başladı. Ölümden korkmaya başladı. Sık sık ölüm hakkında konuşmak istiyordu, ben de sık sık aynı soruya aynı cevapları veriyordum. "Ne zaman öleceğimi bilmiyorum. Senin büyüdüğünü, bir bebeğin olduğunu görmek istiyorum. Ölmek istediğim zaman öleceğim", dedim. Benim uzun yıllar ölmeyeceğime emin oldu ama kendisinin ölüm zamanı konusunda tatmin olmadı. İşte o noktada doğru yaptığımdan asla emin olamayacağım bir şey yaptım ve kızıma: "Eğer ölmek istemiyorsan bunu kalbine söyleyebilirsin, kalbin seni duyar ve ölmezsin" dedim. O da son bir senedir ara ara, gece uyumadan önce ya da yokuş çıkıp da kalbi çarpmaya başladığında "Ölmek istemiyorum" diye fısıldıyor kendi kendine. Doğru mu yaptım bilemiyorum ama bu sözler kızımı rahatlattı, sanırım kontrolün kendisine olduğunu hissetti, artık ölümden bahsetmiyor, herhangi bir korku emaresi de göstermiyor. Ancak hala eğer ölürse kendisine kimin bakacağını merak ediyor sanırım. Bana "Arkadaşımın annesi, babası olmasa ona kim bakar?" diye sordu. "Anneannesi, babaannesi bakar anneciğim" dedim. "Onlar da olmasa?" dedi. "Teyzesi, halası bakar" dedim. "Ama ya hiç kimse yoksa?" dedi. "Hiç kimse olmasa, sana kim bakar anneciğim?" diye karşı atak yaptım. "Ben kendime bakabilirim" dedi. Ben de "Arkadaşın da kendisine bakabilir anneciğim, yine de yanında muhakkak birileri olur yalnız kalmaması için" dedim. Sanırım bu cevaptan da tatmin oldu ki bir daha sormadı.

            Bu arada kızım 4 yaş civarındayken hamileliğim düşükle sonuçlandı. Hamileliği öğrendiğimde duyduğum mutluluğu da, hamileliğim süresince yaşadığım sıkıntıları da kızımla paylaşmıştım. Düşük yaptığımı da ve bu nedenle üzgün olduğumu da kızımla paylaştım. "Bebek gelmek istemedi anneciğim. Başka bir bebek gelecek onun yerine. Yeni gelecek olan bebeği beklememiz lazım" dedim ve ikinci kere hamile kaldığımda da mutluluğumu ilk olarak kızımla paylaştım. Bu süreç içinde de olumsuz herhangi bir tepki vermedi. Mutluluğu yaşarken olduğu gibi, zor dönemlerden geçerken ve yasımı tutarken de kızıma rol model olmam gerektiğini düşündüm ve yaşadığım hiçbir şeyi gizlemedim kızımdan. Abartılı bir durum olsaydı gizlemem gerekebilirdi belki ama kendimi ruhsal olarak sağlıklı hissettiğimden ve duygularımı da abartısız yaşadığımı düşündüğümden saklama gereği hissetmedim.

            10 yaşından sonra ise çocuklar artık ölüm kavramını daha net bir şekilde algılamaya başlıyorlarmış. Soyut düşünme becerisi 11-12 yaşlarında oturuyormuş. Bu yaşlarda artık ölümün yaşamın sonu olduğunu, herkesin bir gün öleceğini ve ölümden geri dönüşün olmadığını anlayabiliyorlarmış. Kızımın bunların ne kadarını algıladığını henüz tam bilemiyorum. Ama ölümden korkmasını istemiyorum. Bu nedenle konuşmak istediği sürece ölüm hakkında konuşuyorum, konuşurken kaçamak cevaplar vermemeye, gözlerimi kaçırmamaya ve kendimden emin konuşmaya çalışıyorum. Sorduğu kadarına, anlayabileceği şekilde cevap veriyorum; fazladan bilgi vermemeye çalışıyorum.

            Şimdilik, 4,5 yaşında, uzun süren ya da en azından beni bayağı terlettiği için uzun sürdüğünü düşündüğüm "ölüm" temalı konuşmalarımız sonlandı. Bakalım bir sonraki felsefik soru ne zaman patlak verecek...

            3,5 Yaşında Çocukla Santorini Adası

            $
            0
            0
            Romantik manzaraya dalıp gitmiş Kontes...

            Kiklad Ada grubunda bulunan Santorini Adası, M.Ö. 1500 civarında, büyük bir volkanik patlama sonucu meydana gelmiş. Ada, mimari yapısı, mavi kubbeli beyaz kiliseleri ve romantik falez manzarası ile ünlü... Santorini aslında 5 adadan oluşuyormuş. Ana ada, Tira'nın nüfusu kışın 15.000 iken yazın 100.000 kişiye çıkıyormuş. Adayı yılda bir milyonu aşkın turist ziyaret ediyormuş.
             
            Ada'da büyük gemilerin yanaşacağı bir liman bulunmuyor. Bu nedenle adayı ziyaret eden bir milyonu aşkın turistin her biri, ada yakınına gemilerle geldikleri gibi, gemilerden de adaya botlarla yanaşıyorlar. Botlardan indikten sonra iki ihtimal var: Ya Fira Limanı'na gidip, oradan teleferiklerle yukarı çıkıp, toplu taşıma araçlarını kullanacaksınız ya da ETS Tur'un tur otobüslerinin bulunduğu Athinios İskelesi'ne gidip, oradan tur otobüsleri ile önerilen turlardan birine katılacaksınız.
             
            Görüldüğü gibi Fira Limanı (eski liman) denilen yer minicik bir alan. Adayı gezmek isteyenlerin bir şekilde limandan yukarı doğru çıkmaları gerekiyor.
             
             
            Biz turla dolaşmayı pek sevmediğimiz için botlarla Fira Limanı'na gittik. Liman'da inince adanın yerleşim olan tepe noktasına çıkmak için 4 ihtimal var: 1. Teleferiğe binmek 2. Eşeğe binmek 4. Eşek yolundan yukarı yürümek 4. Oia Köyü'ne botlarla gitmek...
             
            Teleferikte inanılmaz uzun bir kuyruk vardı. Her biri 6 kişilik, 6 adet teleferik 500 küsur basamaklık bir yüksekliğe çıkıp iniyor. Bu sürede de güneşin altında, o sıcakta beklemek gerekiyor. Çıkarken kullanmadık ama inerken Fira'dan teleferiğe bindik.
             
             
            Yüzlerce kişi kuyrukta beklerken her seferinde en fazla 36 kişi yukarı çıkabiliyor.
            Bir diğer ihtimal Oia Köyü'ne doğru botlara binmekti. Ama bunun için adam başı 20 Avro istediler. Gidilecek mesafe kısa olunca, o kadar para vermek istemedik:

            Bot turları şu noktalara gidiyorlardı. Biz adanın kuzeyine gitmek istiyorduk.

            Yürüyebilir miyiz diye baktık. Tek yürüme yolu eşeklerin de kullandıkları merdivenli yoldu. Yol zaten çok dik, 500 küsur merdiven çıkmak gerekiyor ve ayrıca eşekler sağa sola sıkıştırıp, itip kakabiliyorlar, ayrıca da yola dışkıladıkları için çok da güzel kokmuyor.


            Çıkmamız gereken yüksekliğin aşağıdan görüntüsü...

            Yukarı çıktıktan sonra, son merdivenin üzerindeki basamak numarasını çektim...
             
            Geriye tek ihtimal eşeğe binmek kalıyordu, biz de denemek istedik. Adam başı 5 Avro verdik (çocuk hariç), eşim kızımızı Ergo Baby ile sırtına bağladı, ikimiz iki ayrı eşeğe bindik (iki erkeğin tek bir eşeğe bindiğini de gördüm, eşek demeyelim de katırdılar sanırım, çok iri ve kuvvetli hayvanlardı). Yukarı çıktığımızda terden sırılsıklam olmuştuk. Bir tarafı uçurum olan 500 küsur merdiveni eşekle çıkmak cidden yorucuydu ama çok zevkliydi. Bir daha gitsem, yine eşekle çıkmak isterim sanırım; eğlenceli bir maceraydı :)
             

            Eşekten indikten sonra bu beyaz pantolonu değiştirmek zorunda kaldım çünkü diğer eşeklere sürtünmekten ve eşeğin eyerinin renginden rengi kahverengiye dönmüştü.
            Fira, adanın merkez kasabasıymış. Her taraf dükkanlarla dolu. Biraz gezdikten sonra, oturup bir yerlerde dondurma ve vafıl yiyoruz.
             
             

            Oturduğumuz pastanedeki garson kızdan ada hakkında bilgi alıyoruz. ETS Tur rehberleri, adanın en yüksek noktası olan İlyas Peygamber Dağı'ndan (Mt. Profitis İlias) tüm adanın görüntülenebileceğini söylemişlerdi ama garsonumuz dağın pek de ilgi çekici bir yer olmadığını söylüyor. Deniz turu için de Perissa Plajıönerilmişti. Siyah volkanik kumlarla kaplı ender plajlardan biri olması insanların ilgisini çekiyormuş. Ama biz Ünye kumsallarında siyah kumlarla sık sık haşır neşir olduğumuz için, o kısımla da pek ilgilenmiyoruz. Zaten tavsiye edilen plajlar adanın güneyinde ama gezilmesi önerilen Oia Köyü en kuzeyde, ikisine birden gidebilmemiz zamansal olarak mümkün değil. Garsonumuz da ısrarla Oia (İa okunuyor) Köyü'nü görmemizi öneriyor. Nasıl gidebileceğimizi sorduğumuzda, çok yakındaki otobüs durağını tarif ediyor. 1.60 Avro karşılığı bilet alıp, otobüsün ilk durağından otobüse binip, oturarak Oia Köyü'ne gidiyoruz.
             
            Otobüsten Oia Köyü meydanında iniyoruz.
            Oia Köyü bana Şirince Köyü'nü anımsatıyor. Yamaca kurulmuş, eşsiz manzaralı bir köy ve içinde dükkanlar, restoranlar var. En karakteristik özellikleri daracık taş döşeli sokakları, 60'ı aşkın mavi kubbeli kiliseleri ve Venedikliler'den kalma kale harabesi...

            
            Büyük gemi ta ABD'den gelmiş, arkadaki küçük olan da bizim yolculuk ettiğimiz ETS Tur'a ait Aegean Paradise gemisi.



            Oia Köyü, mavi kubbeli beyaz kiliseleri ile ünlü...

            Adada evlenmek çok modaymış. Biz oradayken 3 farklı milletten gelinle damat gördük. Yunanlılar da balayı için bu adayı tercih ediyorlarmış.



            Köyün denize kıyısı yok, tepede kalıyor. Sırf manzarası ve mimari dokusu nedeni ile bu kadar çok turist çekiyor, görünen evlerin hemen hepsi birer butik otel ve oldukça da pahalılar; inanılır gibi değil...



            Bir dükkan...
            Adanın kalesi görünüyor uç tarafta...

            Turistler, daracık yollarda bir aşağı bir yukarı yürüyorlar akın akın...

            Denize kıyısı olmadığı için otellerde havuz var...


            Yel değirmenleri var...


            Ada gün batımı ile ünlüymüş. Gemiye gidecek son seferi kaçırmamak için gün batımını Fira'da karşılıyoruz. Gün batımı her yerde aynı gün batımı neticede, ama sizin daha güzel görmenizi sağlayan etrafınızdaki atmosferin getirdiği ruh hali oluyor... Sokak müzisyenleri eşliğinde, büyük bir kalabalıkla güneşin batışını seyretmek gerçekten çok keyifliydi...
             

             
            Dönüşte gemiye giden en son tekneye yetişebildik. Tabii tıka basa doluydu... 
             


            Romantik miydi? Romantikti. Ama benim gibi denize girmeyi sevenler için bir defa görmek yeterli, ikinci defa gitmek isteyeceğimi sanmıyorum... Belki bir defa daha gidip tekne turu yapmayı düşünebilirim, kim bilir?...

            Boğaz Ağrısı Doğal Yollardan Nasıl Geçirilir?

            $
            0
            0
            Solda: Bakteriyel; şişmiş küçük dil, beyazımsı noktalar (iltihap), kırmızı şişmiş bademcikler, boğaz kızarıklığı, gri tüylü dil (ayrıca farklı bir ağız kokusu). Sağda: Viral; kırmızı şişmiş bademcikler, boğaz kızarıklığı.

            Kendimi bildim bileli, özellikleri kışları durup durup boğazım şişer, iltihaplanır. Eskiden antibiyotik kullanmadan iyileşemezdim ya da öyle olduğuna inanmıştım. Hamile kaldığımdan beri (5 senedir) ilaç kullanmıyorum. Ve her sene daha az hasta oluyorum.

            En sık başıma gelen boğaz ağrısı ve bademcik iltihabı oluyor. Faranjit, laranjit ve tonsilit üçlüsünü artık kendi kendime teşhis edebilir durumdayım.

            Kimyasal ilaç kullanmadığım gibi, doğal ilaç da kullanmak istemiyorum. Ama yutulmadan, dışarıdan yapılan müdahalelerden çekinmiyorum. Neler yapıyorum:

            1. Adaçayı çayı: Eğer bakteriyel bir durum varsa, bademciklerimde beyaz iltihapları görüyorsam ya da boğazım kıpkırmızı olup şişmişse hemen ılık adaçayı içiyorum.
            2. Tuzlu su gargarası: Tuzlu suyla gargara  yapıyorum. Aklıma her geldiğinde ya da boğazım her sızladığında gargarayı tekrarlıyorum. Tuzlu gargaranın aynı zamanda uyuşturucu bir etkisi var, boğaz ağrısını alıyor anında.Bir bardağa 4 yemek kaşığı tuz katıyorum aşağı yukarı.
            3. Tuzlu adaçayı gargarası: Ilıkken içine bol tuz katıp erittiğim adaçayı soğuduktan sonra, tuzlu adaçayı gargarası yapıyorum.  En etkili ilacım budur.
            4. Karanfil: Karanfilin de uyuşturucu etkisi var. Ağzıma bir karanfil atıp tutabildiğim kadar uzun tutuyorum. Yutkundukça boğazım uyuşuyor.
            5. Bal, limon (karanfil ve zencefil): Limonsulu bal, gıcık şeklindeki öksürüğü de yatıştırıyor. Limonun içindeki asit de bazı virüs ve bakterileri öldürüyormuş. Balın da antibakteriyel özelliği olduğu gibi aynı zamanda yutak mukozasına yapışıp, öksürürken vs incinmesini önlüyor. Bal yoksa, pekmez de aynı işlevi görür. Karanfil ve zencefil kaynatılıp çıkan suya bal ve limon da eklenip içilebilir.
            6.  Acı biber: Doğrudan yendiğinde ya da gargara yapıldığında acıyı alıyor ama boğazı da yakıyor biraz.
            7. Pirinç haşlama suyu: Pirinci haşlayıp çıkan su ile gargara yapılınca da boğaz rahatlıyor, yumuşuyor.
            8. Sıcak bitki çayları: Yatıştırıcı çaylar içiyorum. Ekinezya, papatya, kekik ya da ıhlamur gibi çayları içerken içine bal da katıyorum. Bir doktor sadece adaçayının tıbbi olarak etkisinin kanıtlandığını, diğer çayların etkisinin plasebo etkisi olabileceğini söylemiş, ama en azından hastayken bol su tükettirmesi açısından çayların olumlu etkisi olduğunu belirtmişti. Plasebo da olsa, bol su tükettiriyor da olsa hastayken bitki çayı içmeyi seviyorum.
            9. Elma sirkesi: Elma sirkesini hemen her gün içmeye çalışıyorum zaten. Bazı mikroplar, sirkenin yarattığı asetik ortamda barınamıyorlarmış. Hastalığı önlemek açısından da faydalı. Bir bardak ılık suyun içine bir tatlı kaşığı elma sirkesi, bir tatlı kaşığı da bal koyuyorum. Yalnız sirkemi kendim yapıyorum, marketten alınan hazır sirkelerin etkisine kefil olamayacağım.
            10. Elma sirkesi gargarası: Elma sirkesi ile yapılan gargara da boğazdaki bazı tür mikroları öldürebiliyormuş. Eşit oranda sıcak su ile elma sirkesini karıştırılıp gargara olarak kullanılabilir.
            11. Sarımsak: Midem hassas değildir, sarımsağı da çok severim. Özellikle bakteriyel bir durum varsa, yemekle birlikte bir oturuşta 1 baş sarımsağı yerim, en çok da ılık zeytinyağlı barbunya ile yemeyi severim (yazarken de canım çekti). Eğer yemek yiyemeyecek durumdaysam 2 baş sarımsağı ezip, allicin enzimi ortaya çıksın diye 10 dakika kadar bekletip, eğer kokusu biraz yok olsun istiyorsam zeytinyağı ekleyip, daha da yiyemeyecek gibiysem biraz da bal ve/veya limon karıştırıp, ekmeğin üzerine sürüp yerim. ("Allicin zararlı saldırılara karşı sarımsağın savunma mekanizmasıdır diyebiliriz. Sarımsak bitkisi taneleri dış kabuklar soyulduktan sonra herhangi bir fiziksel zarara ezmek kırmak bıçakla doğramak gibi maruz kaldığında, bir enzimatik reaksiyon ile Allicin üretir. Sarımsağın ana etken maddesi Alliğin çeşitli reaksiyonlarla ve oksijenle temasla ilk önce Allinaseye sonra ise allicine çevrilir. Allicin enziminin ömrü kısadır. Sarımsak iyice ezildikten sonra ortalama 4-10 dk arasında açığa çıkar ve 40 ila 60 dakika arasında tekrar allinaseye dönüşür." bkz.http://www.devazen.biz/2013/09/sarmsak-ve-allicin-nedir-nasl-kullnlr.html#ixzz2vT7ALqR6)
            12. Nane yağı: Burun açıcı olarak cold-mix kullandığımı yazmıştım (bkz. http://sormabulmadunyasi.blogspot.com.tr/2011/12/cold-mix-nedir-baby-x-cold.html). Nane ve onun aktif maddesi mentol anti-enflamatuar, antibakteriyel ve antiviral özellikler içerir, nefes almayı kolaylaştırır, sümüğü inceltir, balgam söktürücüdür, boğaz iltihabı ve kuru öksürük için de teskin edici ve yatıştırıcıdır; deniyor. Söyleyenlerin yalancısıyım :) Ama kokusu hasta insanı diriltiyor, orası kesin. Ayrıca tadı da çok güzel, çaya ya da sıcak suya eklenip içilebiliyor. Soğuk buhar makinesine de ekliyorum eğer nemsiz bir ortamdaysak.
            13. Yoğurt: Yoğurdun içindeki enzimler ve bakteriler hem boğazı rahatlatıyor hem de iyileşmesine yardımcı oluyormuş. İçine bal katılmış yoğurt da yemek yenmediği zamanlar enerji verir en azından.
            14. Zerdeçal: Ballı sıcak süt içmeyi severim. Bir bardak sıcak süte bir çay kaşığı zerdeçal de eklendiğinde boğaz ağrısına iyi geliyor. Mukusu arttırdığı için tavsiye etmeyenler de var sütü. Eğer öksürüğünüz varsa süt içmemek en iyisi sanırım.
            15. Kekik veya adaçayı (acı elma yağı) veya defne yağı: Bu yağları zeytinyağı veya badem yağı gibi taşıyıcı yağlarla hafifletmek gerekir özellikle çocuklar için. Ayak tabanına ya da doğrudan ağrıyan bölgeye sürülebilir, çocuklar açısından en iyisi ayak tabanına sürmektir. 
            Kızım hastalandığında başka neler yaptığımı da şu yazımda yazmıştım: http://sormabulmadunyasi.blogspot.com.tr/2013/01/ks-hastalklarnda-ilac-kullanmadan.html


            Boğaz ağrısı grip gibi bir hastalığın belirtisi de olabilir ya da sadece kirli hava, nemsiz kuru hava, hava değişikliği gibi tahriş edici nedenlerden de kaynaklanabilir. Yukarıdaki doğal ilaçların hangisinin istediğiniz etkiyi sağlayacağı, boğaz ağrısının kaynaklandığı nedene göre değişiyor. Deneme yanılma metoduyla bulmak gerekiyor.

            Okul Öncesi Çağındaki Çocuğa "Öldürmek" Nasıl Anlatılır?

            $
            0
            0

            DİKKAT: Bu yazı içeriğinde vejetaryenler ve hayvan hakları savunucuları için rahatsız edici olabilecek fotoğraflar barındırmaktadır!


            Ben kitaplardan okuyarak öğrenen biriyim. Ancak sadece tek yönlü öğrenmenin hayatı eksik deneyimlemek demek olduğunu biraz geç anladım. Bu nedenle kızımı eğitirken kitaplardan daha çok gerçek hayatın kendisinden faydalanmaya çalışıyorum. Yani yaşayarak öğrenmesi için uğraşıyorum. Bu nedenle kızıma herhangi bir şeyi anlatmaktansa, kendisinin deneyimlemesini tercih ettim. 

            Kızım da her çocuğun yaşadığı bir hayvan öldürme döneminden geçti. Kendimi, yağmur solucanlarının üzerine çıkıp tepinirken hatırlıyorum (2 yaşımdan sonrasını hatırlıyorum ben). Hayvanlar ölmezdi ya da ikiye bölünseler de hareket etmeye devam ederlerdi, çok şaşırırdım, ilgimi çekerdi. Kuzenlerimi de karıncaları ezerken hatırlıyorum. Hatta kimi insanlardan, çocukluklarında salyangozlara tuz döküp kurutarak veya makasla havada uçan sinekleri keserek öldürdüklerine dair hikayeler de dinledim. Kızım da karıncaları iki parmağı arasında ezip, sonra inceliyordu. Salyangozların kabuğuna parmaklarını sokup hayvanı yakalamaya çalışıyordu. İncelemesine müsaade ettim. "Aaaa ne yapıyorsun sen? Hayvanlar öldürülür mü? Pis o hem, sil çabuk ellerini" filan demedim. 3 yaş civarı ölü bir fare buldu, bulaşıcı hastalık kapmasından korkarak ellemesini istemedim ama incelemesine de engel olmadım. Eline bir dal parçası verdim. Kaskatı kesilmiş hayvanı itti, dürttü, sağa sola döndürdü, merakı tatmin olana kadar inceledi. Ölümü kötü, ölüyü iğrenç görmesini istemedim. Onaylamadığım bir şey yaptığında hep yaptığım gibi önce merakını gidermesini bekleyip, sonra da dikkatini başka bir konuya çekerek dağıttım her seferinde. Sonunda o dönem bitti. 

            Bu arada evimizde 1986 doğumlu bir su kaplumbağamız ile 2004 doğumlu bir kedimiz var. 

            Nilüfer, nam-ı diğer Niloş


             


            Kontes, bahçeye çıkması için Kahya'ya yardımcı olurken :)

            Babası da, ben de hayvanları sevdiğimizden, sokak hayvanlarını kendimiz de okşar severiz, kızımızın da okşamasını veya beslemesini de teşvik ederiz. Kızım hayvanlardan korkmaz, iğrenmez. Ben küçükken de balık beslerdim. "Balık çabuk ölüyor, dayanamıyorum, o nedenle beslemem" diyenler beni hep şaşırtıyorlardı. Dünyadaki her şey ölümlüyken, ölecek ve kaybedeceğim diye bir canlıyı sevmekten nasıl vazgeçebilir insan, anlayamazdım. Kızım da bizimle yaşayan, evimizin bir bireyi gibi olan hayvanlarımızın canlı olduklarının ve ölebileceklerinin farkında sanırım, bunu da normal karşılamasını istiyorum. Eğer bizden önce ölürlerse, onların ölümlerinden duyduğum üzüntüyü, yani yasımı kızımdan saklamayacağım; onlara yakışan bir defin merasimi düzenleyeceğim ve onları hala çok sevdiğimi ve özlediğimi de kızımla paylaşacağım.  

            Ölümü anlatıp da öldürmekten uzak tutmaya çalışmak da bana gerçekçi gelmiyor. Neticede bir döngü içinde yaşıyoruz, vahşi hayvanlar otçullar, otçullar bitkileri öldürüyor. Ölümden korkmaması ve ölüden tiksinmemesi adına öldürmek fiili ile de barışık olması gerektiğini düşünüyorum. "Çiçekleri koparma ölür" demiyorum. Çiçekler çok güzeller, başımıza taç yapıldıklarında bizi mutlu ederler ve güzelliklerinin hakkını veririz. Evimize hemen her hafta çiçek alırız. Ya da eve aldığımız maydanoz ve dereotunu saksıya koyarız. Onlar da zaman içinde ölür ama ölene kadar hem evimizi renklendirirler hem de yemeklerimize lezzet katarlar. Maydanozu veya karidesi, güzel bir yemek yaparak değerlendirmek onların hayatlarını onurlandırmak demektir. Hem sağlıklı, hem de lezzetli yemekler bizi mutlu eder, güçlü kılar. Bitki veya hayvan formundaki bazı canlıların ölümü, bize hayat, sağlık ve mutluluk verir. Bu nedenle karidesin ölüsü de maydanozun ölüsü gibi iğrenç değildir, mutlulukla yaklaşılması gereken bir şeydir, içimizde iğrenme duygusu uyandırmamalıdır. Bütün bunlar da elbette benim düşüncem. Herkes çocuğunu kendi düşüncesine uygun yetiştirdiğine göre, esasında elinden başkası da gelmeyeceğine göre, benim kızım da benim düşünceme uygun yetişiyor elbette.

             
            Hayvanları seviyorum ama aynı zamanda et de yiyorum. Bu nedenle iki yüzlü olmak istemiyorum. Kızıma cüce keçileri sevdirip, sonra da oğlak eti yedireceksem, o etin sevdiği hayvandan elde edildiğini bilmesi lazım diye düşünüyorum. Etin, hamburger olarak satılan bir nesne olduğunu düşünen şehirli çocuklarından olmasını istemiyorum. Kızımla at binmeye gittiğimiz bir gün, 4 yaşındayken, çiftlikte keçi kesiliyordu. Eğer ortamı hemen terk etmezsek, göstermemek için uğraşsam da fark edecek ve göstermek istemediğimizden yola çıkarak kötü bir şeyler olduğunu düşünecekti. Bu nedenle karışmadım. Babası "Etkilenmesin?" dedi ama ben işi oluruna bırakma taraftarıydım. Kendisi keçinin kesildiği bölgeye gitti, kesik keçi başını inceledi, hayvanın derisi çıkartılıp, karın boşluğu boşaltılırken de yanında durdu. Sonra bir süre de kendi kendine, evde oynadığı canlandırma oyunlarında keçi kesicilik oynadı ve benden de deriyi çıkartmak konusunda yardım istedi. Oğlak eti, bulunduğumuz bölgede sıkça yenen bir et, kızım da çok seviyor. Böylece o çok sevdiği etin nasıl elde edildiğini ve bir canlının hayatına mal olduğunu görmüş oldu, ne kadar anladı bilemiyorum elbette... Babası"Etkilenmesin?" demişti ama bizim kıza olan etkisi, akşam şehre inince beni elimden tuttuğu gibi kasaba götürüp "Anne kemikli et (pirzola) alabilir miyiz?" demek oldu. Kıyma yemiyor pek, eti de kemikli seviyor. Son araştırmalar da etin kemiğe yakın bölgelerinin daha faydalı olduğunu ortaya koyuyor. Bana rahatlık olsun diye çocuğu köfte yemesi için yönlendirmemişim iyi ki, kendi seçimi daha sağlıklıymış.


            On parmağında on marifet olan Gaziantepli Ahmet Amca, oğlağı yüzerken...

            Kızım oğlağın yüzülüşünü izlerken bir yandan da Eros'u seviyor.




            Benim dedem Erzurum Pasinler Köy Enstitüsü mezunu bir ilkokul öğretmeni. Çocukları çok seven, kış günü kapısına kadar gelen tavşanları havuçla besleyen, son derece kibar bir insandır. Kurban Bayramı'nda etini kendisi keser, temizler. Avcıdır aynı zaman, tüfeğiyle dağa çıkar avlanır. Vurduklarını eve getirir, küçükleri anneannem temizlerdi, büyükleri kendisi temizler ve yerler. O nedenle birisi bana hain avcı hikayeleri anlattığında çok şaşırırım. Çünkü avcı benim için dedem demektir. Dedem doğayı çok seven, korumak için elinden geleni yapan, hayvanlara karşı çok merhametli, karınca sürüsü görünce yolunu değiştiren bir insandır. Ama et yer ve yediği eti de avlamayı sever. Ve ben dedemin vahşi olduğunu hiç düşünmedim ama doğru vahşiyiz. İnsanoğlunu hayvanlardan farklı bir sınıfa koymuyorum ben. Düşünebiliyor olabiliriz ama sonuçta etobur, vahşi ama evcilleştirilebilir, memeli hayvanlarız. Et yememeyi vicdanî nedenlerle tercih eden insanlar var. Hatta Hindistan gibi ülkelerde 3 nesil hiç et yemeden yaşamış insanlar da var. Ama insanların çoğu et yiyor ve işin acısı, yediği et ile bağlantısı koptuğundan, yediği sosisin fabrika üretimi olduğunu sanıyor, onun da bir canlı olduğunu düşünmeden yiyor. Mesela mangalda kanat yapıyor ama yediği her iki kanadın, bir kuşun canı olduğunu düşünmüyor. Eğer kuş yiyeceksen, o kuşun canlı halini bilmeli ve nasıl yenebilir hale dönüştüğünü de görmelisin ki ona göre tüketmelisin. Aşağıda kızım Ahmet Amca ile Zemzem Teyze'yi ördek, kaz ve hindi yolarken izliyor:



            Hayvanları önce kaynar suya sokup çıkarıyorlar ki kanatlar kolay yolunsun. Ama kaz ve ördek suda yüzen hayvanlar olduklarından tüyleri suyu çekmiyor ve dolayısıyla çok zor yolunuyorlar.

            Kontes dayanamadı, Zemzem Teyze'ye yardım etmek istedi...

            En son ördeğin kesik kafasını eline alıp inceledi eni konu. Hiçbir tiksinme ve korkma emaresi göstermedi. Ayrıca eti çok sevdiği için "Ben büyüyünce kız kasap olacağım" diyor ve ara sıra kasaba gidip, kasabın etleri hazırlayışını izliyoruz. Kasabımız da artık kızımı tanıyor, bir gidişimizde bize böbrek hediye etti, biz de o böbrekle evde anatomi çalıştık (İbni Sina'nın, döneminde yasak olmasına rağmen kadavralar üzerinde çalışmış olduğunu biliyor muydunuz?):

            İnsan vücudunu anlatan sesli anatomi oyuncağı ve ortadan ikiye bölünmüş hayvan böbreği.

            En üstteki fotoğrafta görünen kitapta doğa ile bağlantısı kesilmiş olan şehirli çocuklarda görülen ve yazarın "doğa eksikliği sendromu" olarak bahsettiği etkilerden bahsediliyor. Çocukları nasıl tekrar doğaya döndürebileceğimize ilişkin fikirler öne sürüyor. Kendi hayatımdan örnek vermem gerekirse bizim ailede, anne tarafımdan doğadaki son çocuk anneannem oluyor. Anneannem soğuk bir dağ köyünde, çıplak ayak çobanlık yapan yetim bir kız çocuğu. Ekiyor, biçiyor, hayvan yetiştiriyor ve kendisini "özgür" hissediyor. Aç kalma korkusu yok, az da olsa babasından miras kalmış bir toprağı var. Kimse elinden alamaz onu. Orada sebze yetiştiriyor. Şehirde kalmak için direnen genç köylülerine hep "Kızım burada hapissiniz. Sinemaya mı, tiyatroya mı, konsere mi gidiyorsunuz? En fazla karşı apartmandaki komşuya çay içmeye gidebiliyorsunuz. Köye gelin. Dağ sizin, bayır sizin. İstediğiniz gibi gezer tozarsınız. Sağlıklı beslenirsiniz. Çocuklarınız araba korkusundan uzak, özgür olurlar." diyordu. Köyünde, kendi evinde öldü. Sevenleri gelene kadar, evinin bir odasında, karnının üstünde bir bıçakla bekledi. Kapısının önünde ateş yakıldı, ateşte su kaynatıldı ve onu sevenler tarafından son defa yıkandı. Cenazesi, kayınvalidesinin yanına, oğlu tarafından indirildi. Şehirde ölseydi, morga kaldırılacaktı. Defin gününe kadar orada bir buzdolabında bekletilecek, sonra bir morg görevlisi tarafından yıkanıp kefenlenecekti...

            Sonra annem geliyor. 12 yaşına kadar küçük yerlerde yaşamış. Yabani menekşe tarlalarında aldığı kokuyu hala sayıklar, evinde onlarca menekşe saksısı var ama işte hiçbiri kokmuyor. Karadeniz'de tanıştığı, köylülerden aldıkları mısır ekmeğinin rengini kokusunu tarif etmeye çalışır. Fırından aldıklarımızın hiçbirini beğenmedi henüz. İlkokul 3'ten sonra okutulmamış bir annenin, hukuk mezunu kızı olarak şehri terk etmek istemiyor. Ama dağa bayıra çıktı mı içindeki minik keçi yavrusu harekete geçiyor, ileri derecede kemik erimesi olan o minicik kadın nasıl dik yokuşlara, dağlara bayırlara tırmanabiliyor hayret! Bu tırmanmanın bir tekniği olduğunu anlatıyor bana ama ben anlayamıyorum, çocukluğumdan kalma bir tırmanma tecrübem yok çünkü, düz yolda düşüyorum ben. Bu nedenle kızımı sürekli tırmanışa götürüyorum. Kapalı bir spor salonunda yapacağı bir spor etkinliğindense açık havada özgürce yapacağı tırmanışın hem fiziken, hem de ruhen daha sağlıklı olduğuna inanıyorum. İnsan vücudunun düz yolda yürümekten ziyade, engebeli arazide yürümek üzere dizayn edildiğini biliyor muydunuz?

            Ve en son nesil olarak ben geliyorum. Sınırlı alanlarda, hareket kısıtlaması ile büyümüş bir çocuğum: Puset, ana kucağı, mama sandalyesi, araba koltuğu, kreş vb. Gerçi şimdiki kuşaktan biraz daha şanslıydım. Mama sandalyem yoktu, yerde oturabiliyordum. Gittiğim kreşin en azından gerçek topraktan bir bahçesi ve minik bir kum havuzu vardı. Günün büyük bölümünü kreşte ve evde dört duvar arasında geçiriyordum. Bu nedenle kas esnekliğim ve bedensel koordinasyonum zayıftır. Tembelliğimin de bundan kaynaklandığını sanıyorum. Geniş alanlarda büyüyen çocuklar daha çok hareket etmeye eğilimli oluyorlarmış doğal olarak. Ben az hareket ettiğinde "uslu" diye takdir edilen çocuklardandım.

            Doğadaki Son Çocuk isimli kitapta çevreci siyaset yapanların yaklaşımlarının yanı sıra, doğanın içinde yaşayan insanların doğa ile ilişkisine de yer veriliyor. Ben özellikle bu bölümleri aktarmak istiyorum:

            "New Mexico, Puerto de Luna'da yaşayan arkadaşım Nick Raven, önce bir marangoz ve sonra da New Mexico hapishanesinde bir öğretmen olmadan yıllar önce, uzun yıllar çiftçilik yapmıştı. Yıllarca birlikte balığa çıktığım Nick ve ben çok farklı insanlarız. Onu hep kendinden emin bir ondokuzuncu yüzyıl babası gibi düşünmüşümdür. Oysa ben, kendinden emin olmayan bir yirmi birinci yüzyıl babasıyım. Nick, balığın yakalanması ve sonra da yenmesi gerektiğine inanır; bense yakalanması ve sonra da çoğunlukla geri bırakılması gerektiğini düşünürüm. Nick yıkıcı şiddetin kaçınılmaz olduğuna ve bir babanın çocuklarına yaşamın ne kadar acımasız olduğunu göstererek öğretmesi gerektiğine inanır. Bense çocuklarıma karşı görevimin, onları dünyanın gaddarlığından elimden geldiğince korumak olduğuna inanırım.

            Nick, çocukları henüz küçükken ve ailesiyle birlikte, toprak bir yolun sonunda yer alan, kerpiç evlerle ve kavaklarla dolu bir vadinin içindeki bir çiftlikte yaşarken bir gün, kızı eve döndüğünde, en sevdiği keçisini (bir ev hayvanı değil, onu gittiği her yerde izleyen bir keçi) ambarda, derisi soyulmuş, bağırsakları dışarı dökülmüş ve bacağından asılmış halde buldu. Nick'in ailesinin maddi durumunun parlak olmadığı ve yalnızca Nick'in kestiği ya da avladığı hayvanların etini yiyebildikleri bir dönemdi. Kızı için bu korkunç bir andı.

            Nick pişman olmadığını söylemekte ısrarlı, ama o olaydan hâlâ söz ediyor. Ona göre kızı üzülmüştü ama yediği etin nereden geldiğini ve plastik folyo içinde doğmadığını artık biliyordu. yaşamının sonuna kadar da bilecekti. bu benim çocuklarım için isteyeceğim türden bir deneyim değildi, ama zaten benim farklı bir yaşamım olmuştu.

            Yiyecek edinmenin vahşi yanına pek azımız özlem duyarız. Ancak şimdi birçok gencin hafızasında herhangi bir karşılaştırma yapmaya olanak verecek bir deneyim bile yok. Gençler arasında vejetaryen olan ve sağlıklı yiyecek mağazalarından beslenen çok sayıda kişi var, ama çok azı kendi yiyeceğini kendi elde ediyor; özellikle hayvansal besinler söz konusu olduğunda (Çiftlikte yaşayan bu aile kendi tavuklarını kendisi kesiyor, çoluk çocuk hepbirlikte: http://www.cultivatinghome.com/2008/10/how-to-butcher-chicken-easy-way.html). Kültürümüz yarım yüzyıldan daha kısa bir zaman dilimi içinde, küçük aile çiftliklerinin kırsal alana egemen olduğu (Nick'in yiyecek anlayışının baskın olduğu) bir dönemden, çoğunlukla banliyölerde yaşayan birçok aile için sebze bahçelerinin zaman geçirme aracı olmaktan öteye gidemediği bir geçiş dönemine (anneannem bu döneme tekabül ediyor sanırım), oradan da yiyeceklerin sıkıştırılarak paketlendiği, laboratuvarlarda üretildiği günümüze yolculuk yaptı. Gençler bir yönüyle, yedikleri şeylerin kaynağı hakkında daha fazla bilgiye sahipler. Hayvan hakları hareketi onlara, örneğin tavuk üretim çiftliklerinin koşullarıyla ilgili şeyler öğretti. Lise ve üniversite öğrencilerinin giderek artan oranlarda vejetaryenliği benimsemesi büyük olasılıkla rastlantı değil (ya da iddia edildiği gibi insanların gitgide daha vicdanlarını dinler hale gelmelerinden, medenileşmelerinden kaynaklanmıyor). Ancak gençlerin bu tür bilgilere sahip olmaları yiyeceklerinin kaynaklarıyla kişisel bir ilişkileri olduğu anlamına gelmiyor."

            "Elbette, romantik yakınlaşmalar, örneğin hayvanlara dokunma olasılığı sunan bir tesiste yunuslarla birlikte yüzmek, bir tür olarak yalnızlığımızı kısmen giderebilir. Ancak doğa her zaman o kadar yumuşak ve sevimli değildir. Örneğin balık tutmak, avlanmak ya da Nick Raven'in sofraya et getirmek için yaptıkları pis işlerdir; kimileri için ahlakî olarak da pistirler. Ancak çocukları bu tür deneyimlerin bütün izlerinden mahrum bırakmak ne onlara ne de doğaya yarar getirir. (Zıpkınla balık avlayan bir kişi, Turkuazoo Akvaryumu'na gittiğinde nasıl davranmış, bir arkadaşı gözlemleyip anlatmış. İşte avcılık, sanılanın aksine insanı vicdansızlaştırmak yerine, hayvan ile insan arasında böylesine bir bağ kurulmasına yol açıyor: https://eksisozluk.com/entry/18947547).

            Amerikan Kızılderili Uluslarına Yönelik Irkçılığa Son Birliği'nin kurucusu Tuscon'lu Mike Two Horses şöyle diyor: 'hayvan hakları hareketine dahil olan gençlere baktığınızda büyük oranda şehirli, asi ama yine de ayrıcalıklı insanlar görürsünüz.' Kurduğu örgüt, Kuzeybatı'da yaşayan ve geleneksel olarak balina avcılığına bağımlı olan Makah kabilesi gibi yerli halkları destekliyor. 'Hayvan hakları koruyucusu gençler yalnızca ev hayvanlarını tanıyor' diyor. 'Bunlar dışında hayvanları yalnızca hayvanat bahçelerinde, akvaryumlarda ya da balina gözlem seferlerinde görüyorlar. Yiyeceklerin kaynaklarıyla bağlarını yitirmiş durumdalar; tükettikleri soya fasulyeleri ve diğer bitkisel proteinler için bile aynı şey söz konusu.'."(Kendisi gut hastalığı geçirdiği halde, izlediği belgeselde aslan tarafından öldürülen ceylanlar için ağlayan bir akrabam var. Bir blogda, kendisi vejetaryen olduğu için, kendi yemek artıklarıyla beslenen köpeğinin de vejetaryen olduğundan gururla bahseden bir yazı okumuştum. Bir başka blogda da olta ile balık tutan bir ayı resmi gösterip (ben o resimde, ayının olta kullanıyor olmasına takılmıştım mesela), nasıl olup da bir çocuk kitabında ölü hayvan resmi gösterilebildiğine sinirlenen bir babayı okumuştum. Herkes kendi anlayışına uygun yaşıyor elbette ve kimsenin kimseye hatalısın demeye hakkı yok (ki vicdani nedenlerle vejetaryen olanlar, et yemeye devam edenleri, katillikle itham ediyorlar kendilerince haklı olarak). Ama bana da bu tür tavırlar hatalıymış gibi geliyor işte... Bu da benim hayat görüşüm.)

            Kızımı bu hayat görüşüme uygun şekilde yetiştirirsem doğaya da faydalı bir insan olacağını düşünüyorum. Ona sadece ölümü göstermiyorum aynı zamanda hayvanlarla iletişime geçmesine olanak sağlıyorum. Evimizde hayvan bakıyoruz, sokak hayvanlarına zaman ayırıyoruz, ata biniyoruz yani hayvanlarla kişisel ilişki kuruyoruz. Ayrıca veterinere gidiyoruz, onun izin verdiği kadar hasta hayvanları tedavi edişini izliyoruz. Sütümüzün, balımızın, yumurtamızı temin edildiği hayvanları tanıyoruz ve onlara teşekkür ediyoruz (http://sormabulmadunyasi.blogspot.com.tr/2014/01/ciftciniz-ve-sutcunuzle-tansyor-musunuz.html). Ayrı arada anlayabileceği şekilde kitabi bilgiler de veriyorum; çiçeklerin bize bal yapa arılar, renklerine aşık olduğumuz kelebekler ve diğer pek çok hayvanın evi ve gıdası olduğunu anlatıyorum mesela. Çocuğa "Onlar böceklerin evi, bu nedenle koparmamalıyız" dersem hem suçluluk duygusu uyandırırım, hem çiçeklerle iletişimini kesmiş olurum, hem de küçük yaşta aşırı bir sorumluluk duygusunu omuzlarına yüklemiş olurum gibi geliyor. Dünyada bunca büyük fabrika doğayı ve çiçekleri yok ederken, etrafımızda yeşillikler yok edilip yol ve bina yapılırken çocuğa "Aman sakın o çiçeği koparma" demek aşırı bir tepki sanki. Bunun yerine evde çiçek yetiştiriyoruz. Kızımın da kendisine ait bir çiçeği ve sulama kabı var. Kendi çiçeğinin hayatından kendisi mesul. Su vermeyi unutup da çiçeklerinin bazılarının sarardığını gördüğünde üzülüyor, sorumluluğunun farkına varıyor. Yaşı ilerledikçe ufak bir sebze ve çiçek bahçesi de yapak isterim kızımla birlikte. Ona diktiğim çiçeklerin nasıl arılar ve diğer böcekler için koridorla oluşturduklarını, arıların nasıl tozlaşmaya ve dolayısıyla bitkilerin üremelerine yardımı olduğunu göstererek anlatırım. Böylece ona "Çiçekler kopara" dememe gerek kalmadan, çiçekleri koparmaması gerektiği sonucuna kendiliğinden varabilir. Ama bu çıkarımı kendiliğinden yapabilecek olgunluğa gelene kadar bilinçsiz bir öldürme döneminden geçmesi zaten beklenir bir şey.

            Evdeki çiçekler arasındaki tek pembe çiçeği seçti kendi çiçeği olarak :)

            Sonbaharda tohumlarını toplayıp her fırsatta sağ sola ektiğimi akşam sefalarının çiçeklerini ezerek boyama yaparken.

             
             
            "Paul Dayton, La Jolla'daki ScrippsOkyanusbilim Ensitüsü'nde bir okyanusbilim profesörü. Bir deniz ekolojisti olarak dünya çapında bir üne sahip olan Dayton, 1960'lardan bu yana Antarktika'nın deniz dibi canlı toplulukları üzerine yaptığı ve alanında ufuklar açan ekoloji çalışmalarıyla tanınıyor. Amerikan Ekoloji Derneği Dayron'u ve çalışma arkadaşlarını prestijli Cooper Ekoloji Ödülü ile onurlandırdı. Bu ödül ilk kez bir okyanus sistemi araştırmasına, "ekolojik geçiş bölgeleri boyunca yaşanan bozulmalar karşısında canlı topluluklarının yaşamlarını sürdürmesiyle ilgili temel sorunlara" eğildiği için verildi. 2004'te, Amerikan Doğabilimcileri Derneği Dayton'a, E. O. Wilson Doğabilimci Ödülü'nü verdi.

            Şimdi, yağmurlu bir günde ofisinde oturuyor, Scripps Rıhtımı'nın ardındaki karanlık ve soğuk Pasifik Okyanusu'nu seyrediyor. Odada bir teraryum, onun içinde de Carlos adında, Dayton'un fare ile beslediği dev bir kırkayak var. Dayton doğaya hayranlık ve saygıyla yaklaşıyor ama onu romantikleştirmiyor. Kar yağdığında yolları kapanan ağaç kesim kamplarında geçen çocukluğunda, babası avlanmadığı zaman ailesi aç kalıyordu. Kırlaşmaya başlamış saçları, bulaşıcı gülümsemesi ve soğuk rüzgârlarla sıcak güneşin parlattığı cildiyle sıkı ve atletik bir adam olan Dayton, kendini zaman zaman, uzun, zorlu bir kutup gecesinde uykuya dalıp hiçbir şeyin adlandırılmadığı, doğanın dükkânlarda satıldığı ve saf matematiğe ayrıştırıldığı bir yerde uyanmış gibi hissediyor olmalı.

            Bugün çoğu bilimci meslek yaşamına çocukken böcekleri ve yılanları kovalayarak, örümcek toplayarak ve doğa karşısında hayranlık duyarak başlamıştır. Bu tür serbest etkinlikler hızla yok olurken geleceğin bilimcileri doğayı nasıl tanıyacak?"

            "1978'de, Iowa Eyalet Üniversitesi'nde çevre araştırmaları profesörü olan Thomas Tanner, çevrecilerin kişiliklerinin oluşumunda rol oynamış olan etkenler üzerine bir çalışma gerçekleştirdi. Yaşamlarında, onları çevre eylemciliğine yöneltmiş olan şeylerin neler olduğunu araştırdı. Büyük çevre örgütlerinin çalışanlarına ve yerel şube başkanlarına yönelik bir anket düzenledi. Tanner, "En çok belirtilen etken, büyük farkla, çocuklukta doğal, kırsal ya da diğer görece bakir habitatlarda yaşanan deneyimlerdi. Ama her nedense, çevrecilerin çocuklarla doğa arasındaki yakın ilişkiden söz ettiğini pek duymazsınız" diyor. Bu kişilerin birçoğu çocukluklarında hemen her gün, serbest oyunlar ve keşif için doğal habitatlara erişebiliyordu.

            O zamandan bu yana İngiltere, Almanya, İsviçre, Yunanistan, Slovenya, Avusturya, Kanada, El Salvador, Güney Afrika, Norveç ve Amerika Birleşik Devletleri'nde yapılan araştırmalar Tanner'in bulgularını onayladı ve genişletti. 2006'da, Cornell Üniversitesi'nde Nancy Wells ve Kristi Lekies adlı araştırmacılar, çevrecilerin çocukluk dönemlerinde etkilendikleri şeyleri araştırmanın ötesine geçerek, yaşları on sekiz ile doksan arasında değişen şehirli yetişkinlerden oluşan geniş bir örneklemi incelediler. Araştırmaları, yetişkinlerin çevreye olan ilgilerinin ve çevreyle ilişkili davranışlarının doğrudan doğruya, on bir yaşından önce ormanlarda kendi başlarına oynadıkları oyunlar, kır gezintileri, balık tutma ve avlanma gibi "yabanıl doğa etkinlikleri"ne katılmalarından kaynaklandığını gösterdi. Araştırma aynı zamanda doğada oynanan serbest oyunun, yetişkinlerce organize edilen zorunlu doğa etkinliklerinden çok daha etkili olduğunu gösterdi. 

            Doğa korumacılarının ve doğabilimcilerinin çocuklukları, erken yaşta gelen ve daha sonraları doğrudan doğruya eylemciliğe yöneltilmiş olan esinlenme öyküleriyle doludur. Biyoseverlik hipotezinin babası E. O. Wilson, Naturalist (Doğabilimci) adını verdiği özyaşamöyküsünde bu olgudan söz etmiştir: "Çoğu çocuğun bir böcek dönemi vardır. Ben bundan hiç vazgeçmedim. Bir doğabilimcinin yetişmesinde önemli olan şey sistematik bilgiler değil, doğru zamana edinilen uygulamalı deneyimlerdir. Bir süre için eğitimsiz bir yabanıl olmak, adları ya da anatomik ayrıntıları bilmemek daha iyidir. yalnızca arayarak ve düşleyerek uzun uzun zaman geçirmek daha iyidir."

            Doğa korumacılının devlet başkanlığı düzeyindeki koruyucusu Theodore Roosevelt'in Edmund Morris tarafından anlatılan ilk gençlik yılları, benzer bir başlangıcı örnekler:
            Bir kitap çocuğu olan "Teddie" ormanda Kızılderili çadırları kurmanın, yabani ceviz ve elma toplamanın, saman balyalamanın ve hasat yapmanın ve uzun ve yapraklarla örtülü patikalar boyunca koşturmanın "büyüleyici zevkleri"nin farkına varmıştı. Doğa tarihi bilgisi bu erken çocukluk yıllarında bile olağanüstüydü. Kuşkusuz, bu bilgilerin büyük bölümünü kış aylarında okumakla ediniyordu. Ama bunları, yazları çevresindeki bitki ve hayvanları saatlerce gözlemleyerek tamamlıyordu.
            Teddie'nin "acayip şeylere ve canlı varlıklara" olan ilgisi büyüklerinin başına dert oluyordu. Bir tramvayda Mrs. Hamilton Fish'le karşılaşınca dalgın bir şekilde şapkasını çıkarmış, içinden fırlayan çok sayıda kurbağa yolculara korku salmıştı. Bir oda hizmetçisinin protestosu sonucunda Teddie, Roosevelt Doğa Tarihi Müzesi'ni yatak odasından üst kattaki arka odaya taşımak zorunda kalmıştı. Çamaşırcı kadın, "Evyenin ayaklarına bağlanmış, ısırmaya çalışan bir kaplumbağa varken nasıl çamaşır yıkayabilirim?" diye şikayet ediyordu.

            Yosemite Millî Parkı'nı o kaplumbağaya borçlu olabiliriz. Roosevelt gibi, yazar Wallace Stegner de çocukluk günlerini topladığı yaratıklarla doldurmuştu. Genellikle de bu yaratıkların iyiliğini düşünmezdi; zaman böyle bir zamandı. Finding the Place: A Migrant Childhood (Doğru Yeri Bulmak: Göçebe Bir Çocukluk) başlıklı denemesinde, çocukluğunun geçtiği, geniş kırların ortasındaki Saskatchewan kasabasını anlatır. Ev hayvanları (başka bir deyişle, evin geçici konukları) arasında oyuk baykuşları, saksağanlar ve bir kara ayaklı kokarca vardı. Çocukluğunun birçok gününü"buğday tarlamızda toplanan yer sincaplarını tuzakla yakalamak, silahla vurmak, kapana kıstırmak, zehirlemek ya da boğmak"la geçirdi. "Hiç kimse benden daha beyinsiz ve ahlaksız bir yıkıcılık gösteremezdi. Yine de orada sevgi vardı."

            Çevreci kuruluşların öncelikli hedefi, izledikleri politikanın ve kültürel tutumların genç kuşakla doğa arasındaki ayrılığa ince bir şekilde katkıda bulunup bulunmadığını kendilerine sormak olmalıdır. Geleneksel olarak çocukları doğa ile buluşturan diğer kuruluşların da aynı soruyu sormaları gerekir.

            Hayvanlara Etik Muamele İçin Mücadele Edenler Örgütü (PETA) eylemcileri Erkek İzciler'i balık avlama liyakat nişanlarını bırakmaya ikna etmek için bir kampanya başlattı.

            Akılcı olmaktan çok duygusal nedenlerden dolayı ne ava çıkarım nede oğullarımı avlanmaya teşvik ederim. Başkalarının avlanıyor olması düşüncesi de oğullarımı dehşete düşürür. Avlanmakla balık tutmak arasındaki ahlaki ayrımın çok ince olduğunu kabul ediyorum, ama yine de balık tutmak lehine önyargılıyım. Balık tutmayı, çocukların ve yetişkinlerin, doğayı yalnızca gözlemlemenin ötesinde doğada bir şeyler yaşamasının yollarından biri olarak görüyorum.

            Bugünün aileleri on, yirmi yıl önce pek kimsenin sormadığı sorularla; çocuklarının geleneksel avcılık-toplayıcılık yöntemlerini kullanarak doğayla etkileşime girmesiyle ilgili ahlaki meselelerle karşılaşırlar. Balık tutmak bazıları için tartışmalı bir konudur. Ancak diğer bazıları bunu, çocuklarını doğa koruma, diğer hayvanlarla ilişkilerimiz ve yaşam ve ölümle ilgili etik sorularla tanıştırmanın bir yolu olarak görüyorlar.

            PETA 2000'de, balık tutmayı "hayvan haklarının son cephesi" ilan etti. Örgüt, balıkçılık karşıtı kampanyasında hedef kitle olarak özellikle çocukları seçti. Eylemciler okuldan çıkan çocuklara balık tutma karşıtı broşürler dağıttı; diğer bazıları, Brooklyn Çocuk Balıkçılar yarışmasında, çocukları katil olmakla suçlayan pankartlar taşıyarak bir protesto eylemi yaptı.

            Evet, çocukların doğayı deneyimlemesinin alternatif yolları var. Ama doğayı seven insanlar, avcılığın ve balıkçılığın sona ermesini savunurken, bunlar kadar ya da bunlardan daha önemli seçenekler önermiyorlarsa, ne istedikleri konusunda dikkatli olmaları gerekir. Sonuçta, şehirlerin yayılmasının ve kirliliğin neden olduğu yıkımla karşılaştırıldığında, tüketici doğa sporlarının doğa üzerindeki etkisi çok cılız kalır. Avlanmayı ve balık tutmayı insan etkinlikleri arasından çıkarırsak, ormanların, kırların ve su havzalarının yıkımına karşı çalışmakta olan birçok seçmeni ve kuruluşu kaybederiz.

            Giderek doğasızlaşmakta olan bir dünyada, balık tutmak ve avlanmak, gençler için doğanın gizemlerini ve ahlaki karmaşıklığını öğrenmenin en son yolu olarak kalmaya devam ediyor. Bunu hiçbir film aktaramaz. Evet, balık tutmak ve avlanmak kirli işlerdir ve ahlakî olarak da kirlidirler, ama doğa böyledir. Eğer doğal yaşam vitrinin ardında kalır, sadece mercekler ya da ekranlar aracılığıyla görülürse hiçbir çocuk doğayı gerçek anlamda tanıyamaz ve değer veremez."

            "Robert F. Kennedy, Jr. New York şehrinin su havzasını korumak amacıyla kurulmuş ve Hudson Nehri'nin kirli mezarından geri çıkarılmasına katkı sağlamış bir kuruluş olan Riverkeeper için çalışan bir çevre avukatı olarak isim yapmıştır. En dikkate değer başarılarından biri, New York su havzası anlaşması olmuştur. Bu anlaşma için, şehrin suyunun temizliğini teminat altına almak üzere, çevreciler ve şehrin su tüketicileri adına müzakere etmiştir. Riverkeeper'ın dava avukatı, Su Koruma Birliği'nin başkanı ve Doğal Kaynaklar Savunma Kurulu'nun kıdemli avukatı Kennedy, Batı dünyasının her yerinde çevre konuları üzerine çalışmıştır. Boş zamanlarında beş küçük çocuğuyla Hudson Nehri'nde tüplü dalışa gitmeyi seviyor. "Eşli dalış" adı verilen şeyi yapıyor.

            Kennedy çocuklarından biriyle birlikte nehir tabanına iniyor. Gözdeleri olan büyük bir kayanın yanında, akıntıdan korunarak oturuyorlar. Çocuğunu omuzlarından ya da belinin çevresinden tutuyor (çocuğun güvenliği için ve soluk alışverişini hissetmek için). Şnorkelin ağızlığını dönüşümlü olarak kullanacaklar. Aşağıda, o kayanın yanında, su altı bitkilerinin akıntıda dans eden yapraklarıyla sarmalanmış halde oturuyor, balıkların yanlarından geçişlerini izliyorlar: saldırgan levrek ve bıyıklı kedibalığı, akvaryumlardan getirilip bırakılmış tropikal balıklar (özellikle melek balığı ve bazen denizatları) ve hatta arada bir, canavarımsı, tarih öncesinden kalma ve endamlı, yerli mersin balığı. Kennedy için balıkların geçip gidişini izlemek, soyadının ona yüklediği baskılardan uzaklaşmanın bir yolu olduğu kadar, doğayı çocuklarımızla birlikte nasıl deneyimleyebileceğimizin de metaforik bir anlatımı.

            Kennedy ile birlikte balığa çıkmıştım. Kennedy balık tutarken bana, "doğa çocuğu" olarak ilk deneyimlerini ve bunların kendi babalık tarzını nasıl şekillendirdiğini anlattı. "Çocukken bütün öğleden sonralarımı ormanda geçirirdim" dedi. "Semenderler, kerevitler, kurbağalar bulmayı severdim. Altı yaşımdayken odam akvaryumlarla doluydu, gerçekten de doluydu. Bugün de öyle. 1300 litrelik akvaryumumdan başka evimin her yerinde irili ufaklı akvaryumlar var". O ve çocukları Hudson Nehri'nden kedibalığı, yılanbalığı, karabalık türleri, mersinbalığı, çizgili levrek, sudak, benekli levrek, lüfer ve alabalık yakalıyorlar, bunları canlı halde eve getiriyorlar ve akvaryumlarında yaşatıyorlar.

            Teknemiz denize doğru yol alırken Kennedy, çocukların doğayla yeniden buluşturulması hakkında tutukuyla konuşuyordu: "Bizler doğanın bir parçasıyız. Sonuçta yırtıcı hayvanlarız ve doğada bir rolümüz var. Kendimizi bu rolden ayırırsak tarihimizden ve bizi birbirimize bağlayan şeylerden de ayırmış oluruz. Dinlenmek için balık tutanların olmadığı, mevsimlerle ve gelgitlerle temasımızın kaybolduğu, bizi dizüstü bilgisayarlardan çok önceleri burada olan on binlerce insan kuşağına ve nihayetinde Tanrı'ya bağlayan şeylerle bağlarımızın koptuğu bir dünyada yaşamak istemiyoruz."

            Doğaya Tanrı olarak tapmamak gerektiğini, ama doğanın Tanrı'nın birçoğumuzla en güçlü şekilde konuşma yolu olduğunu söyledi. "Tanrı bizimle birbirimiz aracılığıyla, kurumsal dinler, bilge kişiler, büyük kitaplar, müzik ve sanat aracılığıyla konuşur" ama hiçbir yerde "yaratımı olan doğada olduğu kadar incelikli ve güçlü ayrıntılarla, zarafetle ve sevinçe konuşmaz" dedi. "Ve bizim büyük doğal kaynakları yok etmemiz, akarsuların boylarına demiryolları yaparak onlara erişimi engellememiz (burada aklıma Karadeniz Sahil Yolu geldi), onları balık tutulamayacak hale gelinceye kadar kirletmemiz ("Son yıllarda Boğaz suyunda artan kirlilikle bağlantılı olarak Boğaz ekosisteminde görülen balık çeşitleri büyük ölçüde yok olmuştur. İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi'nin hazırladığı raporlara göre 70'li yılların sonlarında İstanbul Boğazı'nda yaşayan balık türü 60 iken, İstanbul Boğazı'nda yaşanan çevresel bozulma nedeniyle bu sayı günümüzde 20'ye kadar düşmüştür. İstanbul Boğazı'nda canlı çeşitliliği bakımından tehlike altında olan ve korunması gereken toplam 33 deniz bitkisi ve hayvanı bulunmaktadır."http://www.istanbultekneturlari.com/istanbul-bogazi/canli-cesitliligi ) ya da insanların suya açılmasını engelleyecek kadar çok kural koymamız, ahlakî olarak, yeryüzündeki son İncil'in elde kalmış son sayfalarını yırtmaya eşdeğerdir. Bu bedeli kendimize ödetmemiz akılsızlık olacaktır ve bunu çocuklarımıza yaşatmaya hakkımız yoktur."

            Kabaran bir dalga kayığımızı yükseltti, martılar bizi izledi ve şehir arkamızda, bir pus içinde kaybolmaya başladı. "Çocuklarımızın burada, suyun üzerinde olması gerek" dedi Kennedy. "Bu bizi, insanlığı bir arada tutan şeydir, ortak varlığımızdır. İnternetten değil, okyanuslardan söz ediyorum."

            Hamilelikte Anne Adayının Neler Yapması Gerekir?

            $
            0
            0


            Eskiden genç biri öldüğünde "Hayata doyamadan gitti" diye ölen kişi adına üzülürdüm. Anne olduktan sonra "Giden kurtuldu, ya annesi nasıl yaşayacak bu acıyla?!" diye yanıyorum. Bin bir eziyetle karnında taşı, bedenini ver doğur, yedirmek giydirmek yaşatmak için kendini feda et, saçının bir teline zarar gelmesin diye deli divane ol, o acı çektiğinde sen ondan daha çok acı çek... Sonra biri gelsin, alsın yavrunu elinden... Tarifi imkansız bir acı olmalı, tahayyül bile edemiyorum. Ömür boyu boğazında bir yumruk, göğsünde bir taş ile yaşamak gibi olmalı; tarif edemiyorum. Evladını kaybeden analara, babalara sabır diliyorum...

            Bu yazımda da hamilelikteki zorluklarla başa çıkma biçimimi anlatmıştım. Bir insan annesinin rahminde oluşurken, o anne neler neler yaşıyor... Kolay mı var oluyor bir can?
            -----------------------------------------------------------------------------------------------


            İkinci hamileliğimi, birincisinden oldukça farklı yaşamaya çalışıyorum. Keşke yapsaydım ya da keşke yapmasaydım dediklerimi paylaşmak isterim:
             

            1. Hamilelik öncesi tetkiklerinizi yaptırın:
             
            Eğer planlı olarak hamile kalıyorsanız kan, idrar ve hormon tahlillerinizi yaptırın. Herhangi bir sorun ortaya çıkar da tedavi gerekirse, hamileliğinizi ertelemeniz gerekebilir. O nedenle bence evlendikten sonra düzenli olarak her yıl genel kontrolden geçmekte fayda var.
             
            İlk hamileliğimden önce "Ben bu gözlüklerle çocuk bakamam" deyip lazerle gözlerimi çizdirmiştim mesela. Doğru bir karar vermişim.
             
            Hamilelik öncesi toksoplazma testi de yaptırmayı unutmayın. Hamilelik sonrası yapılan testlerde toksoplazma pozitif çıkınca bazen bunun hamilelik dönemi içerisinde mi yoksa çok öncesinde mi ortaya çıktığını anlayamıyorlar. O tür bir stresin de önüne geçmiş olursunuz.
             
            Eğer olmanız gereken bir aşınız varsa, onu da olun.
             
            Doktorlar hamile kalmak isteyen anne adayına vitamin hapı öneriyorlar. Folik asit hamileliğin ilk haftalarında, henüz hamile kaldığınızı anlayamadığınız ilk 4-5 haftada, bebeğin beyin gelişimi açısından önemliymiş. O nedenle hamile kalmadan kullanmaya başlamak gerekiyormuş. Kontes'e planlı hamile kaldığım için kullanmıştım. Bu hamileliğimde ise hiçbir hap kullanmadım. Çünkü vitamin hapı bile olsa, onların da içinde doğal olmayan yabancı maddeler var. Ayrıca fark ettim ki vücudumu iyi dinlersem, vücudum beni yönlendiriyor. Birçok hamilenin turşuya aş erdiğini duymuşuzdur mesela. Turşunun içinde folik asit varmış. Ve insanın canı hamile kaldığını bilemediği ilk 4-5 haftalık dönemde deli gibi turşu istiyor. Ve ayrıca ikinci hamileliğimde, ilkinden farklı olarak taptaze sebze ve meyvelerle, düzenli olarak besleniyordum. Bu nedenle ekstra vitamin hapına gerek görmedim.
             
             
            2. Vücudunuzu iyi dinleyin:
             
            Yukarıda da anlattığım gibi folik asit ihtiyacı olan vücut, folik asitin turşuda olduğunu biliyor ve turşu istediğini söyleyebiliyor bize. Aynı şekilde başka ihtiyaçlarını da dile getiriyor, biz anlamasak da. Mesela bizim evde çok patates yenmez ama hamileliğimin ilk aylarında deli gibi patates istedi canım. Mümkün mertebe en sağlıklı şekilde pişirerek yemeye çalıştım. Sonra pek et sevmeme rağmen, burnuma buram buram et kokuları gelmeye başladı. Demek ki vücudumun etin içindeki bazı maddelere ihtiyacı var.
             
            Bunun tek istisnası demirmiş sanırım. Türkiye'de yaygın olarak bazı bünyeler demiri kanlarında tutamıyorlarmış. Bu nedenle demir hapları ya da iğnesi almaları gerekebiliyormuş. İlk hamileliğimde kontrolsüzce demir kullanıp, üstüne bir de kabızlık çekmiştim. Bu hamileliğimde, hap kullanmaktansa her ay kan tetkiki yaptırırım dedim. Zaten bazı hormonal risklerden dolayı kan tahlili yaptırmam gerekiyordu. Her ay yapılan kan tahlillerime bakarak, vitamin ve diğer ilaçları kullanıp kullanmamaya karar verdim.
             

            3. Olumsuz hiçbir lafı duymayın:
             
            Nedendir anlamadığım bir şekilde insanlar hamilelere karşı çok düşüncesizce davranıyorlar. Aşağıda saydığım türden bir çok olumsuz ifade duyabilirsiniz, duymamazlığa gelin ya da açıkça sinirlendiğinizi belli edin ki bir daha cüret edemesinler:
             
            • "Çok şişmanlamışsın", "Çok kilo almışsın" ya da "Karnın çok büyük", "İkiz olmadığına emin misin?" vs türü dış görüntünüzle ilgili olumsuz laflar duymanız büyük ihtimal. Kimse sizin hamilelik şekeri, hamilelikten kaynaklanan troid sorunu vs çekip çekmediğinizi düşünmez, vücudunuzla ilgili olumsuz görüşünü bildirmekte bir sakınca görmez. Hatta sizi diğerleri ile karşılaştıran bile olabilir: "A, Ayşe Hanım'ın kızı da 6 aylık ama vallahi karnı hiç belli değil.". Özellikle ikinci ve sonraki hamileliklerde karın daha çabuk belli olur ve daha çok büyür. Hamile olduğunuz süreçte mankenlik, fotomodellik filan yapmayacaksanız, sağlıklı olmaktan başka hiçbir şeyi takmayın kafanıza.
            • "Doğumun yaza/kışa/Ramazan'a/bayram tatiline mi denk geliyor? Çok zorlanacaksın.". Hamile olduğunu öğrenen bir kadın ilk olarak doğum yapacağı tarihi hesaplar zaten. Ayrıca doğum yapacağı tarihteki olası hava durumunu da tahmin edebilir herkes. Kimsenin hatırlatmasına gerek yok. He deyin, geçin.
            • "Onu içmemelisin/bunu yememelisin". İnsanlar hamile kalan kadınların düşünme yetilerini kaybettiklerini mi varsayıyorlar acaba? Karnımdaki çocuğun sağlığını benden iyi kimse düşünemez, dolayısıyla kimsenin bana çocuk muamelesi yapıp  ne yiyip ne içemeyeceğimi söylemesini istemem.
            • Hamilelik ve doğumla ilgili hiçbir olumsuz hikayeyi dinlemeyin. Herkesin anlatacak korkunç bir hikayesi oluyor ve hamile bir kadın görünce de akıllarına ilk olarak bu korku hikayesi geliyor nedense. Söyleyecek güzel bir sözü olan konuşsun, olmayan konuşmasın lütfen. Hamile kadınlar zaten hormonal olarak hassas oluyorlar, bu hassasiyetlerini daha da çok kaşımanın bir anlamı yok.
            • "Çok geç/çok erken hamile kalmışsın" diyerek yaşınızı ima edene de "Size ne" demek en uygun cevap olur herhalde.
            • "Kız mı erkek mi?" sorusuna verdiğiniz cevabı takiben "Olsun, sağlıklı doğsun da gerisi mühim değil". Bu kişi ya bir oğlunuz varken ikincinin de oğlan olmasına üzülmüştür ya da kendince çocuğun cinsiyetini beğenmemiştir. Sinirinizi bozduğunuza değmez.
            • "Hala doğurmadın mı?". Olasılıkla en sık duyacağınız cümle de bu olacaktır? Ben sırf bu nedenle, bu hamileliğimde olası doğum tarihimi 2-3 hafta geç söylüyorum. Ama yine de biliyorum ki koca karnımla etrafta dolaşırken bu soruyla sık sık karşılaşacağım. Tavsiyem "Daha doğumuma 1 ay var" demeniz, belki ertesi gün tekrarlamazlar soruyu... Bir ümit...
             
            4. İlk 3 ayın zor geçebileceğini bilin:
             
            Hamleliğin ilk üç ayında, bir yandan bebeğin organları yapılanırken, sizin hormon dengeniz de tamamen değişir. Progesteron hormonu, sindirim sisteminizi yavaşlattığında kendinizi çok yorgun hissedebilirsiniz, sabah bulantılarınız ve reflünüz/mide yanmanız olabilir, yemeklere karşı tiksinti, midenizde şişlik hissedebilirsiniz (karnınız kaskatı kesilir), sıklıkla istifra edebilirsiniz, kabızlık çekebilirsiniz. Damarlarınızda dolaşan kan miktarı arttığından dolayı burun kanaması olabilir. Çoğunlukla bu belirtiler 4.-5. hafta ortaya çıkıp, 13-14. haftalarda son bulacaktır. Bu belirtiler daha uzun sürebileceği gibi hiçbir şekilde ortaya çıkmayabilir de... Aynı kadının bile bir hamilelik süreci, diğerine benzemiyor.
            • Herkesten yardım alın:İlk 3 ayda herkesin, özellikle de eşinizin size yardımcı olmasını isteyin. Kafanızı kaldıracak haliniz olmayabilir. Geceleri erken yatıp, geç kalktığınız halde öğlenleri de uyumak isteyebilirsiniz. Günde 15 saat uyumanız bile mümkün. Bulabildiğiniz herkesten, her konuda yardım isteyin. Yerleri süpürür müsün, bir tas çorba pişirir misin, toz alır mısın... "Yardıma ihtiyacın var mı?" diye soran birini asla geri çevirmeyin.
            • Dinlenin: Eğer hamileyken bir de çocuk bakıyorsanız, prensiplerinizi bir kenara atın. Dayanamayacağım şekilde uykum geldiğinde, kapıları kilitleyip, olası tehlikeleri bertaraf ettikten sonra kızıma çizgi film açıp, ben de yanında uyuyordum. Ya da birinden öğlenleri kızımla vakit geçirmesini istiyordum. En fazla 10 hafta sürecek bir süreç.
            • Kilonuzu kafanıza takmayın: Yemek yapmaktan da yemekten de tiksinebilirsiniz, çok normal. İlk hamileliğimde eşimin haftasonu yapıp yemem için bıraktığı taze fasulyeyi yerken televizyonda bir kadın program izliyordum (ne çok vaktim varmış). Benimle aynı haftalarda hamile bir kadının eşi "Daha hamileliğinin başında ama yemek bile yapmıyor" diyerek kadıncağızı babasının evine göndermiş. Kadını dinlerken yediğim lokmalar boğazıma oturmuştu. Her iki hamileliğimde de ilk 3 ay kendim yemek pişiremediğim gibi, pişerken evde bulunduğum yemekten de yiyemedim. Kavrulmuş soğan kokusuna tahammül bile edemedim. Çoğunlukla tostla beslendim. Hatta ilk hamileliğimde ilk 3 ayda 3 kilo verdim. Sorun etmeyin, bu günler de gelip geçecek. Size yardımcı olacak bir yakınınız yoksa ve mali durumunuz müsaitse, gerekirse temizliği bir kenara bırakın ve temizlik için anlaşacağınız bir kadından sizin ve aileniz için ücret karşılığı yemek yapmasını rica edin. Gerekirse yemekleri haftalık yaptırıp buzluğa atın, yeter ki sağlıklı yiyecekler yiyin.
            • Bazı şeylerden vazgeçin: Temizlik takıntınız olabilir, her gün spora gidiyor olabilirsiniz, yoğun bir iş temposunda çalışıyor olabilirsiniz... Mümkün mertebe bu dönemde sadece kendinize öncelik verin. Her gün temizlik yapmasanız, spora gitmeseniz ya da iş temposunu düşürseniz de yaşayabilecekseniz, en düşük tempoya geçin.
            • Protein alın: Vücudunuzda başka bir canlının bedeni oluşuyor. Protein yiyerek desek olun. Canınız tosttan başka bir şey çekmiyor olabilir. En azından tost yerken kaliteli peynir kullanın ya da tostun yanında badem ya da yoğurt yiyin, kefir ya da ayran için.
            • Su için: Su içmek yorgunluk ve bulantıyı azaltacaktır. Eğer normal su midenizi bulandırıyorsa sıcak bitki çayları için. Ya da sıcak bir mevsimdeyseniz buzlu, limonlu su için. Komposto için.
            • Hareket edin: Açık havada yarım saat yürümek hem kendinizi psikolojik olarak daha iyi hissetmenizi sağlar, hem enerji verir hem de derin bir uyku uyumanızı sağlar. İlk hamileliğimde işime arabayla gidip, tüm gün oturuyordum. Bu hamileliğimde sağlığım elverdiği ölçüde bol bol hareket ediyorum. En risksiz hareket, yürüyüş. Özellikle açık havada yürüyüş, bol oksijen alabileceğiniz bir ortamdaysanız ilaç etkisi yapıyor. Ayrıca hamile yogası ve hamile pilatesi de yapabilirsiniz. Hiçbir hareket yapamayacak durumdaysanız, sırt üstü yatmanız gerekiyorsa bile muhakkak esneme hareketleri yapın. Bacak kaslarınızın esnekliğini koruyun. Mümkünse alaturka tuvalete oturun. Sık sık çömelip kalkın. Çömelme hareketini Batılılar gibi değil, Doğulular gibi yapmanız önemli. Yani çömelirken tüm ayak tabanınız yere değmeli. Eğer tutunmadan yapamıyorsanız, duvara yaslanarak ya da bir sandalye arkalığından destek alarak çömelin. Sırtüstü yatarken ayaklarınızı, bileklerinizden ileri doğru uzatın, sonra da ayak parmaklarını bacağınıza doğru yani geriye doğru getirin (Pilateste "point and flex" diye tarif ediyorlar). Bu hareketi olabildiğince sık tekrarlayın. Yerden çorap, bez vb hafif bir materyal alacaksanız ayak parmaklarınızla almayaçalışın. Sağlığınız el veriyorsa ev işinizi kendiniz yapın. Doğum anına kadar vücudunuzun el verdiği en ağır işleri yapmaktan geri kalmayın.
            • Hamile kıyafetleri alın:İlk hamileliğimde hemen hiç kıyafet almamıştım, sonrasında pişman oldum. Vücudumun değişeceğini kabullenmemişim, doğumdan sonra eski halime döneceğim sanıyordum. Oysa 38 numara olan ayaklarım, hamileyken 40,5 oldu, doğumdan sonra 39 numarada kaldı. Bütün 38 numara ayakkabılarımı attım. 4 sene emzirdim kızımı, göğüslerim büyük kaldı. Doğumdan sonra eski kiloma dönmeme rağmen hem sütyen numaram değişti hem de gömleklerimin düğmesi kapanmaz oldu. Büyük boy sütyen ve yeni gömlekler almak zorunda kaldım. Doğumdan sonra karnım küçülecek sanmıştım, kilomdan bağımsız olarak karnım ilk 9 ay, 6 aylık hamileymişim gibi şiş kaldı. Ki normalde en kilolu halimde bile karnım olmazdı benim. Bütün pantolonlarımı değiştirmek zorunda kaldım. Ayrıca sezaryen yerim acıdığı için ilk 40 gün hamile pantolonu giymeye devam etim. Aynı durum külotlar için de geçerli elbette. Özetle, hamile kıyafetlerini doğumdan sonra da giyeceğinizi düşünüp, bol bol kıyafet alın, rahat rahat dolaşın.
            • Doktorunuza durumunuzu anlatın: Her ne kadar yorgunluk ve bulantı bu dönemde normal de olsa, belki anormal bir durumun habercisi de olabilir ya da doktorunuzun tecrübelerinden kaynaklanan önerileri olabilir. Durumunuzu doktorunuzla paylaşın.
             
            5. Sabah bulantılarına ve reflüye karşı iyi beslenmeniz gerekiyor:
             
            • Sabah uyanır uyanmaz yemek için yatağınızın yanında mide bulantınıza iyi gelen bir şeyler bulundurun. Tost, bir parça ekmek, tuzlu galeta, beyaz leblebi, kefir vs.
            • Sık sık ama azar azar yiyin. 2-3 saatte bir, midenizi doldurmayacak kadar yiyin. Zaten vücudunuzu iyi dinliyorsanız, o da size bunu söyleyecektir.
            • Gece yemek yemekten çekinmeyin. Mide bulantısı ile uyandıysanız, sabahın üçü de olsa tostunuzu yiyin, gece yemek yenmez diyerek kendinizi engellemeyin.
            • Hazır, paketli gıda tüketmeyin. Bunların çoğu mide bulantınızı arttırır.
            • Şekerli gıda tüketmeyin. Hata mide yanmanız varsa şekerli meyve bile tüketmeyin. Dikkat edin, muz yedikten sonra bile mideniz yanmaya başlayacaktır.
            • Mide yanmasına benim çözümümşu oldu ama herkeste işe yarar mı bilemem: Menengiç kahvesi. Bir cezve süte, 1 tatlı kaşığı menengiç atıp kaynatıyorum. Sonra ılımasını bekleyip içine bal ekliyorum. Sıcak sütlü, ballı menengiç kahvesi benim mideme iyi gelen tek şey oldu.

            6. Kabızlığa karşı:
            • Çok su için. Mesela yanınızda bir şişe su bulundurun ve şişeyi bitirmeye çalışın.
            • Kefir için. Evde kendi yaptığınız kefiri içmek midenize de iyi gelebilir.
            • Lifli yiyecekler yemeye çalışın. Mesela sadece tost yiyorsanız bile tam buğday ekmeğinden yapın tostu.
            • Kuru kayısı ve kuru erik yiyin. Tam kurumamış yarı ıslak erikler var, onlar daha da çok işe yarıyor. Kuru meyveleri sabaha kadar suda bırakıp, sabah suyu içip meyveleri de yiyebilirsiniz. Ya da kompostosunu yapın. Özellikle yaz aylarında bitki çayı yerine meyve kompostosu daha iyi gidiyor.
            • Sebze ve yeşillik yemeyi arttırın. Tabii bunu söylemesi kolay, yapması zor. Normalde çok sağlıklı beslenen biri olmama rağmen her iki hamileliğimde de sabahtan akşama patates kızartması ve mayonez yeme isteği içerisindeydim. Nerede lüzumsuz bir şey görsem canım çekiyor :)
            • Hareket edin, bol bol yürüyüş yapın. Eğer bir yandan da çocuk bakıyorsanız, evde kullanabileceğiniz bir yürüyüş aleti işinize yarayabilir ya da çocuğunuzla beraber yürüyüşe çıkabilirsiniz
            • Alaturka tuvalete oturun. Alaturka tuvaletiniz yoksa, tuvalete oturduğunuzda ayaklarınızın altına yüksekçe bir tabure koyarak, dizlerinizin kalçanızdan daha yüksek olmasını sağlayın.
             

            7. Bacak kramplarına, ayak kaşıntısına ve çatı kemiği ağrısına karşı:
             
            Bacak kramplarına karşı doktorum magnezyum tabletleri önermişti, bende çok işe yaramıştı. Yine de kendi doktorunuza danışmadan kullanmayın.
             
            Ayak kaşıntısına karşı da mısır nişastalı su ile yapılan ayak banyosu çok iyi gelmişti.

            Çatı kemiği ağrısı da nedir diye düşünüyorsanız, muhtemelen başınıza gelmemiş demektir. Bu öyle bir ağrı ki, kemik ağrısı olduğundan, masaj vs hiçbir şekilde müdahale edilemiyor. Gebelikte karşılaşılan çatı kemiği ağrısı, pubik/pelvik ağrı diye de adlandırılıyor. Kontes'e hamileyken yatarken bacak arama yastık koyarak baş etmeye çalışıyordum bu ağrıyla. Bu hamileliğimde daha etkin bir çözüm buldum: Bağdaş kurmak. Koltukta otururken bağdaş kuruyorum, yazı yazacaksam müdür koltuğu denen geniş çalışma koltuğuna bağdaş kurarak oturuyorum, hatta yatarken bile sırt üstü yatıp bacaklarımı bağdaş kurar pozisyonda bağlıyorum. Misafirliğe gittiğimde ayıp olmasın diye izin alıp, tek dizimi kırıp, tek ayağımı altıma almak suretiyle yarım bağdaş pozisyonunda oturuyorum. Bu ağrının bende tek çözümü bağdaş kurmak oldu.

            İşte ağrıyan yer tam olarak burası.
             
             
             
            8. Hamileliğiniz süresince 4 kez ultrason girmeniz yeterlidir.
             
             
            Hamilelik süresince bence en önemli olan annenin stressiz ve kötü düşüncelerden uzak bir dönem geçirmesidir. Kontes'e hamileyken her ay doktora gidip ultrasona giriyordum. Bu hamileliğimde bazı nedenlerden ötürü bir günde iki defa ultrasona girmem bile gerekti ama gerekmedikçe, sırf bebeğin boyunu posunu görmek için ultrasona girmedim, sırf laf olsun diye de doktora gitmedim.
             
            Kontes'te doktor randevularını iple çekiyordum, sanki kızımla orada görüşüyormuşuz gibi geliyordu ve o kadar endişeliydim ki birinin bana sürekli her şey yolunda demesini istiyordum.
             
            Oysa ikinci bebeğimde şunu fark ettim ki doktora gitmek ve ultrasona girmek başlı başına bir gerginlik ve endişe kaynağı. Sürekli kendini dinleyip, hastalık hastası olmak gibi. Mesela Kontes'e hamileyken ultrasondaki görüntüye bakarak parmaklarını saydığımı hatırlıyorum.
             
            Oysa hamileliğimiz üzerinde bizim hiçbir etkimiz yok. Yapmamız gereken belirli bir kaç kontrol var. Onları yaptırdıktan sonra gerisi kaderimize kalıyor. Nasıl bir çocuk çıkacak, neyle karşılaşacağız bilemiyoruz. En iyisi sürecin keyfini çıkarmaya çalışmak, gerisi kader kısmet. Sürekli doktora gittiğimizde %10 ihtimalle olmayan bir sorun, varmış gibi görünebiliyormuş.
             
            Ayrıca bebekle buluşmak için mutlaka onu görmek de gerekmiyor, hatta bebeği dinlemeyi engelleyebiliyor bile. Ultrasona girmiyorsanız aklınız hep bebeğinizde oluyor. Hangi seslere, hani tatlara tepki veriyor; günün hangi saati hareketli oluyor; hangi pozisyonda durmayı tercih ediyor; ne yaparsanız mutlu, ne yaparsanız rahatsız oluyor? Bunların hepsini ancak bebeğinizi dinleyerek fark edebilirsiniz. Kontes'le doğana kadar derin bir bağ kuramamıştım, bu bebeğimle henüz doğmadan sohbet de, kavga da ediyorum :)
             
            • Normal hamileliklerde 7, 12, 22 v 32. haftalarda; riskli gebeliklerde ise 7, 12, 22, 32 ve 38. haftalarda ultrasona girmek yeterliymiş.
            • İlk olarak 10. haftaya kadar ultrasona girmemiz gerekiyormuş ki kese ve kalp atışı görülsün. Böylece dış gebelik ya da boş kese gibi olumsuz durumlar tespit edilebiliyor. Aynı zamanda biden fazla kese varsa, çoğul gebelik de tespit edilmiş oluyor.
            • İkinci seferde 10-12. haftalarda ultrasona girip bebeğin gelişimi, eli ayağı normal mi, baş çevresi genişliğinde bir sorun var mı  diye bakılıyor. Down sendromu vs riski belirlenmeye çalışılıyor.
            • Üçüncü seferde 23-24 haftalıkken detaylı ultrasona sokuluyor. Doppler cihazı deniyor buna. Bebeğin iç organları inceleniyor. Kalbinde delik ya da böbreklerinde tıkanıklık varsa tespit edilip, gerekirse anne karnında müdahale edilebiliyor. Ayrıca bu haftalarda şeker yüklemesi de yapılıyor, eğer riskli bulunursanız bir önceki gidişinizde yani 12. haftalıkken de yaptırmanızı isteyebilir doktorunuz. Böylece hamilelik şekeri çıkarsa uygun diyetle ya da ilaçlarla müdahale edip sorun çıkmasını engellemeye çalışıyorlar.
            • Son olarak 32-34. haftalar arası plesantanın yerine, duruşuna bakılması gerekiyormuş.
            Hamilelikte ve doğumda sorun yaşama ihtimaliniz çok az. Sorunlu bir hamilelik geçirseniz ya da bebekte bir sorun tespit edilse bile yapılabilecek çok az şey var. Tıbbın elinden çok da fazla bir şey gelmiyor. Bu nedenle kendinizi germeyin, arkanıza yaslanıp kendinizi akışına bırakın...
             
             
            9. Hastane çantası hazırlayın:
             
            Normal durumlarda, iki gün kalacaksınız hastanede. Minik bir seyahat çantası yeterli gelecektir.
             
            • Minik bir makyaj çantası: Diş fırçası, el aynası, makyaj yapmayı seviyorsanız makyaj malzemeleri ve makyaj çıkarıcı, tokalar, belki bir de nemlendirici koyabilirsiniz. Eğer normal doğum yapacaksanız bir saç bandı ve dudak nemlendiricisi de koyabilirsiniz. Bir de deodorant olarak karbonat koymayı unutmayın (http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2011/11/dogumdan-sonra-ter-kokusu-nasl-onlenir.html)
            • Terlik ve çorap: Eğer ayakkabı giyip çıkarmak ya da koridorlarda ameliyat/otel terlikleri ile dolaşmak istemiyorsanız, kolay giyilebilen rahat bir terlik ve rahat çoraplar koymayı unutmayın.
            • Gecelik veya pijama ve sabahlık: Doğumdan sonra da bir miktar kanamanız olacak, özellikle de sezaryen doğumda. Bu nedenle yanınızda 1-2 parça da yedek bulundurun. Gecelik, tuvalete gidip gelirken çok rahat oluyor. Pijama da içeri misafirler girip çıkarken rahat oluyor ama sezaryende de, normal doğumda da dikiş yerinizi rahatsız edebilir. Her koşulda üzerinize bir de sabahlık almak kendinizi daha rahat hissetmenizi sağlayacaktır.
            • İç çamaşırı: Hamile külotu ve emzirme sütyeni almayı da unutmayın. Emzirme atleti de başkalarının yanında emzirirken rahatlık sağlıyor.
            • Emzirme pedleri ve göğüs ucu kremi: Hem akan sütü emip kıyafetinizin ıslanmasını engellerler, hem de büyüyen göğüs uçlarınızı gizlerler. Ben kumaş ve geniş olanlarını tavsiye derim. Göğüs ucu kreminizi kullanmayı  ihmal etmeyin ki rahat rahat emzirebilesiniz.
            • Bebek kıyafeti: Yenidoğan bebek bezi, çıtçıtlı zıbın, üstüne giydirmek için uygun kıyafet ve bir de şapka. Hastanede yattığı süre içinde bir ayaklı tulum, bir de eve dönerken yolda giyeceği kıyafetler yeterli gelir.
            • Telefon şarjı: Telefonundan ayrılamayanlardansanız bir de şarj koyabilirsiniz. Yoksa bir süre telefonsuz geçirin ya da telefonunuzu eşinize yönlendirin.
            • Su matarası: Su içmek ya da içinde ıhlamur vb süt arttırıcı çay yapmak  için bir de küçük matara ya da ağzı kapaklı kırılmaz bir bardak eklerseniz, ihtiyacınız olursa kullanırsınız.
             
            10. Cilt Bakımı (hamilelik çatlakları):
             
            Karnınızı, belinizi, kalçanızı ve göğüslerinizi (göğüs uçlarınız da dahil) düzenli olarak yağlayın. Doğumdan sonra da buna deva edin. Hamileyken gerilen deri çatlayabileceği gibi, hamilelikten sonra birden boşalan deri aşağı sarkıp, sarkmanın etkisiyle gerilen noktalarda çatlamaya neden olabilir.
             
            Son ay düzenli olarak göğüs ucu kremi kullanın. Hastane çantanıza da eklemeyi unutmayın. Emzirmek bazen acı verici olabiliyor ilk günlerde. Kontes'te hiç hazırlanmamıştım. İkinci doğumumda hazırlıksız yakalanmak istemiyorum.


            Unuttuğum bir şey kaldı mı acaba?

            Fırında Tarçın Burguları Nasıl Yapılır?

            $
            0
            0


            Elimden geldiğince paketli ürün almıyorum. Ama elbette evde çocuk var ve şekerli bir şeyler yemek istiyor. Bu konuda da pek becerim olmadığından, bulabildiğim en basit tarifleri yapmaya çalışıyorum. Bu ruloları hazırlaması çok kolay. Hamurunda 2 adet yumurta var, yumurta yemeyen çocuklara yumurta yedirmenin bir başka yolu olarak da kullanılabilir. Ayrıca galeta gibi yanıma alıp, kızım dışarıda bakkaldan filan bir şeyler istediğinde hemen çantamdan çıkarıp ikram da edebiliyorum.
             
            Hamuru için:
            (Not: Mayalı hamurun başarılı bir şekilde kabarabilmesi için istisnasız tüm malzemelerin oda sıcaklığında olması gerekiyor.)
            • 1 yemek kaşığı aktif kuru maya (1 paket yaş maya)
            • 1 su bardağı ılık süt
            • 1/3 su bardağı toz şeker
            • 1/2 su bardağı tereyağı
            • 4 su bardağı un (uygun kıvam bulunana kadar arttırılabilir)
            • 2 yumurta
            • 1 çay kaşığı tuz
             
            Üstü için:
            (Not: Malzemelerin hepsi damak tadınıza ve ortaya çıkan hamurun miktarına uygun olarak arttırılabilir.)
            1. 1/2 bardak kahverengi şeker (Beyaz toz şeker de olabilir ama kahverengi şeker, tarçınla daha şık duruyor. Glisemik indeksi daha düşük bir tatlı istiyorsanız aynı ölçüde hindistancevizi şekeri de kullanabilirsiniz.)
            2. 1/4 bardak erimiş tereyağı
            3. 2 çay kaşığı tarçın
             
             
            Hazırlanışı:
            1. Malzemeleri karıştırıp 15 dakika kadar yoğurun ve 1 saat kadar dinlendirin. Bu sırada hamur kabaracaktır.
            2. Fırını 190 derecede ısıtın.
            3. Hamuru dikdörtgen olacak şekilde açın. Uzunlamasına, erişte hamuru kesiyormuş gibi kesin.
            4. Her şeridi önce tereyağına batırın.
            5. Sonra her bir şeridi tamamen şeker ve tarçın karışımına bulayın.
            6. Şeritleri iki ucundan tutup aksi yönlere doğru her iki tarafından çevirmek suretiyle burun.
            7. Burguları fırın tepsisine yerleştirin. 10 dakikada tepside bekletmek suretiyle tepsi mayası yapın.

            8. 190 derece ısınmış fırında 15-20 dakika pişirin. Pişirme süresi burguların kalınlığına göre değişecektir. Üzerlerindeki tarçın kahverengi olunca pişmiş demektir.
             
            Burguları ince yaparsanız tarçın tadını daha yoğun alıyorsunuz. Kalın burgular ise daha çok kurabiyeye benziyor.

             

            Ev Yapımı Müsli (Granola) (Kahvaltılık-Atıştırmalık)

            $
            0
            0



            Kızım bir ara müsli sevdalısı olmuştu. Ben de evde yulaf ve kurumeyve/kuruyemiş karışımı hazırlıyordum. Çiğ yemeyi sevdiğinden pişirmem de gerekmiyordu, halimizden memnunduk. Hanımefendi ondan da sıkıldı tabii, büyüdükçe damak tadı değişti. Mısır gevreğini fark etti kreşte, evde de tatlı talep etmeye başladı. E, onu da yaparım o zaman dedim, kolları sıvadım. İşte değişime uygun tarifi ve yapılışı:



            Malzemeler (her Türkiyeli gibi "göz kararı" kullandım ama yazarken havalı olsun diye bardak, kaşık ölçü vereceğim):


            • 2 su bardağı yulaf
            • 1/2 su bardağı kuru üzüm
            • 1/2 su bardağı kuru dut
            • 1 su bardağı havanda dövülmüş fındık
            • 1/2 su bardağı susam
            • 2 çorba kaşığı bal
            • 2 çorba kaşığı tereyağı
            • 1 çorba kaşığı zeytinyağı
            • 1 tutam tuz
            Malzemeleri keyfinize göre şekillendirebilirsiniz. İçine şunları katabilirsiniz:
            1. Kurumeyve: Küçük parçalara bölünmüş kuru kayısı, kuru incir vs
            2. Kuruyemiş: Badem, ceviz, pekan fıstığı, ayçekirdeği, antep fıstığı, keten tohumu  vs. Hepsini birden soğan doğradığınız rondoya atıp küçük parçalar elde edebilirsiniz. Ya da benim gibi iri parçalar seviyorsanız ve kuruyemişin yağı da dışarı çıksın istiyorsanız havanda dövebilirsiniz. Ben hepsini çiğden seviyorum ama siz çiğ sevmiyorsanız, önceden bir tavada kavurabilirsiniz.
            3. Taze meyve:Rendelenmiş veya küçük parçalara bölünmüş mevsim meyveleri, ezilmiş muz vs. Ya da taze meyveyi sütle birlikte ekleyip de fırınlamadan da tüketebilirsiniz.
            4. Tatlandırıcılar: Bal, pekmez, tarçın, vanilya, damla çikolata, muskat (hindistancevizi) vs (zencefil de değişik bir aroma katabilir seviyorsanız), 1 tatlı kaşığı kakao, 1/4 bardak elma suyu
            5. Yağ: Tereyağı yerine 1/2 bardak zeytinyağı kullanabilirsiniz. Ya da 1 bardak hindistancevizi yağı kullanabilirsiniz.
            Yapılışı:
            • Fırını 180 dereceye ısıtın.
            • Tüm malzemeleri iyice karıştırın. Katı yağ kullanmışsanız, elinizle yoğura yoğura yağın eriyip tüm malzemelere nüfuz etmesini sağlayın. Aynı şekilde bal da her yere eşit dağılıp yapışmalı.
            Pişirmeden önce

            • Yağlanmış veya yağlı kağıt serilmiş tepsiye tüm malzemeyi olabildiğince eşit kalınlıkta yayın.
            • 10 dakika, üzeri pembeleşinceye kadar fırınlayın. Eğer taze meyve eklediyseniz, biraz sulanabilir, bu nedenle biraz daha uzun süre, belki 1 saate yakın fırınlamanız gerekebilir. Fırından çıkardıktan sonra soğuduğunda tereyağının tekrar katılaşacağını, yani soğuduktan sonra, fırından çıktığından daha sert olacağını da hesaba katın.
            Pişirdikten sonra

            • Soğuttuktan sonra sütle veya yoğurtla karıştırarak yiyebilirsiniz. Aslında tek başına da gayet güzel yeniyor, herhangi bir tatlı yerine atıştırmalık olarak da yanınızda bulundurabilirsiniz.
            Kontes elleriyle kahvaltı kasesine ufalarken

            • Cam bir kapta, buzdolabında saklayın.

            Afiyet olsun!

            Çocukla Birlikte Yapılabilecek Kurabiye Tarifi - Tarçınlı Kurabiye

            $
            0
            0

            Kurabiyenin içinde şeker olduğundan 1 yaşından sonra ve hatta olabildiğince geç bir yaşta şeker yemeye başladıktan sonra hem el göz koordinasyonu, hem matematik dersi için ölçü becerileri, hem çocukla birlikte eğlenceli zaman geçirmek, hem de çocuğun "Ben yaptım" diye sunabileceği bir şey ortaya çıkarıp özgüvenini geliştirmesi ve sevdiklerine hediye götürerek paylaşmayı öğrenmesi açısından bu pratik ve un kurabiyesi tatındaki lezzetli kurabiyeyi öneriyorum.

            İçindekiler: (Her zamanki gibi göz kararı yapıtım ben ama havalı olsun diye ölçülü yazıyorum)
            • Tereyağı ................... 100 gr (50 gr tereyağı, 50 gr zeytinyağı da olabilir)
            • Şeker ........................ 1/2 su bardağı
            • Yumurta .................... 1 adet
            • Tarçın ........................ 1 tatlı kaşığı
            • Vanilya ...................... 1/2 tatlı kaşığı (Ben evde yaptığımız sıvı vanilyadan kullandım ama 1/2 paket toz vanilya özütü de olabilir)
            • Karbonat ................... 1 çay kaşığı (Paket kullanıyorsanız 1/2 paket kabartma tozu adı altında karbonat da olabilir)
            • Un ........................... 2 su bardağı (Ben sarı un kullanıyorum. Hamur oyun hamuru kıvamına gelip, elinize yapışmayacak hal alıncaya kadar un ekleyebilirsiniz)

            Üstüne serpmek için:
            • Pudra şekeri ............... 1 tatlı kaşığı
            • Tarçın ......................... 1 çay kaşığı

            Tarif:
            • Şeker ve yumurtayı iyice karıştırın. Tereyağını ekleyip eriyinceye kadar karıştırın.
            • Tarçını ve vanilyayı ekleyin.
            • Unu eleyip içine kabartma tozu ekleyerek karıştırın.
            • Sıvı karışımın içine unu yavaş yavaş, yedire yedire ekleyin.
            • Hamuru açıp istediğiniz şekilde kurabiyeler yapın. Biz, kızımın hamur kalıplarını kullandık.
            Kontes'in eli değince daha "leziz" oluyormuş kurabiyeler :)

            • Önceden ısıtılmış 180 derece fırında 20-25 dk pişirin.
            Kurabiyelerimiz çiğken

            • Kurabiyeler sıcakken tarçın ve pudra şekeri karışımına bulayın.
            Piştikten sonra, dumanı üstünde


            Afiyet olsun!

            Evdeki Malzemelerle Gülsuyu Nasıl Yapılır (Distilizasyon-Damıtma)?

            $
            0
            0
            Ev yapımı damıtma :)

            Ben ilk defa geçen sene evde gülsuyu yapmaya karar verdim. En hızlı cilt bakımında maden suyu ile birlikte gülsuyu kullanıyorum ve çok işe yarıyor: http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2012/10/bir-anne-cilt-bakmna-zaman-ayrabilir-mi.html


            Bizim pazarlarda gül goncaları satılmaya başlıyor Mayıs ortasında. Mayıs-Haziran aylarında Isparta'da gül hasadı ile birlikte gül turları da yapılıyor.
            Ama piyasada satılan gülsularının çoğunun içinde sadece su ve gülsuyu esansı var, gerçek gülsuyu hele hele gülyağı barındıran gülsuyu bulmak çok zor ve özellikle gül yağı son derece pahalı (1 kilo gülyağı için 2.000 adet güle ihtiyaç varmış). Kendi yaptığım gülsuyu bana bir sene yetti, etkisinden de memnun kaldım.


            Gülsuyu elde edebilemem için gül goncalarını damıtma işleminden geçirmem gerekiyordu. Ev yapımı damıtma (distilizasyon) makineleri var aslında. Diğer çiçeklerin kokusunu başarılı bir şekilde damıtabilen varsa, ben de alacağım o makinelerden. Ama henüz ev yapımı alkol  damıtanlar haricinde çiçek kokusu damıtan görmedim. Eğer bu konuda tecrübesi olan varsa, paylaşırsa çok sevinirim.


            Ben de tencerede kaynatmak suretiyle damıtmaya karar verdim. Google'da biraz inceleme yaptıktan sonra işe koyuldum:


            Öncelikle geniş ve derin bir tencere buldum. Tencerenin içine kiremit koyun deniyordu ben bir güveç kabı kafa aşağı koydum.


            Kafa aşağı duran güveç kabın üzerine bir kase koydum. Kaseye gelmeyecek kadar su doldurdum ve goncaları suyun içine koydum.




            Eğer kaplar hafif gelir de kaynarken hareket ederlerse, üstteki kabın içine ağırlık yapması için temiz taş konulabilir.



            Sonra tencerenin ağzını boşluk kalmayacak şekilde kapatacak bir kapağı, kafa aşağı olacak şekilde kapattım. Öyle ki tencere kapağının tutacak yeri üstteki kasenin içine girdi. Böylece tencere içindeki su kaynayıp tencere kapağına vurduğunda, sıvı hale dönüşen buhar, kapağın dış bükey olmasının etkisiyle önce tencere kapağının kulpuna, oradan da üstteki kasenin içine doluyor.


            Kaynamanın etkisiyle oluşan su buharının suya dönüşmesini hızlandırmak ve fazlalaştırmak için tencere kapağının üstüne de buz koydum.


            Bu şekilde goncaları haşlarken üstteki kapta biriken su, gülyağı içeren su oluyor.


            Altta kalan haşlama suyunu da ayrı bir kaba döktüm. Hem gülyağı içeren buhardan elde edilmiş suyu, hem de haşlama suyunu kullandım. Gülyağı içeren damıtılmış su elbette daha yoğun kokuyor ve asıl etkili olan da o zaten. 

            Damıtma işlemi biraz uzun sürüyor. Uzun süre kısık ateşte durması gerekiyor tencerenin. Yılda bir sefer zararı olmaz diye düşündüm, ama keşke bir kuzinem olsaydı, o zaman çok daha eğlenceli olurdu sanırım.

            "Gül ile meşgul olan, gül kokar." Mevlâna

            Sağdaki uzun şişede gülsuyunun haşlama suyu, soldaki kısa şişede ise damıtma yoluyla elde edilen gülsuyu var.

            Lohusalık Nasıl Keyifli Geçirilir? (postpartum period-babymoon- dördüncü 3 aylık dönem)

            $
            0
            0


            Doğumdan sonra eve geldiğinizde  yorgun olacaksınız, üstelik dinlenmeye de fırsat bulamayacaksınız. Bebek her iki saatte bir meme emmek isteyecek, en az 3 kiloluk bir bebeği sürekli kucağınızda taşımak zorunda kalacaksınız; günde en az 5-6 defa alt değiştirmek, 2-3 defa üst değiştirmek, bebeği ve çamaşırlarını yıkamak gibi fiziki kuvvet gerektiren işler yapacaksınız. Emzirmek zaten yeterince yorucu ve kalori kaybettirici bir iş. Ayrıca geceleri en fazla 4-5 saat blok uyku uyuyabileceksiniz. Uykusuzluğa, düzensiz beslenme eklenince lohusalık depresyonuna doğru yol alabilirsiniz. Buna müsaade etmemek adına doğumdan önce lohusalık döneminiz için plan yapmak, lohusalık dönemini keyifli geçirmenizi sağlayabilir.


            Lohusalıkta planlanması gereken ana noktalar şunlar: EMZİRMEK, DİNLENMEK, YEMEK ve DIŞ DÜNYAYLA TEMASI EN AZA İNDİRMEK


            • Lohusalık döneminde dış dünya ile temasınızı en aza indirmeniz ve günlük hayatınızı sadeleştirmeniz gerekmektedir. Haber programı izlemeyin, travmatik haberlere kulaklarınızı tıkayın,  tüm gün pijamalarla dolaşın, dışarıdan yemek ısmarlayın, bırakın ortalık dağınık kalsın. Sezaryen ameliyatı sonrasında, karın kasları işlemez durumdayken ve henüz dikişleri bile kaynamamışken, hastaneden evine gelip elektrik süpürgesi vuranların hikayelerine aldırmayın. Şu anda yapmanız gereken kendinizi başkalarına ispatlamak değil, bebeğinizle aile olarak sağlıklı bir bağ kurmak için kendinize zaman tanımaktır. Bu süreyi kendinize tanırsanız, aile olarak yolculuğunuzun bir sonraki ayağı daha keyifli ve faydalı hale gelecektir. Kendinizi zorlamayın, hayatın akışına bırakın.
            • Lohusalık dönemini yemek yapmadan ama sağlıklı yemekler yiyerek geçirebilmeniz için önceden plan yapın. Eğer 40 gün boyunca yanınızda kalacak ve yediklerinizi hazırlayacak birisi varsa şanslısınız. Yoksa, teknolojiden istifade edin. Derin dondurucunuza yaptığınız yemeklerden birer kap koyabilirsiniz ya da haşlanmış nohut, fasulye vs koyup bunlardan soğuk salata yaparak sağlıklı beslenmeye çalışabilirsiniz. Kahvaltı için yumurta haşlayıp soğuduktan sonra bütün bütün ağzınıza atıp yemek de bir çözüm mesela. Bir bardak da soğuk süt içtiniz mi, sizi bir süre idare edecek enerjiyi kazanırsınız. Eğer bu şekilde kısa sürede hazırlanan sağlıklı yiyecekler yemezseniz kısa sürede kan şekeriniz düşer ve tatlıya yüklenirsiniz. Tatlılar size kilo olarak geri döner, kilolar da moralinizi bozar. Siz iyisi mi baştan kontrolü elinizde tutun. Ve ne olursa olsun asla rejime girmeyin. Rejim yapmak ruh halinizi olumsuz etkiler. Sağlıklı yiyecekler tüketerek emzirmeye devam ettiğiniz sürece hamilelikte aldığınız kiloları muhakkak vereceksiniz. Vücudunuzdaki şişlik de regl olduktan sonra inecek. Kendinize biraz zaman tanıyın, vücudunuz böyle kalmayacak merak etmeyin (Lohusalığı süresince, hiç rejim yapmadan doğum öncesi kilosuna inmiş diyetisyen bir annenin yazısı: http://hayatimdiyet.blogspot.com.tr/2013/07/lohusalkta-40-gunumuz-nasl-gecti.html).
            • Lohusalık döneminizi evde geçirin. Doğumdan sonra oraya buraya gitmek gibi bir niyetiniz varsa, lohusalık döneminden sonraya erteleyin. Hem ailenizin yeni bebeğinize, hem de bebeğinizin ailenize alışması için zaman tanıyın. Sonra bol bol gezecek zamanınız olacak, hayat hep böyle yavaş akacak zannetmeyin.
            • Uzun yolculuklara çıkamasanız bile sık sık dışarı çıkın. Dışarı derken, kastım gerçekten dışarısı, yani açık hava. Bebeğinizi sırtınıza bağlayın, çıkıp biraz yürüyüş yapın. Ya da bebeğinizi güvendiğiniz birine emanet edip biraz temiz hava alın. Ekmek almaya gidin misal. Yabancı insanlarla iki çift laf etmek ve biraz da yürümek tüm haleti ruhiyenizi değiştirecektir.
            • Lohusalık döneminde misafir isteyip istemediğinize karar verin. Eskiden köylerde kırkı çıkmadan lohusa ziyaret edilmezmiş. Doğum yapan kadının kanaması vardır ve yorgundur. Dolayısıyla ilk 40 gün dinlenmesine, yalnız kalmasına izin vermek ince bir düşünce. Ama günümüzde bebeği doğar doğmaz görmek adet olmuş. Bırakın evde ziyareti, hemen hastaneye doluşuveriyoruz. Gitmesek de ayıp oluyor. Ama eve gelmek isteyen misafir umduğunu değil, bulduğunu yer. O nedenle misafir kabul etseniz bile mümkün mertebe gecelik-sabahlık ikilisi ile oturun. Bu şekilde misafire yorgun olduğunuz ve dinlenmek istediğiniz mesajını verebilirsiniz. Gecelikle duramıyorsanız bile kendinizi yorgun hissedince müsaade isteyip, odanıza çekilin. Lohusa olduğunuz için kimse kusurunuza bakmayacaktır, çekinmeyin. 
            • Anne-baba-bebek ve diğer aile bireylerinin birbirlerine alışma dönemine İngilizce'de "babymoon" diyorlarmış. Tıpkı balayı gibi tarafların birbirlerini tanıma dönemi olduğu için bu isim verilmiş. Dolayısıyla tıpkı balayında olduğu gibi, bu dönemin de mahremiyet sınırları içerisinde sayılması ve aile bireylerinin olabildiğince yalnız bırakılmaya çalışılması çok önemli bence. Böylece aile bireylerine birbirlerini keşfetme ve bibirleriyle tanışma anları için baş başa zaman tanınmış olur. Bebeğin gelmesinden önceki dönemde olduğu kadar sakinlik ve huzur ortamı yaratabilirseniz, bebeğin yeni hayatı da rahimdeki hayatına benzeyeceğinden, yeni hayatına alışması daha kolay olacaktır. Yenidoğan bebeği misafirin kucaklamaması da bence oldukça önemli. Zaten anne içgüdüsel olarak bebeğini kimsenin kucağına vermek istemez. Ama günümüz dünyasında "aşırı sahiplenici" damgası yiyor hemen. Oysa içgüdüler yanılmaz. Öncelikle yenidoğan mikrop kapmaya açıktır, oysa özellikle doğum esnasında annesinden aldığı bakterilere karşı bağışıklığı vardır, dolayısıyla annesinden ve aile bireylerinden başka birilerinin kucağına gitmek onu hastalığa açık hale getirir. Ayrıca yenidoğan bebeklerin ailesi ile geçirdiği bu uyum döneminde aile bireylerinin kokusuna ve dokunuşuna alışmaya ve yeni çevrelerine uyum sağlamaya ihtiyaçları varken, yabancıların kucaklamaması çok daha iyi olacaktır.

            • Kimi insan gecelikle durmayı sever. Kendinize çok şık gecelik-sabahlık takımları alıp gününüzü böyle geçirebilirsiniz. Ama eğer gecelikle dolaşmaktan hoşlanmıyorsanız, üstünüzü değiştirmeye de zaman ayırın ki depresif bir ruh haline girmeyesiniz. İnsanın üstündeki kıyafet, ruh halini kesinlikle etkiliyor. 
            • Bebek uyudukça siz de uyuyun, uyuyamıyorsanız bile dinlenin, mümkünse uyuklamayı/şekerlemeyi öğrenin. Ben gecede kesintisiz 10 saat uyuyamazsam, uykumu almamış sayardım kendimi. Kızım sağ olsun alıştırdı, artık gece uykularımın bölünmesi beni hiç zorlamıyor. Gündüz kısa kestirmelerle telafi edebiliyorum fiziksel açığımı. Zamanla öğreniliyor, alışılıyor. Mümkün olduğu zamanlarda bebeğin yanında uyumayın. Bebeği güvendiğiniz birine emanet edip, ayrı bir odada yattığınızda daha derin uyuduğunuzu fark edeceksiniz. Hormonal bir durum bu. Annenin bütün alıcıları bebeğin kıpırtılarına karşı duyarlı oluyor. Kızımın 10 defa uyandığı gecenin sabahında eşimin "Kızımız bu gece ne de güzel uyudu, hiç de uyanmadı" demişliği vardır. Zira anne bebeğin uyandığını en derin uykusunda bile fark edip, olaya müdahale edebiliyor. İnsanlığın varlığı açısından hoş bir durum elbette ama uykunuzu almak istediğinizde bebeğinizden uzakta olmanızda ve bebeğinizin güvenli ellerde olduğunu bilmenizde fayda var.
            • Eğer büyük çocuklarınız varsa, lohusalık döneminiz boyunca onlara bakacak birilerini ayarlayın. Sizin dinlenmeye ihtiyacınız var. Çocuklarınıza yemek pişirecek, onları oyalayacak ve dışarı çıkartacak birileri varsa dinlenmek için daha çok vakit bulabilirsiniz.
            • Ev işleri için de yardım istemekten çekinmeyin. "Senin için yapabileceğim bir şey var mı?" diye soran kişileri geri çevirmeyin. Mercimek çorbası pişirmek, mutfağın yerlerini paspaslamak, temiz çamaşırları asmak, bir iki parça ütü yapmak gibi şeyler isteyebilirsiniz. Ayıp olmaz, hatta karşınızdaki kişi ile aranızda özel bir bağ oluşmasına bile neden olur. Herkes yardım etmeye istekli ama kimse yardım almak istemiyor günümüz dünyasında. Lohusalıkta çekinmeyin, yardım alın, sosyal ağlarınızı bu şekilde güçlendirin. Sosyal ağlarınız güçlendikçe bir kadın ve anne olarak kendinizi daha güçlü hissedeceksiniz. Yemek getiren, çamaşır yıkayan, sizin için alışveriş yapan, evinizi temizleyen ve sadece bunları yapmak için uğrayıp, sonra da sizi bebeğinizle baş başa bırakan eş, dost, akraba candır; unutulmaz, hakkı ödenmez. Böylesini bulursanız, kaçırmayın.
            • Sağlık hizmeti bakımı alın. Bulunduğunuz bölgede kayropıraktır (chiropracter) varsa onlara başvurup lohusalıkta yardımcı olup olmadıklarını sorabilirsiniz. Masaj yaptırabilirsiniz. Kanamanız kesildikten sonra hamama gidebilirsiniz. Lohusalık sendromu ya da depresyon gibi duygu durum bozuklukları yaşıyorsanız kesinlikle gecikmeden yardım alın, geçecek diye beklemeyin ya da yaşadıklarınızı "normal" kabul etmeyin. Günlük bakımlarınızı da ihmal etmeyin. Saçınızı tarayıp toplamak, hafif bir makyaj yapmak, duş almak kendinizi iyi hissetmenizi sağlar. Anne olduktan sonra günlük bakımıma daha az zaman ayırabildiğim için bakım süremi nasıl kısalttığımı ve cilt bakımımı artık nasıl yaptığımı da bir yazımda yazmıştım: http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2012/10/bir-anne-cilt-bakmna-zaman-ayrabilir-mi.html. Duş almak için de zaman bulamıyorsanız, bebeğinizi sling yardımı ile kendinize bağlayıp ya da duşun içine bir tabure koyup bebeğinizi kucağınıza alarak birlikte duş almayı deneyebilirsiniz.

            • Emzirme konusunda yeterince bilgi edinin. Yeni doğmuş bir bebek her istediği sürece emzirilmelidir. Sütünüz ancak böyle artar. "Sütün az", "Bebek kilo almıyor" gibi psikolojik baskılara maruz kalacaksınız. Süt arttırma yöntemlerini ve vücudun nasıl süt ürettiğini öğrenin (Benim tavsiyem Bebek Yapım, Bakım, Onarım blog'unda yazan Tomris Hanım'ın seri halindeki Emzirme Notları olacak: http://bebekyapimbakimonarim.blogspot.com.tr/2013/10/tomrisin-emzirme-notlar-18-gece.html. Kendisi ayrıca aynı isimli Facebook grubunda da sorulan soruları cevaplıyor. Bu konuda bulunmaz bir bilgi ve tecrübe kaynağı kendisi). Benim de bu konuda kısacık bir yazım var: http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2010/03/anne-sutu-nasl-arttrlr.html
            • Medya ile iletişiminizi sınırlayın. Lohusalık sürecinde anne hormonlarının etkisinde ve çok hassas oluyor. Hamilelik hormonları hızla azalırken, bu sefer de süt salgılamasını destekleyen hormonlar çalışmaya başlıyor. Bu değişiklikler de anneyi hassaslaştırıyor, her an ağlamaya hazır hale getiriyor. O nedenle haberleri seyrederken, gazete okurken, twitter takip ederken dikkatli olun. Bana sorarsanız en azından ilk 40 gün dünyadan kopun. Hatta bu durum o kadar hoşunuza gidebilir ki haber diyetine girmeyi tercih edebilirsiniz. Ben ilk doğumumdan bu yana yani 5 senedir gazete okumuyorum, televizyon seyretmiyorum ve hayret verici şekilde çevremdeki pek çok kişiden daha haberdarım pek çok konuda. Gerekli haber, zaten gelip sizi buluyor inanın. Haber/medya diyetine bir girin, sonucuna kendiniz de şaşırabilirsiniz. En azından travmatik haberlerden uzak durun, sınırlarınızı ve sizi neyin daha huzurlu hissettirdiğini bilin. (Doğumdan sonra medyadan uzak bir yaşam tercih eden bir diğer anne için bkz: http://basitbiryasam.blogspot.com.tr/2012/06/haberler.html)
            • Hele ki özellikle çalışan bir kadınsanız 7/24 bebekle ilgilenmek kendinizi izole hissetmenize neden olabilir. Lohusalık dönemimde "Ben de ana haber bülteni izlemek istiyorum, ben de uluslararası siyaset tartışmak istiyorum" diye bağıra bağıra ağlamışlığım vardır :) Bu bir dönem ve hayat hep böyle sürüp gitmeyecek ve hatta inandırıcı gelmese bile lohusalık döneminizi, hayatın o yavaş akışını ve yenidoğan bebek kokusunu çok özleyeceğiniz günler olacak. Bu dönem geçene kadar çevrenizden destek isteyin. Ailenizden, arkadaşlarınızdan, komşularınızdan, ruh sağlığı uzmanlarından vs vs. Fiziksel desteğe ihtiyacınız olduğu kadar psikolojik desteğe de ihtiyacınız olduğunu söylemekten çekinmeyin. Bazen bir dostla içilen sıcak bir çay tüm dertlerinize derman olabilir.
            • Günlük ev işlerini parça parça yapın. Tüm ütüyü birden bitirmeseniz de olur. Sofrayı toplamasanız da olur. Ev dağınık kalsa da olur. Bu geçici bir dönem. Bebeğinizle bu dönemde kuracağınız bağ her şeyden değerli. O nedenle eşinizle de konuşup, anlaşın. Ev işlerini olabildiğince askıya alın. Misal yemek yapmak için vaktiniz azalıyor diye bebeğinizi uyumaya zorladıkça bebek sizdeki gerginliği hissedip, uyumaya direnecektir. Bu durumda, siz, daha da gerileceksiniz ve olay kısır döngüye girecek. Oysa "Aman bu akşam da lahmacun söyleriz" deyip, bebeğinize sakin ve güler yüzle yaklaşırsanız, onunla birlikte olduğunuz anın tadını çıkarırsanız, bebeğiniz daha kısa zamanda uyuyacaktır. Eğer şanslı biriyseniz en azından ilk 3 ay için ev hayatınızın düzgün şekilde işlemesini devam ettirmek adına tüm işleri üstlenecek birini bulmak en kolayıdır. Baba ya da anneanne uygunsa tüm işi üstlenebilir. Ya da ücret karşılığı biriyle sadece ev işi yapması konusunda anlaşabilirsiniz. En azından doğumdan sonraki iki hafta için, hiç ev işi yapmayacak şekilde kendinizi ayarlayabilirsiniz hem yorgunluğun önüne geçersiniz hem de doğum sonrası fiziksel ve psikolojik nekahet (iyileşme) dönemini hızlandırmış olursunuz.
            Bebeğinizin bakıma, rehberliğe ve sevgiye ihtiyacı var. Tüm bu ihtiyaçları karşılayabilmek adına sizin de dinlenmiş, sakin, huzurlu, stressiz bir dönem geçirmeye ihtiyacınız var. Bunları mümkün kılacak ortamı hazırlamak adına planlarınızı önceden yaparsanız, nispeten daha rahat ve oldukça keyifli ve ileride mutlulukla hatırlayacağınız bir lohusalık dönemi geçirebilirsiniz.
              Viewing all 101 articles
              Browse latest View live