Quantcast
Channel: Fili tuttuğum yerden bir de ben tarif edeyim...
Viewing all 101 articles
Browse latest View live

"Normal" Doğum Beklerken Nasıl Sezaryene Alındım? Doğumdaki Hatalarım- Doğum Hikayelerim I

$
0
0

"Son zamanlarda doğan bebekler, dünyamıza gelmek için pek acele etmiyorlar" diyor doktor sakin sakin, bundan 40 yıl öncesinde.
İlk hamileliğimdeki en büyük hatam doğuma hazırlanmamak oldu. Doğum sonrası ile ilgili pek çok hazırlık yaptım ama doğumun kendiliğinden gerçekleşeceğini düşünme hatasına düştüm. Ben normal doğumla dünyaya gelmiştim. Daha çok küçükken annem bana normal doğumu Elele Dergisi'ndeki fotoğraflarla gösterip anlatmıştı. "Canını acıttım mı?" diye sorduğumda "Hayır, canım. Ellerinle böyle böyle yüzme hareketi yapıp bana yardım etmiştin ve hemencecik doğdun. Hatta senin ağlama sesini duyup da, o benim bebeğim mi, diye sorduğumda doktor teyzen, senden başka kimse yok ki doğumhanede demişti bana" diyerek harika bir doğum hikayesi anlatmıştı. Ben de doğumumun böyle kolay ve sorunsuz olacağını düşünmüştüm hep. Aksini düşünmem için de bir neden yoktu zaten.

Çevremde benimle aynı dönemde hamile olan 10 küsur arkadaşım vardı. Sadece 2 tanesi normal doğum yapabildi. Bir tanesi çok ısrarlıydı, son ana kadar bekledi ve gerçekten de doğumu, hastane sistemine uygun gerçekleşti; yani 40. hafta dolmadan, hızlı açılma ile ilerleyen bir doğum oldu. Doktoru aslında normal doğum yapmaması ile tanınan bir doktordu ama arkadaşımın karşısında o bile direnemedi. Yine de normal doğum konusunda tecrübesiz bir profesör olduğundan, arkadaşımı bir hayli kesti, kızcağız bir hafta kadar yatmak zorunda kaldı, doğru düzgün oturamadı. O zamanlar birinin söylediği söz kulağıma küpe oldu: "Doğum yapmak için, işi doğum yaptırmak olan ebeler yerine, ameliyat yapmak olan profesör cerraha gidersen, doğumunun büyük olasılıkla ameliyatla sonuçlanacağını öngörmelisin.". Doğru söze ne denir?! Diğer arkadaşımın da çok hızlı ilerlemiş açılma süreci, hastaneye gittiğinde artık epidural bile takılamayacak kadar doğumun sonuna yaklaşılmış durumdaymış. İkisi de gayet sağlıklı çocuklar doğurdular ve ikinci bebeklerini de yine normal doğumla doğurmayı tercih ettiler. Eğer doğum esnasında ya da doğumdan sonra, normal doğumun dayanılmayacak sonuçları olduğunu görselerdi herhalde ikinci bebeklerini normal doğurmayı tercih etmezlerdi.

Geriye kalan arkadaşlarımın hepsi sezaryene girdi. Çoğunluğu doğum korkusu nedeniyle sezaryeni kendisi tercih etti. Bir kısmımız da,bende olduğu gibi çeşitli bahanelerle sezaryene ikna edildik.

En büyük hatam doğumun nasıl başlayacağını, nasıl ilerleyeceğini, hastane sistematiğine aykırı bir durum oluşursa nasıl davranmam gerektiği önceden çalışmamış olmamdı. Bunları aslında çalışmak zorunda değildim elbette ama modern dünyada, eğer doktorların panik haline kendimi kaptırmamak istiyorsam, belirli durumlarda nasıl tepki vermem gerektiğini önceden planlamalıydım. Misal ilk doğumumda 40. haftayı doldurdum, yani beklenen günü geçirdim. Oysa tahmini doğum tarihi, adı üstünde tahmini bir tarih. Ortalama 40. haftaya tekabül ediyor. Normal doğum ise 38 ila 42. haftalar arasında gerçekleşebiliyor. Benim 38. haftada nişanım geldi, 3 santim açılmam oldu, bebeğim kafasını uygun pozisyonda yerleştirdi ve ben 3 hafta bu şekilde dolaştım, yine de doğum başlamadı.

O dönem çalışıyordum, her ne kadar akşamları yürüyüş yapıyor da olsam, gün boyu oturarak çalıştığım hareketsiz bir yaşantım vardı. Ayrıca doğum hakkında doktorumla hiç konuşmamıştım, başıma ne geleceğini bilmiyordum ve dolayısıyla ciddi anlamda gergindim. Doktorum da 41. haftamı tetikte geçirmeme neden oldu. Her gün, koca karnımla bir saatlik yol tepip hastaneye giderek NST denen alete bağlanıyordum. Eşim beni götürebilmek için her sabah işinden izin almak zorunda kalıyordu. Elbette bu durum üzerimde ciddi stres yükü yarattı. Ayrıca konu-komşu ve akrabalar da sürekli arayarak "Hala doğuramadın mı?" diyorlardı.

En sonunda 41. hafta bitiminde doktorum suni sancı ile doğumu başlatmaya karar verdi. Oysa bunu da kabul etmemem gerekirdi. NST ve ultrason kontrollerinde her şey yolunda görünüyordu, bebeğin suyu yeterliydi, kalp atışları düzenliydi, ben sağlıklıydım. Bebeğimin dünyaya gelmek istediği zamanı kendisinin seçmesine izin vermem gerekirdi. Ama o kadar çok "Geç kaldı" baskısı yaşadım ki suni sancıyı kabul ettim.

Bundan sonrası ise elbette benim dışımda gelişti. Zira tıp uzmanı değilim. Beni hastane odasına soktular, ameliyat önlüğü giydirdiler, kolumdaki damara katater taktılar, serum bağladılar, seruma da bir miktar ilaç şırınga ettiler. O ilacın adı neydi, beklenen etkisi neydi, hangi miktarda verdiler vs vs hiçbir şey bilmiyordum. Karnımdaki bebeğim de ilaçlarla böylece tanışmış oldu. Bilahare ameliyat esnasında verilen sakinleştirici ve anestezik ilaçlar ve ameliyat sonrası verilen narkotik ağrı kesiciler ve antibiyotikler ile bebeğim gözlerini bol bol ilaçlanarak dünyaya açtı (Sonra da sezaryen doğumlar alerjiyi vs arttırıyor derler, arttırmaması anormal olur zaten. Kızımda hafif bir klostrofobik durum seziyorum. Bunun bile henüz sancım gelmeden, kızımın kendi rızası dışında, güvenli barınağından zorla çıkarılmış olmasına bağlıyorum.).

Tüm günü kolumda serumla hastane odasında geçirdikten sonra, NST'de hiç sancım gözükmemesine, ben de hiç sancı hissetmememe, suyum ve nişanım gelmemesine yani doğumla ilgili hiçbir belirti olmamasına rağmen doktorum gün içinde birkaç defa alttan, son derece acı verici muayeneler yaptı. Ve her seferinde de "Hiçbir gelişme yok" dedi. Sonunda akşam oldu, doktorum eşimle beni karşısına aldı "Sabahtan akşama kadar ilaç aldınız. Hiçbir ilerleme olmadı. Bu şekilde evinize giderseniz, ben artık sorumluluk kabul etmiyorum. Bana sorarsanız, bence bu akşam doğum kendiliğinden başlamazsa, yarın sabah sezaryene girin." dedi.

O kadar yorgundum ki, dönüp eşime baktım. Eşim de en az benim kadar tecrübesiz ve bilgisizdi bu konuda. Doktora güvenmekten başka bir çare göremedik, ne diyorsa doğru diyordur diye düşündük ve hayatımın en büyük hatasını yaparak, her şey yolunda giderken, sırf aceleciliğimizden sezaryeni kabul ettim, kendi isteğimle kurbanlık koyun gibi kesilmeye gittim.

Oysa bilahare evde bulduğum 1979 tarihli Elele Dergisi'nden henüz çocuğun cinsiyetinin bile anlaşılamadığı 40 yıl öncesinde, rahimdeki su miktarını, bebeğin kalp atışlarını ve pozisyonu tespit eden aletlerin olmadığı dönemlerde, beklenen doğum tarihinden 20 gün sonra bile normal doğum yaptırdıklarını okudum. İlgili yazı, en baştaki fotoğraf büyütülerek okunabilir.


Ertesi sabah epidural anestezi ile kızımı kucağıma aldım (Epidural anestezi ile sezaryen hakkındaki yazım: http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2010/02/epidural-anstezi-ile-yaplan-sezeryanda.html).

Kızım sağlıklıydı ama benim toparlanmam bir hayli sürdü. İlk çocukta zaten psikolojik olarak bir yıkım yaşanıyor. Tüm hayatınız yıkılıyor, yerine yeni bir hayat kuruyorsunuz. Zor bir dönem. Bir de fiziksel olarak acı çekmek, iyice yorucu oluyor. Öyle "Sezaryenden sonra, ertesi gün evde elektrik süpürgesi vurdum" diyenlere kesinlikle inanmayın.

Ben sezaryene istemeden girdiğim için acaba abartıyor muyum diyerek hep kendimi benimle aynı dönemde, isteyerek sezaryene giren arkadaşlarımla kıyasladım. "Ben çok iyiyim, hiçbir şeyim yok" diyen arkadaşım, ayağa kalkıp tuvalete gitti ve klozette bayıldı. Ben ameliyattan 5 saat kadar sonra ayağa kalkıp yürüdüm, tuvalete çıkmakta herhangi bir sorun yaşamadım, sütüm hemen geldi vs vs. Ama neticede bir rahim ameliyatı geçiriyorsunuz. Rahim ameliyatı geçirip de ertesi gün ev işi yapmaya başlayan birini şimdiye kadar hiç tanımadım. Ama bu rahim ameliyatının adı sezaryen olunca, "nekahet" evresini hiç yaşamamanız gerekiyormuş, sanki iyileşme süreci yokmuş, sanki normal doğumdaki gibi ayağa kalkıp günlük yaşamınıza sorunsuz devam etmeniz gerekiyormuş gibi davranıyorlar. Ama gerçekler hiç de öyle değil.

İkinci doğumumda yanımda, korkusu nedeniyle sezaryen olmuş ve sürekli sezaryenin çok rahat bir doğum şekli olduğunu söyleyen bir akrabam vardı. Ameliyattan sonra oram buram acıdıkça kendisine "Şimdi bu acı anormal mi? Bende mi bir gariplik var?" diye sordum. Aldığım cevap "E, ameliyat, kolay değil, elbette acıyacak"şeklinde oldu.

Sezaryenin adı sevimli geliyor kulağa herhalde ama canlı canlı yaşayan birini görünce, ancak o zaman bunun bir rahim ameliyatı olduğu anlaşılabiliyor.

Kızımın altını temizlerken, yatağına koyup alırken çok zorlanıyordum. Kollarım titriyordu. Pusetini bile itemiyordum, hele ki yokuşları pusetle ancak geri geri giderek inebiliyordum. Diğer sezaryen olan arkadaşlarıma sorduğumda 3 ay içinde yavaş yavaş gücümü geri kazanacağımı söylediler. Karın kasları ameliyat esnasında kesildiğinden ya da sağa sola doğru açıldığından, karın kaslarım olmadan hareket etmekte zorlanıyordum. Kızımın ilk bakımlarını, ilk yıkamasını vs hep başkaları yaptı, ben seyretmek zorunda kaldım. Video çekimleri yapmışım hep. Oysa kendim yapabilecek kuvvette olmak isterdim. Eşim beni güldürdüğünde kızıyordum, dikişlerim acıyordu. Tuvalete gittiğimde dikişlerin başlangıç ve son noktalarına bastırmazsam canım acıyordu, zorlanıyordum. Oturup kalkarken, yatakta sağdan sola dönerken rahmimi iki elimle tutarak hareket ettirmek zorunda kalıyordum. Kızımın kırk mevlüdünde bile doğum sonrası korse ile dolaşıyordum ve hareketlerimde çok da rahat değildim, örneğin giyinip soyunurken, kollarımı havaya kaldırdığımda bile zorlanma hissediyordum. Doğumdan bir süre sonra doktorumun tavsiyesi ile doğum sonrası korsesi kullanmaya başladım ve ancak öyle rahat hareket edebildim.

Üstelik diğer hamileliklerimde rüptür yani rahim yırtılması riskini arttırmış oluyordum bu sezaryen kesisi ile. Bu nedenle ikinci hamileliğimde doktorların çoğunluğu, rüptür riskini yok etmek adına, bebeğimi 40. haftayı beklemeden, 38. haftada almayı teklif edeceklerdi. Doktorlara göre 38. haftasında bir bebek artık doğmaya hazır bir bebektir ama 38. haftasında sezaryenle alınıp da küvöze konulmak zorunda kalan bebekleri de biliyorum; doktorların tahminleri ile doğanın "hazırsın" dediği zaman denk düşmeyebiliyor. Sezaryen doğum sonrasında artık bir sonraki hamileliğimin son ayında risk altında bir gebe olacaktım. Ayrıca rahmimle birlikte karın zarım da kesilmişti. Geçirilmiş karın ameliyatlarına ait kesi bölgelerinde fıtık görülme ihtimali de vardı. Doku iyileşmesinin yetersiz olması durumunda ameliyattan hemen sonra veya dokuların zayıflayıp destek gücünü yitirmesi nedeniyle yıllar sonra fıtık gelişebilirdi. Zorunlu olmadığım bir ameliyatı kabul ederek, eğer ömrüm olursa, gelecek yaşantımdaki sağlığımı ve yaşam kalitemi riske atmış bulunuyordum.

Ayrıca normal doğumda yaşandığı söylenen dezavantajları da yaşamıştım. Normal doğumda ıkınmadan mütevellit hemoroid olur denmişti. Bende hamilelikte, rahmin yaptığı baskı sonucu hemoroid çıktı. Normal doğumda rahim sarkar ve idrar kaçırma olur, demişlerdi. Oysa benim idrarını tutmakta en zorlandığını bildiğim yakınım, iki çocuğunu da sezaryenle doğurmuştu. Nitekim ben de sezaryenden sonra hastalık dönemlerimde aşırı öksürdüğüm durumlarda tuvalete gitmek zorunda kaldım. İkinci ameliyatımı yapan doktor, anestezi etkisi altında tam anlayamadım ama "ilk ameliyatınızda idrar torbanız kaymış, onu da düzelttik" gibi bir şeyler söyledi. Neticede ameliyat esnasında diğer iç organlarının bazılarını da oynatıyorlar, e beşer şaşar, insanoğlu hata yapıyor, ameliyatın kolayı zoru yok, bademcik ameliyatında hayatını kaybeden bile oluyor. Ama sezaryene alırken doktorlar bu durumu hatırlatma gereği duymuyorlar. Ameliyat öncesi "Ameliyat esnasında başıma gelebilecek her türlü riski kabul ederek ameliyata kendi isteğimle giriyorum" yazılı bir kağıt imzalatıyorlar size ama ne imzaladığınızı bile anlamıyorsunuz. Zaten risklerin hiçbiri size anlatılmamış oluyor.

Özetle, ameliyat olmayı kabul ettiğime çok çok pişman olmuştum. İkinci doğumumda sezaryen sonrası vajinal doğumu (ssvd) denemeye kesin karar verdim.



İlk doğumumdan çıkardığım dersler şunlar oldu:
  • İlk doğumum bile olsa, sezaryen sonrası normal doğumu destekleyen bir doktor  bulmalıydım. Çünkü ancak böyle bir doktor normal doğum konusunda benim kadar isteklidir.
  • Doktorumla doğum aşamasını ayrıntılı konuşmalıydım. Doktorum da beni bilgilendirmeye istekli biri olmalıydı, zira ne yaşayacağımı bilemediğimden, ne sormam gerektiğini de bilemiyordum.
  • Hamileliğimin son dönemlerini stres altında geçirmeme neden olmayacak, rahat bir doktor bulmalıydım.
  • Doğum süreci ile ilgili bilgilenmeli ve doğuma yönelik fiziksel hazırlık yapmalıydım.
  • Çevremdekilere tahmini doğum süremi söylememeliydim ki beklenen tarih yaklaştıkça "Hala doğurmadın mı?" sorularıyla taciz edilmeyeyim.
  • Hamilelik süresince yoğun yürüyüşler ya da ev işi yaparken hamilelik korsesi ve doğum sonrası da lohusalık korsesi takmayı ihmal etmemeliydim.


"Normal" Doğum Beklerken Nasıl Sezaryene Alındım? Doğumdaki Hatalarım- Doğum Hikayelerim II

$
0
0

İkinci hamileliğimde ilk olarak facebook ve yahoo grupları olan Sezaryen Sonrası Vajinal Doğum (SSVD) gruplarına girdim. Haziran ayındaki doğumumdan bir ay önce, yani 2014 yılının Mayıs ayında, sadece facebook ssvd türkiye sayfasında, 12 kadın vajinal doğum yaptığını sayfaya bildirdi. Bu da bana çok büyük moral verdi. Gruptaki doktor listesinden kendime uygun bir de doktor buldum. 

Doktorumun sayfasında şunlar yazıyordu, kendisiyle tanışmaya gitmeden bile kendisine içim ısındı, kendi kafamda bir doktor bulduğuma inandım:

"Bizler,  annede ya da bebekte vajinal doğuma engel bir durum yok ise her anne adayının vajinal yolla doğum yapmasının en azından denemesinin doğru olduğuna inanıyoruz.
 
En azından her anne adayına bu şansın verilmesi uygun olacaktır.
 
Tabii ki vajinal doğuma engel bir durum olduğu hallerde sezaryen ile doğum tercih edilmelidir.
 
Ancak doğumdan korkma, suyunun azalması, kordon dolanması, bebeğin eşinde kireçlenme  gibi nedenlerle hemen sezaryene yönelmek doğru değildir. Çünkü  doğuma doğru tüm gebeliklerde bebeğin suyu azalır, plasenta da kalsifikasyon görülür. Kordonun 1 kat varlığı çoğu kez doğuma engel değildir. Üzerinde yer alan jel sayesinde boyundan kayacak ve soruna neden olmayacaktır. 
 
Bizler, gebelik oluştuğunda doğuma yaklaşırken takibini yaptığımız anne adaylarına  "normal doğum mu? sezaryen mi? " sorusunu sormak yerine hedefimizin normal vajinal yolla doğum olduğunu ifade etmekte, sezaryen ile doğumu ancak tıbbi gereklilikler halinde tercih ettiğimizi belirtmekteyiz.
 
Tabii ki normal vajinal yolla doğum yapmayı kesinlikle düşünmeyen  bir anne adayına bu konuda baskı uygulayamayız. Çünkü normal doğum 10-12 saat sürebilen anne adayının güçlü, sabırlı, soğukkanlı, bilinçli olmasını gerektiren bir süreçtir.
 
Maalesef birçok anne adayı küçük yaşlardan itibaren doğumu bir tabu olarak görmekte ve korku duymaktadır.
 
Korkunun en büyük nedeni bilgisizlik ve insanın kendini neyin beklediğini bilememesidir.
 
Hepimiz bilmediğimiz şeyden korkarız.
 
Bu nedenle anne adayı, doğumunda sorumluluğu alacak doktorunu tanımalı, güven duymalı, her zaman yanında olacağını hissettirmelidir. 
 
Bunun yanı sıra anne adayı,  hastaneye ilk başvuruda neler yapması gerektiğini, nerede kalacağını, doğumhaneyi tanımalı, takiplerinin nasıl olacağı konusunda bilgi sahibi  olmalı ve doğumdan önce  kadın doğum,  pediatri, anestezi ekibi ile tanışmalıdır.
 
Doğumlar mutlaka tam teşekküllü,  acil durumda anneye ve bebeğe müdahale edebilecek hastanede yapılmalıdır.
 
Hastanenin her an göreve hazır ameliyathane anestezi ve pediatri ekibi olmalı ve yenidoğan ve erişkin yoğun bakım ünitelerine sahip olmalıdır.
 
Yenidoğan ünitesinde, alanında deneyimli yenidoğan uzmanı bulunmalıdır. Açıktır ki bebekleri yaşatanlar tek başına cihazlar değil, o cihazları kontrol eden yenidoğan uzmanlarıdır.
 
Doğum takibinde acil bir durumda dakikalar içinde anne adayı sezaryen'e alınabilmelidir.
 
Doğum sürecinde hastaya hareket imkanı verilmeli, hareketleri sınırlanmamalı, yatağa bağlı kalmamalıdır. Yanında eşi ve isteği bir yakını olabilir. Gereksiz kalabalıkların bu süreçte anne adayına katkısı olmayacaktır.
 
Doğum sürecinde bizler mümkün olduğunca az jinekolojik muayeneyi tercih ediyoruz. Muayeneler  sadece hastanın hekimi tarafından gerçekleştirilmekte,  doğumun aktif sürecinde hekim anne adayına hastanede sürekli eşlik etmektedir. 
 
Doğuma dakikalar kala doğumhaneye alınmakta son ana dek anne adayı eşi ile birlikte odasında takip edilmektedir.
 
Bu süreçte anne adayı odada dolaşabilir oturabilir duşa girebilir.
 
Ağrıya sancıya dayanamadığını anladığı zaman epidural anestezi uygulanarak ağrılar dayanabileceği seviyeye indirilmektedir. 
 
Süreç esnasında gerekli değilse suni sancı verilmemekte serum takılmamaktadır.
 
İlk başvuru anında kan testleri için örnek alınır, lavman yapılır.
 
Doğum sürecinde  bir şeyler yiyip içme bebeğin ve anne adayının durumuna göre belirlenmektedir.
 
Doğuma 5 -10 dakika kala anne adayı eşi ile birlikte doğum salonuna alınmaktadır.
 
Doğum sürecinde doğumu kolaylaştırıcı egzersizler ve jeller kullanılmaktadır.
 
Doğumhanede gerekmedikçe epizyotomi denilen kesi yapılmamakta, doğum gerçekleşir gerçekleşmez bebek annesinin göğsüne bırakılmaktadır.
 
Babaya bebeğinin kordonunu kesme şansı verilmektedir.
 
Babanın doğuma eşlik etmesi, AİLE'nin temellerinin güçlü atılmasında önemli bir role sahiptir. Bebeğini dünyaya ne zorluklarla getiren o zamana kadar eşi olan kişi artık bebeğinin annesidir aynı zamanda.  Evliliklerde çok önemli olan saygı ve değer verme  unsuru bu şekilde güçlü bir şekilde oluşmaktadır.
 
Golden hour- Altın Saat uygulaması ile Anne- Baba - Bebek doğumdan sonraki ilk bir saatte yalnız baş başa kalırlar.Bu bir saat gelecekte AİLE kavramının oluşumunda çok önemlidir. 
 
Doğum esnasında kendiliğinden oluşan yırtıklar estetik olarak tamir edilmekte, gerekli kontroller sonrası anne tekrar odasına alınmaktadır.
 
Doğumdan sonra anne ayağa kalkar, istediği her şeyi yiyebilir içebilir, duşunu alabilir. Bebeğini kucağına alıp rahatlıkla emzirebilir. Bakımını yapabilir.
 
Normal doğumu denemek bile başarıdır. Doğum, sonuçta sezaryen ile gerçekleşse dahi mutlaka  faydası olacaktır."

Doktorum, benim isteyebileceğim her şeyi öngörmüş ve yazılı hale dönüştürmüştü. Son ayımda kendimi son derece güvende hissettim bu sayede...

Bir ebe ile de anlaşmayı düşündüm. Ama doğumumu bir hastanede yapacağımdan, ebenin kendi personeli olmadığı bir hastanede rahatsızlık yaratacağını düşünüp vazgeçtim. İkinci doğumumdaki en büyük hatam da bu oldu. Zira doktorum da normal doğum istiyorsam, bekleyebildiğim kadar evde beklemem gerektiğini söylemişti. Oysa rüptür riski çevremdeki herkesi korkuttuğundan, yanımdakiler evde kalmama müsaade etmeden, daha mesai saati bile başlamadan beni hastaneye götürüp, hastane lobisinde sancı çekmeme neden oldular. Halbuki eğer yanımda bir ebe olsaydı, durumu kontrol edip, her şeyin yolunda gittiğine çevremdekileri ikna ederek sancılarımı evde karşılamama yardımcı olabilirdi.

Hamileliğim boyunca fiziksel aktiviteyi hiç kesmedim. Hamilelikte neler yapılması gerektiğini bir yazımda da yazmıştım: http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2014/03/hamilelikte-anne-adaynn-neler-yapmas.html . Kızım da sağolsun zaten fiziken hareketsiz kalmam imkansızdı :) Bu sayede kaslarım sağlam kaldı sanırım ve ameliyattan sonra bunun çok faydasını gördüm.

Yukarıda fotoğrafı görülen Hypnobirthing kitabını aldım. Kitap duygusal olarak beni çok rahatlattı, kendime ve vücuduma güvenmemi sağladı. Ayrıca içindeki nefes egzersizlerinin son derece işe yaradığını da sancı çekerken deneyimleme şansım oldu. Gerçekten de orada bahsedildiği gibi nefes aldığımda, sancıları etkisiz hissediyordum. Ancak insanın aklı karışabiliyor, kendini nefesine odaklayamayabiliyor. Bu nedenle kitapta, egzersizleri, eşiniz veya ebeniz ile birlikte çalışmanız öneriliyor ki böylece sancı esnasında doğum koçunuz nefes tekniklerini size hatırlatabilsin. Benim başkasıyla birlikte çalışma şansım olmadığından, nefes tekniklerini cep telefonuma okudum. Sancı çektiğim sırada kulaklıklarımı takıp, kendi sesimden nefes teknikleri dinliyordum. Gerçekten çok çok işe yaradı. Nefesi doğru kullanmak, sancı dönemini rahat geçirmek için çok önemliymiş. Ayrıca aktif doğum dönemini de son derece kolaylaştırıp kısaltıyormuş, ama onu deneyimleme şansım olmadı ne yazık ki.

İkinci doğumuma girecek olan doktorum, ilkinden farklı olarak, çok rahattı. Son gün bile NST'ye bağlanmanıza gerek yok, her şey yolunda görünüyor; dedi bana. Ama planda olmayan bir şey oldu; doktorum sadece bir günlüğüne şehir dışına çıkacaktı. Kendi hastalarını da hastanedeki diğer doktor arkadaşına emanet edecekti. "Diğer doktor arkadaşımla tanışmak ister misiniz?" diye sordu bana. Beklenen doğum tarihime 5 gün vardı ve herhangi bir doğurma belirtisi görünmüyordu; ben de tanışmaya gerek görmedim. İkinci doğumumdaki ikinci büyük hatam da yedek doktorla tanışmamak oldu. Eğer tanışsaydım, kendisinin SSVD karşıtı olduğunu öğrenmiş olur, belki ona göre bir önlem alabilirdim.

İlk doğumumda sancım gelmemişti ve 41+2'de sezaryene girmiştim. İkinci doğumumda 39+3'te, doktorumun şehir dışında olduğu tek günde sancım tuttu. Gece 1'de başlayan sancılarım sabah 8 gibi 7 dakikada bire inmişti. Hypno Birthing kitabından öğrendiğim nefes tekniklerini uygulamaya başladım. Yanında yatamadığım için uyanan kızımı birkaç defa uyuttum, en sonunda sabah 4'te 4,5 yaşındaki kızımla karşılıklı oturup sohbet etmeye başladık. Arada gelen sancılarımı karşılayıp, sohbete devam ediyordum. Kızım olumsuz hiçbir tepki vermedi, çünkü acı çekmiyordum, sadece bir süre hareket etmekte zorlanıyor ve konuşamıyordum, sonra gülerek konuşmaya kaldığım yerden devam ediyordum. Bu arada azar azar kanamam olmaya başladı. Doktorumla "whatsapp"üzerinden haberleştim, normal olduğunu söyledi. Ama rüptür riskinden korkan eşimin hastaneye gidelim, sorun yoksa eve geliriz teklifini kabul ettim. Bir hatam da bu oldu. Zira başlayan bir doğumu tespit ettikten sonra beni hastaneden çıkarmayacaklarını bilmeliydim.

Henüz mesai başlamadan hastaneye gittik. Epey bir süre mesai saatinin başlamasını bekledik. Lobide de gayet sakin, mutlu mesut sancılarımı karşılıyordum. Sonra mesai başladı ve ben NST'ye bağlandım. 7 dakikada bir düzenli gelen ve 110 seviyelerine vuran sancılarım vardı. NST'de sancıları sakin karşılamaya devam ettim. Bana bakacak olan doktor hanım muayene etti. Bir gün öncesinde de 2 santimlik açılmam vardı ve hala 2 santimlik açılmam vardı. Üçüncü büyük hatam da bu oldu: Biliyordum ki 4 santimlik açılma olmadan hastaneye yatmamalıydım. Ama o esnada eve dönmek için ısrar edecek gücü bulamadım kendimde. Doktor hanım, SSVD karşıtı olduğunu ve beni, kendimi öldürmeden evvel sezaryene almak istediğini söylediğinde, doktor masasının yanında, ayakta iki büklüm olmuş şekilde sancımı karşılıyordum. Elimden geldiğince kendisine, riskleri bildiğimi, riskleri kabul ettiğime dair kağıtları imzaladığımı, isterse kendisi için bir daha imzalayabileceğimi, kendisinden doğumun ilerlemesi için zaman istediğimi söyledim.

Beni hemen odaya çıkardılar. Kan örneği almaları gerektiğini söylediler. Sıradan bir prosedür olduğunu bildiğim için izin verdim ama bir de baktım ki katater takıyorlar. Katateri çıkarmalarını istediğimi, sancılar sırasında yürümek ve rahat hareket etmek istediğimi söyledim. Ama katateri takan hemşire, ben konuşurken katateri kalın flasterlerle sabitliyor ve "Bunun ucunda iğne yok, istediğiniz gibi hareket edebilirsiniz" diyordu. Yani söylediklerimi hiç kaale almadı. Eninde sonunda o katateri kullanmam gerekeceğine emindiler. Anladım ki ben artık bir "hasta" idim ve söylediklerim, doktor emri olmadan dikkate alınmayacaktı; artık hastanenin sorumluluğundaydım, kendi bedenim hususunda söz hakkım kalmamıştı. Kataterin içinde iğne değil ama plastik bir parça vardı ve hareket ettikçe canımı acıtıyordu. 14 saat boyunca sancı çekmemi izleyen kızımı doğumdan soğutan tek unsur da bu katater olayı oldu. Kataterim çıkana kadar yanıma yaklaşmak istemedi, sürekli "Ne zaman çıkacak o?" diye sordu ve doğumdan sonra da "Ben hamile kalmak istemiyorum. Koluma ondan takıp acıtacaklar." dedi, sancıların lafını bile etmedi.

Sonra elbisemle kalmak istediğimi söyledim ama "Her tarafı kapalı, koridorda dolaşmanıza engel olmaz" diyerek ameliyat önlüğü giydirdiler. Sonra NST'ye bağlandım. Bağlı kalmak istemediğimi söylediğimde 10 dakika sonra çıkartacağız dediler ama o aleti, ameliyata girene kadar sökmediler.

Hastanede sancı çektiğim 6 saat boyunca SSVD karşıtı doktor hanım, hemen hemen saat başı odama gelip bana şunları söyledi:
  • "Ben kadın doğum doktoruyum, eşim de kadın doğum doktoru. Henüz çocuğum yok ama doğuracak olsam sezaryen yapacağım. Siz niye kendinizi zorluyorsunuz ki? (Böyle diyen bir doktora zaten güvenemezdim. Neyse ki benimle ilgilenen hemşire hanım "Ben de normal doğum yapmak istedim ama sonunda sezaryen olmak zorunda kaldım. Neden normal doğum yapmak istediğinizi anlıyorum. Ben de sizin normal doğurduğunuzu görmek isterim. Elimden geldiğince yardımcı olacağım size" dedi. Kadın doğum doktorlarına biraz da hasta psikolojisi eğitimi verseler son derece faydalı olur)
  • "Öleceksiniz. bebeğinizi de öldüreceksiniz. Sizin ölmeniz bir şey değil, size bir şey olursa ben travma geçiririm, bir daha mesleğimi icra edemem sizin yüzünüzden" tarzında konuşmalar yaptı. "Daha önce 2 defa SSVD yaptırdım ama devlet hastanesindeydim ve doğumlar son aşamasındaydılar, bebeklerin kafaları görünüyordu. Siz henüz doğumun başındasınız, bekleyemem." dedi. Neyse ki benimle ilgilenen hemşire hanım, SSVD doğumları ile tanınan Dr. Hakan Çoker ile çalıştığını, sezaryen sonrası sorunsuz normal doğumlara şahitlik ettiğini, bana da yardımcı olacağını söyleyip beni sakinleştirdi. Bu arada doktor hanım yanındaki hemşireye dönüp, sanki ben orada değilmişim ve onları duymuyormuşum gibi: "Şuna bakın ya, neler söylüyorum, öleceksin diyorum, hiç de korkmuyor" filan diyordu.
  • "Şu anda doğumun pasif aşamasındasınız, henüz aktif doğuma geçmediniz." diyordu. Sesinin tonundan vermek istediği mesajı anlıyordum: "Henüz sancıları rahat karşılıyorsunuz ama aktif doğumda canınız çok daha fazla yanacak.". Ama acı çekmekten korkmuyordum, zaten halihazırda 10 saattir sancı çekiyordum ve çok rahattım, devam edebileceğimi düşünüyordum.
  • "Sancılarınız çok düzenli. Eğer ilk doğumunuz olsaydı hemen size suni sancı verir, sizi çok rahat DOĞURTTURURDUM. Ama bu şekilde sizi doğurtturmak istemiyorum" dedi. Kendisine "doğurtturulmak" istemediğimi, zaten kadın vücudunun kendi kendine doğurmaya programlı olduğunu; gölge etmese başka da ihsan istemediğimi söylemek istedim ama onunla laf yarıştırmaya hiç mecalim yoktu, sancılarıma konsantre olmak istiyordum. 
  • Doktor hanım baktı ki ne söylerse söylesin beni ikna edemiyor, bu sefer eşimi tacize başladı: "Israr ederse hem kendisine, hem de bebeğine zarar verecek. Burası özel bir hastane. Burada, hem de benim nöbetim sırasında ters bir olay yaşanırsa çok büyük skandal olur" gibi laflar etti. Bu sefer eşim huylandı, doktor hanım odadan çıkınca "Hayatım belki doktor hanımın bize açık açık söyleyemediği bir şey vardır. Belki hastanenin ameliyathanesi hızla hazırlanmaya uygun değildir, belki anestesiztlerde sorun vardır. Belki bir sorun çıkarsa ani müdahale edemeyeceklerdir. Açıkça hastanesini kötüleyemeyeceği için böyle laflar ediyordur" demeye başladı. Ki bunu da biliyordum: Sizi sezaryene ikna edemeyince yanınızda bulunan refakatçilerinizi korkutarak, üzerinizdeki psikolojik baskıyı arttırmaya çalışıyorlar. Hepsine hazırlıklıydım, buna da aldırmadım. Ama bir yandan da acaba buradan çıkıp başka bir hastaneye gitsem mi diye düşünüyorum. Ama başka bir hastanede çocuk acili var mı? SSVD kabul edecekler mi? Yedek bir hastane araştırmamışım hiç. O noktada çıkıp gitmeye cesaret edemedim. Eğer yanımda doğum koçluğu yapan bir ebe olsaydı, bana uygun bir hastane önerebilirdi. O anda bir ebeyle anlaşmadığıma çok çok pişman oldum.
Tüm bunlar yaşanırken, psikolojik baskı nedeniyle sancılarım kaçtı. Geldiğimde düzenli ve oldukça şiddetli olan ve yine de beni rahatsız etmeyen sancılarım düzensizleşmiş, 50 dolaylarına inmişti. Ama ben kolumda serumla sırt üstü yatarak karşılamak zorunda kaldığımdan canım acımaya başlamıştı. Eşim de doktorun haklı olduğunu, ona emrivaki yapmış gibi olduğumuzu, doktor hanımı istemediği bir şeye zorlayamayacağımızı söylüyordu.

Doktor hanım bir daha gelip ultrasonda rahimdeki ameliyat yerimin incelmiş gözüktüğünü söyledi. Hemen facebook ssvd grubuna girip sordum. Diğer doktorların, ameliyat yerinin incelmiş olup olmadığının ultrasonda anlaşılamayacağını söylediklerini öğrendim. Doktor hanım ısrarla diğer ikinci sezaryen doğumlarda, eğer anne sancı çekmişse rahmin inceldiği, hatta sadece bir zar kaldığı, zarı da kesmek yerine parmağıyla delerek rahime girdiği yolunda moralimi bozmaya yönelik hikayeler anlatıyordu. Sanırım kendisi pasif agresifti. Doğrudan bana "Sizin doğumunuza girmeyeceğim" diyemediği için moralimi bozmaya çalışıyordu. Ben de pasif agresif bir tip olduğumdan, doğrudan kendisine "Başımdan çekilip gider misiniz?" diyemediğimden, kulağımda kulaklıklarım ve gözlerim kapalı şekilde sancılarıma konsantre olmaya çalışarak karşısında duruyordum. Ama sonuçta dezavantajlı konumda olan ben olduğumdan, kazanan doktor hanım oldu; sancılarım kaçtı ve bir daha da düzene girmedi. Ameliyattan sonra doktor hanımın kendisi, rahimdeki kesimin iyi durumda olduğunu, zarın altında bir kas kütlesi bulunduğunu ve 7-8 saatlik sancıya daha katlanabilecek durumda olduğumu söyledi.

Bu sırada ameliyata girebilirim diye su içmem ve yemek yemem de yasaklanmıştı. Susuz kalan bebeğin kalp atışları düşmeye başladı. Bu nedenle serum bağladılar. Kolumda serumla iyice hareketlerim kısıtlandı. Bu sırada müthiş bir kasılmayla birlikte suyum patladı. Ben kendime uygun bir şekle girmeye çalışırken zorla geri yatırmaya çalıştılar beni. Artık sinirden mi neden bilmiyorum tansiyonum 14-9 oldu. Bebeğin kalp atışları düştü, NST ötmeye başladı. Bu sırada doktor hanım hala olumsuz mesajlarına devam ediyordu. Yanındaki hemşirelere "İlk doğumunda sezaryene girmeseymiş, bana ne!" dediğini duydum. Yine de kendisine cevap vermedim. 

O çıktıktan sonra normal doğum yapacağım için heyecanlı olan ve normal doğum konusunda çok uğraşan Hakan Çoker'in yanında bir dönem çalıştığını da söyleyen ebe hemşire girdi içeriye. Bana gayet sakin bir ses tonuyla bebeğin kalp atışlarının düşmesinin iyiye işaret olmadığını, kendi doktorumun da yanımda olsaydı bu durumda sezaryeni tercih edeceğini düşündüğünü söyledi. Ona çok güvendim, çünkü normal doğumda bana eşlik etmeye çok hevesliydi ilk geldiğimde. Onun sözleri üzerine ameliyata girmeyi kabul ettim.

Ameliyatta başıma gelecekleri biliyordum zaten. Ameliyathaneye eşim alınmadı, oysa ilk doğumuma girmişti ve kızımızı ilk o görmüştü. Bebeğimin kordon kanının akmasına izin verdiklerini hiç zannetmiyorum. Bebeğimin bakımları benim görmediğim bir noktada yapıldı, sadece sesini duyabiliyordum. Oysa ilk doğumumda kızımın bakımları görüş açım içinde yapılmıştı. O güvendiğim ebe hemşire oğlumu yanıma getirdi, birazcık öpüp koklayabildim. Başka türlü bir ten temasına izin verilmedi. 

Hiçbir şey hayal ettiğim, doktorumun da yönlendirmesiyle olacağını ümit ettiğim şekilde olmadı. Ameliyat olunca hiçbir şeye müdahale edemiyorsunuz haliyle. Tek tesellim oğlumu yıkamayıp sadece ıslak bezle silmiş olmaları oldu. Böylece verniks tabakası üzerinde kaldı. Neredeyse 1 ay boyunca, o tabaka tamamen yok olmadı. Bu nedenle doğar doğmaz yıkanan kızımda olduğu gibi egzama olmayacağını ümit ediyorum.

Ameliyattan sonra çok kolay toparlandım. Ayaklarımın uyuşukluğu açılır açılmaz, hemşirelerin önerdikleri jimnastik hareketlerini yapmaya başladım. Ayağa kalkar kalkmaz korsemi taktım, hemen yürümeye başladım. Rahmim korseye rağmen aşağı sarkıp uyumamı zorlaştırdığında karnımın altına bir yastık koyarak uyudum. Hastaneden çıkarken kızımı kucağıma alıp yürüyememiştim. Bu sefer oğlum kucağımda ve yürüyerek çıktım hastaneden. Bebeğin altını değiştirirken ya da yatırıp kaldırırken hiçbir sorun yaşamadım. 5. gün doktor kontrolüne de oğlumu "sling" içine yatırarak götürdüm.

Psikolojik olarak da iyiydim, çünkü kadere inancım vardır. Doktorumun bulunmadığı tek günde sancım tuttuğuna göre, oğlumun bu şekilde doğmak kaderinde varmış demek ki... En azından doğumun başlamasını bekleyebildim, sütüm geldi, bebeğim sağlıklı, bende sorun çıkmadı (ameliyattan sonra aşırı bir kanamam oldu, tansiyonum düştü, oksijen bağlayıp kanama kesici ilaç enjekte etmek zorunda kaldılar ama sorun çıkmadı çok şükür)... Dolayısıyla kaderime küsmek yerine yatıp kalkıp bebeğimle benim sağlığımız için şükrediyorum.

Bir çocuk doğurmak sadece bedensel bir olay değil, bu işin bir de duygusal yönü var. Annenin doğum esnasındaki psikolojisi önemli olduğu kadar, bebeğin de psikolojisinin önemli olduğunu düşünüyorum. Ameliyathanede ışıklar karartılsın, bebeğimle ten teması kurayım vs gibi talepleriniz olduğunda doktorlar size "Ah canımmmm, duygusal anne" bakışı atıyorlar. Onlar için doğum cerrahi veya mekanik bir işlem, hiçbir psikolojik yönü yok. Oysa annenin doğuma psikolojik olarak hazırlanması, doğum sırasında duygusal olarak desteklenmesi gerekiyor. Bebeğin psikolojisinin de etkilendiğini düşünüyorum. Bebeğin fiziken sağlıklı doğmuş olması doktorlar için yeterli, ama psikoloji bilimini yok sayıyorlar. Oysa doğan bebeğin de bir duygusal durumu var ve bence en az fiziki durumu kadar özen gösterilmeyi hak ediyor.

Bugün, doğumun ruhsal aşamaları, doğum sırasında ortaya çıkabilecek komplikasyonlar, eskiye oranla çok daha iyi tanınıyor. Tehlikeleri ortadan kaldırmak için her türlü önlem alınıyor. Tıptaki gelişmelere paralel olarak, yeni doğan bebeklerin ölüm oranı düşerken, nedense doğumdan duyulan korku da giderek artıyor.

Hemen herkesin ağzında korkunç bir doğum öyküsü var. Ama bu öyküleri biraz deşince altında hastanede, çabuklaştırılmaya çalışılmış bir doğum olduğu görülüyor. En azından benim çevremde, evde doğurmuş kadınlardan hiçbirinin ürkütücü bir doğum hikayesi yok.

İstatistiksel olarak doğumların yaklaşık %80'i, hiçbir komplikasyona sebep olmadan gerçekleşmekteymiş. Ama gebelerin hepsine, sanki %20'lik kesimde olacağı kesinmiş muamelesi yapılıyor. Gebeler de korkularından, o yüzde yirmilik kısma dahil olmamak adına yüzde seksenlik şanslarını tepip, bıçak altına yatmayı baştan kabul ediyorlar. Oysa çok büyük bir ihtimalle, çok rahat bir doğum yapıp, sağlıklı bir şekilde evlerine dönecekler.

Hastanelerde hastalar tedavi edilir ve doğuma giren kadın doğum uzmanları da cerrahtırlar. Doğum yapmaya hastahaneye giden gebeye "hasta" gözüyle bakılıyor ve hastaymış gibi muamele ediliyor. Sanki her an başına olumsuz bir şey gelecekmiş gibi, koluna katater bağlanıyor, üstüne ameliyat önlüğü giydiriliyor vs. Ayrıca doğum yaparken size yardımcı olması için bir cerrahı tercih ederseniz, sonunda cerrahi operasyona girmeniz büyük bir ihtimaldir, neticede işleri bu... Oysa örneğin doğumunuza yardımcı olması için, işi, "doğuma yardımcı olmak" olan bir ebe hemşireyi tercih etseniz, cerrahi operasyona uğrama ihtimaliniz azalacaktır.

Hiçbir doğum olayı, bir diğerine benzemez. Oysa, her hastane, belirli bir sisteme göre çalışır ve doğum olayı da adeta hastanenin sistemine uymak zorunda kalır. Ayrıca her hastanenin sistemi tehlikeli bir doğuma göre hazırlanmıştır ve dolayısıyla hastaneye doğuma gelen her kadına, zor bir doğum yapacakmış gözüyle bakılır.

Yapılan araştırmalar, evde doğum yapan kadınların, diğerlerine oranla daha az ağrı dindirici ilaca ihtiyaç duyduklarını ortaya koymuştur. Ayrıca evdeki doğumlarda yapay yöntemlere daha ender başvurulmaktadır. Kendi tecrübem de bu yönde oldu. Evde 8 saat sancı çektim ve çok rahattım, kızımı 2-3 defa uyuttum, sonra uyumak istemeyince oyaladım, kendimi rahat hissediyordum. Hastaneye gidip NST'ye bağlandığımda 7 dakikada bir gelen ve 110 sınırlarında dolaşan sancılarım vardı ve ben sancıları gayet rahat karşılıyordum, hiçbir sorunum yoktu. Ne zaman ki hastane odasına alındım, koluma isteğim hilafına katater takıldı, istemediğimi beyan ettiğim halde ameliyat önlüğü giydirildi ve yine isteğim hilafına "10 dakika sonra çıkartırız" diyerek NST'ye bağlandım bir anda sancılarım düzensizleşti ve şiddeti düştü, 50 dolaylarına indi. Ama evde 110 dolayında sancıyı gayet rahat karşılayan ben, hastanede 50 dolayındaki sancılarda kıvranmaya başladım. Sırtüstü yatmak çok zorluyordu ve sancılar sırasında kasılıp kalmaya başladım, bu durum da benim tansiyonumu yükselttiği gibi bebeğin kalp atışlarının da yavaşlamasına neden oldu.

Bir kere, her türlü gereçlerle donatılmış bir hastanede doktorlar, uzun süre bekleyemediklerinden, bu gereçlere hemen başvurma hatasına düşüyorlar sanırım çoğunlukla. Nitekim sürekli gelip gidip beni normal doğurmamaya ikna etmeye çalışan nöbetçi doktor hanım bana "Sancılarınız ilk geldiğinizde çok güzeldi. Eğer ilk doğumunuz sezaryen olmamış olsaydı, ben size hemen suni sancı verip doğumunuzu hızlandırır ve elimle de yardım ederek bir çırpıda doğurmanızı sağlardım" dedi. Sancılarıma konsantre olmaya çalışırken kendisine cevap vermemeyi tercih ettim ama içimden "Demek ki her şeyi normal ve yolunda giden bir doğum yaşıyor olsam bile, doğumumun kendi yolunu izlemesine müsaade etmeyecek, muhakkak müdahele edecektiniz öyle mi?" diyordum ve o noktada, hastaneye erken gitmenin ne kadar büyük bir hata olduğunu anlamış oldum. Nitekim daha sonra aynı doktor hanımda doğum yaptığını öğrendiğim bir arkadaşım, ilk doğumunu normal yapmış olmasına karşın, aynı doktor hanım tarafından kendisine verilen suni sancının acısını çektikten sonra sezaryene girmek zorunda kaldığını anlattı bana. Suni sancı, çoğunlukla sezaryeni sonuçluyor anladığım kadarıyla.

Ayrıca kadınların çoğu, doğumhanede yabancılık çeker, kendilerini rahat hissetmezler. Hayvanlar üzerinde uygulanan geniş çaplı araştırmalarda, her türlü huzursuzluğun, doğumu olumsuz yönde etkilediği ve geciktirdiği saptanmıştır (Doğumda mahremiyet ile ilgili bir yazı için bkz: http://www.dogaldogum.com/yazlar/207-doumda-mahremiyet.html). Ayrıca kendisini tehlike ve tehdit altında hisseden hayvanların doğumu yarıda kesip (yani insanlar için kullandığımız deyimle "sancıları kaçıp") kendilerini güvende hissettikleri bir yere giderek, orada doğurdukları da bilinmektedir. Her kadın, içten içe evinin sıcak ortamında doğum yapmayı ister sanırım. Bu isteğimi dile getirdiğimde, modern tıbbı reddetmekle suçlandım. Oysa doğumun evde gerçekleşmesini istemek, eski basit koşullara bir dönüş sayılmamalıdır. Bugün hastane ortamında, kadının ve bebeğin ruhsal gereksinimleri karşılanamamaktadır. Oysa kadının ve doğumun mahremiyetine önem verilerek, tıbbi koşullar ve kadının ruhsal gereksinimleri arasında bir uyum pekala sağlanabilir (Örnek bir doğum için bkz: http://bebekyapimbakimonarim.blogspot.com.tr/2013/03/gunesin-dogal-dogum-hikayesi.html). 

Örneğin doğumhanelerin ve doğuma gelmiş gebeler için ayrılan odaların daha insancıl tarzda döşenmesi mümkün. Böylece kadınların çevresi, komplikasyonsuz doğumlarda gerek duyulmayan ürkütücü gereçlerden arındırılmış olur. Hastane sisteminin her doğuma birebir uygulanmasından da vazgeçilmelidir. Hiçbir yöntem, önceden planlanıp hazırlanarak, her kadına aynen uygulanmamalıdır. Özellikle, sancı veren ya da dindiren ilaçların kullanılmasında bu durum geçerlidir. Ayrıca ebe ve doktorlar, doğumun öncelikle anne adayını ilgilendiren bir konu olduğunu kabul etmelidirler. Yani kadının istek ve duyguları ciddiye alınmalıdır. Gereksiz yere anestezi yapılmamalı ve konuşma tarzına dikkat edilmelidir. Doktor ve ebelerin çoğu, sancı çekmekte olan kadınla yetişkin bir insan gibi değil de, yardıma muhtaç bir çocuk gibi konuşuyorlar. Örneğin ben sancı çekerken gelip gidip, öleceğim ve bebeğimi de öldüreceğim hususunda olumsuz telkinlerde bulunarak moralimi bozmaya çalışan doktor hanım, ben gözlerim kapalı sancılarıma konsantre olmaya çalışırken yanındaki hemşireye "Ohooo, baksana neler söylüyorum, hiç oralı bile olmuyor" dedi benim için. "Gözlerim kapalı ama sizi duyabiliyorum, ben burada yokmuşum gibi hakkımda konuşmayın lütfen" demek istedim ama diyemedim, çok sinir bozucuydu. Annenin mahremiyetine saygı gösterilmesi de çok önemli. Hastanede rahat rahat bağıramadım, yan odadan duyarlar diye. Odam zaten yol geçen hanı gibiydi, birisi tansiyonumu ölçmeye giriyor, diğeri NST'yi kontrole geliyor... Normal doğum yapan anneler de bacaklarını, doğumhanenin kapısına dönük olarak açmak zorunda kalmanın rahatsızlığından bahsediyorlardı. Bunların hiçbiri düzeltilemeyecek hususlar değil, sadece biraz anlayış yeterli.

Özetle ikinci doğumumdaki hatalarımdan aldığım dersler şöyle oldu, eğer sezaryen sonrası normal doğum yapmak istiyorsanız:
  1. Kendinize uygun bir doktor bulun.
  2. Kendinize destek verecek bir ebe ya da doğum koçu ile anlaşın.
  3. Yedek doktorunuzu da ayarlayın.
  4. Olası br terslikte gidebileceğiniz yedek bir hastane ayarlayın.
  5. Nefes tekniklerini çalışın.
  6. Yanınızda size normal doğum konusunda destek vermeyecek hiç kimseyi bulundurmayın.
  7. Mümkün olduğunca uzun süre evde kalın.
  8. Açıklığınız 4 santimi geçmeden hastaneye gitmeyin.
  9. NST'ye bağlı kalmayın.
  10. Katater taktırmayın.
  11. Susuz kalmayın. Mümkünse enerji verecek bir şeyler için. Bebek aç ve susuz kalınca kalp atışları yavaşlıyor ve sonuç ameliyat oluyor.
  12. Kendinizi psikolojik olarak rahat hissedeceğiniz bir ortam talep edin. Eğer ameliyat önlüğü giymek istemiyorsanız uygun kıyafetlerle hastaneye gidin.
  13. Size söylenen olumsuz ifadeler hakkında başka bir uzman görüşü daha alın. Çünkü edindiğim tecrübeye göre, doktor sizi ameliyata razı edebilmek için göz göre göre YALAN söyleyebiliyor.
Umarım benim olumsuz tecrübelerim, başka birilerinin, en azından kendi kızımın olumlu tecrübeler yaşamasını sağlar...

Bir Annenin Çocuklarına Okulsuz Eğitim Vermesinin Hikayesi (çeviri)

$
0
0
Fotoğraf orijinal kaynağa aittir.

Yazının çevirisi Sayın Zekiye Baykul'a aittir. Paylaşmama izin verdiği için kendisine teşekkür ediyorum.


Bir annenin 5 oğlu ile okulsuz eğitim hikayesi


Küçük bir kızken daha okuldaki ilk günümde kararımı vermiş ve eve gelir gelmez anneme ve babama "Büyüyünce öğretmen olacağım" demiştim.

Bu hedefimden hiç şaşmadım ve öğretmen oldum. Hem normal sınıf derslerinde hem de eğitim sürecinde terapi ve desteğe daha fazla ihtiyaç duyan öğrenciler için açılan terapi sınıflarında (remedial class) öğretmenlik yaptım.

Fakat tecrübelerim sonunda anladım ki mevcut eğitim sistemi pek çok çocuk için oldukça yetersiz kalıyordu.

Böylece işi bırakarak 5 oğlumu, evimizde, okulsuz eğitim metodu ile yetiştirmeye başladım. Tam anlamıyla okulsuz eğitim metoduyla.

Mutfak masası etrafında oturup tahtada ders anlatmak filan yoktu.

Oturup onlara okuma yazmayı, sayı saymayı öğretmedim. Hatta herhangi bir şekilde bunları kendi başıma planlamadım bile. 

Bunun yerine günlerini nasıl geçirmek istediklerine kendileri karar verdiler. 

Derede tavşan avlamak, elektronik aletler yapmak veya enstrüman çalmak gibi.

Yaptığım şey sadece çocukların öğrenmeyi içten gelen bir şekilde sevdiklerine dair içgüdülerimi dinlemek ve buna güvenmekti. İlgi duydukları konularda ilerleyebilmeleri için gerekli yönlendirmeyi, maddi kaynak ve araç-gereçleri onlara sağladım.

Bilgisayarımız yoktu.

En büyük oğlum Joel (33), 14 yaşına kadar bilgisayar görmedi ama şu an bilgi teknolojileri alanında doktorası bitmiş durumda.

İlk üniversite diplomasını aldığında 18 yaşındaydı, şu an Google şirketinde çalışıyor.

Tüm çocuklarım mutlu sağlıklı ve başarılı yetişkinler oldular.

İki numaram Dion’un (31), Sosyal Hizmetler diploması var ve yetim çocuklarla ilgileniyor.

Tali (25), konservatuvarda modern müzik eğitimi aldı. Liam (20), ise bir nalbant oldu. Bir atın ayağına sadece on saniye bakıp ona en uygun nalı yapabilen inanılmaz yetenekli bir nalbant.

Erik (18) de abisi gibi konservatuvara gitmek istiyor.

Bazı insanlar çocuklarım için kurduğum hayalleri soruyorlar. Ben oğullarımın sadece heyecan duymalarını istedim. Kendi hayatlarına dair heyecan duymalarını…

Öğretmenlikle ilgili hayal kırıklıklarım işe ilk girdiğimde başlamıştı. Birinci sınıfları okuturken tüm desteğime ve ilgime rağmen altı ay boyunca her gün ama her gün ağlayan minik bir kız öğrencim vardı.

İki yıl sonra okulun terapi merkezinde çalışmaya başladığımda bu küçük kız oradaydı ve o denli travmatize olmuştu ki ne okuyup-yazabiliyor ne de akademik herhangi bir konuda ilerleyebiliyordu.

Okulumuzun bulunduğu bölgeden sorumlu müfettişle birlikte okula gidip gelirken ona bir gün şu soruyu sordum:

"5-6 yaşına gelmiş pek çok çocuğun okula henüz hazır olmadıklarını düşünüyorum. Kendi çocuklarımı okula göndermesem ne olur sizce?"

"Ne olacak, hiçbir şey" dedi. "Sen bir öğretmensin. Başka insanların 30 çocuğuna öğretmenlik yapıp da kendi çocuklarını eğitemeyeceğini kim söyleyebilir?"

O zamanlar tek amacım çocuklarımı sınıf eğitimine hazır olduklarını düşünene kadar evde tutmaktı. Metot olarak da klasik öğretim metodu kullanırım diyordum. Ki bu yöntem büyük oğlumda çok da işe yaramıştı. Akademik düşünebilen ve ‘bana beş taş verebilir misin’ veya ‘altı adet çubuk say’ dendiğinde cevap veren bir çocuk :)

Ancak ailem genişledi ve diğer oğullarım dünyaya geldiklerinde böyle şeylerle ilgilenmiyorlardı bile.

Mesela Dion için küçük evler inşa etmek bir tutkuydu.

Tali ise henüz konuşamazken şarkı söyleyebiliyordu! Asla bir dakika yerinde oturmaz bütün gün enstrüman çalardı.

Okulda çocukların 20 dakikalık sürelerle öğrendiklerini öğrenmiştim ama benim çocuklarım bir şeye ilgi duyduklarında altı aydan önce onu bırakmak istemiyorlardı.

Zamanla üniversitede öğrendiklerimin hepsini bir kenara bıraktım ve onları gözlemlemeye, hangi konuda heyecanlandıklarını bulmaya ve o yolda onlara yardımcı olacağını düşündüğüm şeyleri onlara sağlamaya çalıştım. Bazen müzik dersleri aldırdım bazen elektronik aletler aldım. Tüm eğitimci rolüm buydu.

Biraz büyüyünce teknik ve ileri düzeyde dersler (TAFE) aldılar. Uzaktan Eğitim programlarına katıldılar. Bunların hepsi gerekli ihtiyaçlar oluştuğunda ve onlar istediği zamanlarda yapıldı.

Bir okul müfettişi ile bir psikolog düzenli olarak ziyaretimize geliyorlardı. Ve kendisi de bir öğretmen olan eşim, Alan de bana çok destek oldu.

Çeşitli oyun ve spor kulüplerine ve kilise gruplarına üye olmamıza ve birçok arkadaşı olmasına rağmen oğlum 8 yaşına geldiğinde sosyal bazı aktivitelerden geri kaldığı düşüncesiyle kendisi okula gitmek istediğini söyledi.

Okula başladığında gördük ki oğlumuz akademik açıdan yaşıtlarından iki yıl ötede ve okuldaki herkese kibar davranan bir çocuktu.

Bir yıl boyunca devam eden akran baskısı, alaylar, aşağılamalar sebebiyle okulu bıraktı. Hala hayatının en berbat yılı olduğunu söyler. 

Diğer çocuklarımdan hiçbiri okulu denemek bile istemediler.

Uzaktan eğitim ve teknik eğitim hocaları çocuklarımın konuları nasıl olup da böyle güzel öğrenebildiklerine çok şaşırıyorlardı. İtiraf etmeliyim ki bunu dile getirmeleri beni inanılmaz motive ediyordu.

14 yaşındayken Joel yazılıma temel, oldukça teknik bir konu olan Ayrık Matematik denilen bir ders alıyordu.

Eve geldiğinde çalışmalarına bakıp ‘tüm bu şeyleri nasıl öğreniyorsun’ derdim.

Anlamadığı bir konu olduğunda sınıfta bilenlere sorduğunu ve onların ona açıkladığını söylerdi.
Üniversitede tüm matematik derslerinde sınıfta başı çekti.

Bizim eğitim sistemimiz tamamen okuma-yazma üzerine kurulu. Ama benim çocuklarımdan hiçbiri erken yaşlarda öğrenmedi okuma yazmayı.

Joel yedi yaşındaydı, altı ay içinde her şeyi okuyabiliyordu.

Tali 12sinde öğrendi.

Dali ise imla kurallarına göre yazmayı ancak bir yetişkin olduğunda becerebilmişti. O sırada diploma alabilmek için uğraşıyordu :) 

Hazır olmadıkları bir şeyi onlara öğretmeye çalışmak koca bir duvara toslamak gibi bir şey.

Liam’de disleksi vardı ve fakat görsel öğrenmede çok başarılıydı. Kendisinin diğer çocuklara göre görsel yönden çok daha avantajlı olduğunu düşünüyor. 

Yetenekli bir at binicisi olan oğlum Erik yabani atını çok iyi bir şekilde eğitmeyi öğrendi. o kadar ki arkasında durup kamçısını şaklatsa bile at hareket etmiyor.

Elbette çocuklarımı yetiştirme yöntemim nedeniyle çok fazla eleştiriye maruz kaldım.

İnsanlar okulsuz eğitim gören çocukların işsiz filan kalacaklarını, zira gerçek hayatta yapmak istediğin mesleği seçme şansın olmadığını ve illa ki patronun size söylediklerini yapmak zorunda olduğunuzu düşünüyorlar.

Ancak aslında gerçek hayatta siz de işveren olabilirsiniz ya da kendi işinizi de kurabilirsiniz.

Niçin çocuklara daha akademik konuları öğretmediğim konusunda da eleştiriler alıyorum. Ancak düşündüm ki belki de öğrettiğim o yabancı dili ya da anlatmaya çalıştığım trigonometriyi ilerde hiç kullanmayacak. Öte yandan evi temizlemek, yemek pişirebilmek, söküklerini dikmek ve alışveriş yapmak: işte hayata atıldıklarında bunlara kesinlikle ihtiyaç duyacaklar. Ki oğullarım bu becerilerin hepsini çok erken yaşta edindiler.

Evet, okulsuz eğitim her aileye uymayabilir.

Bunun için anne-babanın çocuklarıyla birlikte olmaktan keyif alması gerekiyor. Sorgulayan bir zihne sahip olmak ve sıra dışı bir hayat sürdürmek istemeleri de.

Oğullarım benim tutkularımdan çok şey öğrendiler.

Eminim okula gitselerdi terapi sınıflarındaki çocuklar gibi olacaklardı. Ve bu onların kendilerine olan güvenlerini azaltıp gelecek başarılarını da baltalayabilirdi.

Çocukların nasıl öğrendiklerine dair pek çok kitap var ancak ben gerçekten bunun nasıl olduğunu kimsenin bilebildiğini düşünmüyorum.

İnandığım tek şey şu ki, tamamen farklı ihtiyaçlara ve ilgi alanlarına sahip 30 çocuğu aynı sınıfa koyup, hepsinin aynı şekilde öğrenmelerini bekleyemezsiniz.

Ev Okullu Ünlüler: Agatha Cristie

$
0
0


Agatha Christie, 15 Eylül 1890 tarihinde doğdu ve kendisine Agatha Mary Clarissa Miller ismi verildi. Annesi İngiliz ordusuna bağlı bir yüzbaşının kızı, babası ise varlıklı bir New York borsacısıydı. Agatha İngiltere'de, Devon'da büyüdü ve hiçbir zaman Amerikan vatandaşlığına geçmedi. Agatha Cristie, polisiye türünde ünlenmiş, üretken ve popüler İngiliz roman ve oyun yazarı olarak tanınmaktadır. Onun yarattığı karakterlerden Hercule Poirot ve Miss Marple polisiye kurgu romanlarının simgeleri haline gelmiştir.

Agatha'nın  Madge ve Monty isimli iki ablası özel bir okula devam ederlerken, Agatha son derece utangaç olduğu için evde eğitim aldı. Agatha Christie matematik eğitimini babasından aldı (http://www.nndb.com/people/583/000026505/). "çocukluğunda hiç okula gitmedi ve evde mürebbiyeler ve özel öğretmenler tarafından eğitildi. Çok erken yaşlarda kendisini meşgul edecek oyunlar yaratmakta ustalaşmıştı. Utangaç bir çocuk olarak duygularını yeterli biçimde ifade edebilmek için bir ifade aracı olarak müziğe ve daha sonra da yazıya başvurdu." (http://christie.mysterynet.com/). 

Müzik ve dans, Agatha'nın eğitim müfredatının hep önemli bir parçası olmuştur. Gençlik yıllarında, Agatha, bir şarkıcı ve klasik müzik piyanisti olarak eğitildi. Yetenekli olmasına rağmen, topluluk önüne çıkmakta zorlanıyordu.  Agatha, Sir Arthur Conan Doyle'un, özellikle Sherlock Holmes polisiyelerinin hayranı ve istikrarlı bir okuruydu. Agatha'nın imlası oldukça kötüydü. Ancak buna rağmen yazma konusundaki ilgisi, annesi ve roman yazarı komşuları Eden Philpotts tarafından hep desteklenmiştir (http://www.nndb.com/people/583/000026505/).

Ev okulu ile mezun olduktan sonra, Agatha o dönemde İngiliz toplumu için moda kış tatil noktası olan Mısır'da annesi ile birlikte üç aylık bir tur yaptı. Bu gezi sırasında Agatha'nın diğer kültürlere ve geçmişin büyük medeniyetlerine karşı ilgisi uyanmıştı. Böylece arkeolojiye karşı bir ömür boyu sürecek ilgisi uyandı ve daha sonra kitaplarında kullanacağı bir dizi malzeme topladı. 

1912 yılında, Agatha, Kraliyet Havacılık Kıtası'ndan Christie Archibald adlı bir havacı ile tanıştı. 1914 yılında, Archie Fransa'da savaşmaya gitmeden önce Noel arifesinde evlendiler. Birinci Dünya Savaşı sırasında, 24 yaşındaki Agatha, Kızılhaç'a bağlı bir hastanede gönüllü hemşire olarak hizmet verdi. Hemşireliği, "herkesin yapabileceği en ödüllendirici mesleklerden biri." olarak tanımladı. Üç yıl sonra eczanede çalışmaya başladı. Orada farmasötik ilaçları, bunların hazırlanmasını ve öldürücü dozajları da dahil olmak üzere kullanımlarını öğrendi. Bu bilgiler daha sonra yazılarını da büyük ölçüde etkilemiştir. 

Savaşın sonunda, Agatha ilk romanı, Ölüm Sessiz Geldi'yi (The Mysterious Affair at Styles) yazdı. Bu eser altı yayıncı tarafından reddedilmiş olmasına rağmen, 1920 yılında yayınlandıktan sonra eşsiz bir başarı elde etti. Eserde, zehirlemek suretiyle işlenen cinayet o kadar iyi betimlenmişti ki kitap Kraliyet İlaç Derneği'nin resmi gazetesinde yer aldı. Ölüm Sessiz Geldi ayrıca Sherlock Holmes karakterinden sonra en popüler polisiye roman karakteri bir dedektif olan Hercules Poirot'un yer aldığı ilk eserdir. Böylece Agatha Christie dünya çapında "Polisiye Kraliçesi" olarak tanınma yolunda ilerlemeye başladı.

Yarım yüzyıldan uzun süren yazı kariyerinde, Agatha Christie seksen roman ve kısa öykü yazdı. Kitapları birçok farklı dile çevrildi ve iki milyardan fazla sattı. Tüm zamanların en çok satan polisiye yazarı olmasının yanı sıra, Christie, Shakespeare ve İncil'den sonra tarihinin en çok basılan eserlerini yazmıştır. 

Agatha Christie, bir dramaturg olarak da uluslararası ün kazanan tek polisiye roman yazarıdır. En ünlü oyunu olan "Fare Kapanı" da dahil olmak üzere bir düzineden fazla oyun kaleme almıştır. Kraliçe Mary'ye doğum günü hediyesi olarak yazdığı "Fare Kapanı" isimli oyun, tiyatro tarihinin en uzun soluklu sahnelenen oyunudur. Ayrıca Agatha, Londra'nın West End bölgesinde aynı anda üç oyunu sahnelenmiş tek kadın dramaturgudur. Christie'nin eserlerinden birçoğu film olarak çekilmiştir. Doğu Ekspiresinde Cinayet (Murder on the Orient Express) (1974) en bilinenidir. Kısa öyküleri, tiyatro oyunları ve romanları ayrıca televizyona, radyoya ve son olarak da bir bilgisayar oyununa (And Then There Were None, 2005) adapte edilmiştir. 


Agatha'nın en tuhaf gizemi, gerçek hayatta başına geldi; hem de klasik Christie hikayelerinin tüm unsurlarını eksiksiz taşıyarak... 1926 yılının Aralık ayında Agatha'nın kocası bir başka kadın ile görüştüğünü söyleyerek boşanmak istediğini açıkladı. Aralarında çıkan kavga sonrasında, Archie evi terk etti ve Agatha da ortadan kayboldu. Agatha'nın otomobili yoldan çıkmış ve terk edilmiş vaziyette bulundu ve büyük bir insan avı başlatıldı. On bir gün sonra, Agatha'nın sahte isimle bir termal otelde kaldığı ortaya çıktı. Christie, hiçbir zaman o dönem zarfında ne yaptığını ve nasıl oraya gittiğini açıklayamadı. O dönemde, kocasının kendisini aldattığının ortaya çıkması ve aynı dönemde annesini de kaybetmiş olması nedeni ile yoğun stres ve depresyon altında geçici hafıza kaybı yaşadığı düşünülmektedir.

Christie yavaş yavaş hayatını yeniden inşa etmeye başladı ve 1930 yılında Bağdat'ı ziyaret etti. Orada tanışmalarından kısa bir süre sonra kendisine evlenme teklif edecek olan arkeolog Max Mallowan ile romantizmi ve macerayı keşfetti. Bu sefer evliliği mutlu ve kalıcı oldu.Çift birlikte pek çok arkeolojik kazılar yaptılar ve aynı zamanda Agatha'nın arkeolojik çalışmaları ona uzman fotoğrafçı olma yolunu açtı.Tüm bunlar olurken Agatha, evde ve alan gezileri sırasında yazmaya devam etti.

1955 yılında Christie, Amerika'nın Polisiye Yazarları Büyük Ödülü'nü aldı. 1958 yılında Agatha, ünlü Keşif Kulübü Başkanlığı'nı, hiçbir zaman konuşma yapmayacağı hususunda kesin bir anlaşma yaptıktan sonra, kabul etti. Agatha'nın eşi 1968 yılında yapmış olduğu arkeolojik çalışmalar nedeniyle şövalye ilan edildikten üç sene sonra, 1971 yılında Agatha, edebi eserlerinden dolayı İngiliz İmparatorluğu tarafından "dame" yapılarak onurlandırıldı. Agatha ve eşi, karı koca olarak bu şekilde onurlandırılan birkaç çiftten birisidir. 

Agatha Christie, popüler polisiyelerinin yanı sıra Mary Westmacott takma adıyla bazı az bilinen romantik romanlar da yazdı.  Ayrıca aralarında bir otobiyografi ve arkeolog eşi ile yaptığı keşifleri anlattığı"Come, Tell Me How You Live"isimli kitaplar da dahil olmak üzeredört adet kurgusal olmayan eser yazdı.

Agatha Christie 15 yıllık bir süreyi (1950 - 1965) kapsayan bir de otobiyografi (An Autobiography) yazdı. Bu kitapta kendi hayat hikayesini onun ağzından okuyabilir ve hatta kendi sesinden de dinleyebilirsiniz. Agatha Christie otobiyografisinin yeni baskısı, kırk yıl önce kaydettiği ses kayıtlarını CD olarak içermektedir. CD içerisinde, normalde çok çekingen ve sessiz olan Agatha, bir saatten fazla bir süre kendi hayat anlatmaktadır. 

Çok başarılı bir kariyer hayatının ardından Agatha, 12 Ocak 1976 tarihinde huzur içinde vefat etti. Christie'nin Rosalind adında tek bir çocuğu oldu. Rosalind adını Shakespeare'in "As You Like It" isimli eserindeki kadın kahramandan almıştır. Torunu Mathew Prichard, onu "Konuştuğundan daha fazla dinleyen, fark edildiğinden daha fazla gören" biri olarak nitelendirmiştir. 



Kaynaklar
http://www.agathachristie.com - Bu site, Agatha Christie'nin tek torunu tarafından işletilmektedir. Sitede Agatha Christie Derneği, biyografisi, kitapları ve oyunları, TV, film ve film karakterleri hakkında bilgiler bulunmaktadır. Agatha Christie faaliyetleri takvimi ve bir de sohbet odası içermektedir.
http://christie.mysterynet.com - Agatha Christie hakkında her şey, biyografi, resimler, kitaplarının ve filmlerin bağlantıları (linkleri) bulunmaktadır.
http://www.nndb.com/people/583/000026505 - Agatha Christie biyografisi.

Okulsuz Eğitim veya Ev Okulu Tercihi Radikal Bir Karar mı?

$
0
0


Evokulu ve okulsuz eğitim kararları artık daha fazla tercih edilir ve daha fazla dillendirilir oldu. İşte Milliyet Gazetesi'nde bir röportajda Yeşim Büber de çocukları için tercihinin bu yönde olacağını belirtiyor. Röportajda ayrıca okulsuz eğitimin sırf çocuk eğitimi ile ilgili bir karar olmayıp bir yaşam tarzı seçimi olduğunu da çok net görebiliyoruz:

Hayatın figüranı olmayacağım...


Yedi yıldan bu yana eşi, ikiz oğulları Can Yunus ve Nehir ile teknede yaşayan Yeşim Büber ile Marmaris’te buluştum. Teknelerini bağladıkları Okluk Koyu’nda bir günü beraber geçirdik. 2007’de evlerini boşaltıp, tekneye sığarak İstanbul’dan yola çıkmışlar. Tekneleri öyle lüks değil. Ne yardımcıları var ne de tayfaları… Her şeyi kendileri yapıyorlar.Elbette ne kadar tüketim çılgınlığından kaçsalar da asgari tüketim için bile para gerekiyor. Mehmet Aksın özellikle reklamsektöründe aranılan bir görüntü yönetmeni. En son Zehirli Sarmaşık ve Acayip Hikayeler’de rol alan Yeşim Büber de doğum sonrası ara verdiği dizi sektörüne bu kış dönmeyi planlıyor. Bir dönem çok ses getiren İnşaat ve Yolda filmlerinde de oynayan Yeşim Büber ile alternatif hayatı konuştuk.

KUYU SUYU İÇİYORLAR
Anneler artık çok anne, bütün hayat çocuklara göre organize ediliyor. Biliyoruz ki tekne o kadar da steril değil. Nasıl büyüyor çocuklar?                                
Ormanda emeklediler, yürüdüler. Ağızlarına toprak, taş atıp, dal kemirmeye bayılıyorlardı. Son derece steril olmayan bir ortamda büyüdüler. Halâ öyleler. Ama bunun da karşılığı olarak doğduklarından bu yana hastaneye gitmedik. 2 yaşındalar. Gayet sağlıklı gidiyor her şey. Toplumda genel olarak bir temizlik takıntısı var. Hijyen pazarlanıyor. Anneler için çocukları en hassas noktaları olduğu için temizlik pazarlaması çocuk büyütmede en çok iş yapan sektör haline geliyor. Normal doğum yaptım. Hastaneden çıkıp ertesi gün yine tekneye geçtik. Teknede kendilerine dikkat etmeyi öğrendiler. Anneler, babalar sürekli çocuk düşmesin diye kalkan gibi çocuğun tepesindeler. Çocuk için de çok daraltan bir hal o. Kendi başına bir şey yapmaya çalışıyorsun, sürekli tepende birisi. Rutin flor takviyesi verecekti doktor. Kuyu suyunu arıtıp içtiğimizi öğrenince onu da vermedi. Kuyu suyu flor açısından daha zenginmiş. Ticari sularda eksik oluyormuş.

Çocuklar reklamlarda bir şey görüp istediğinde nasıl ikna ediyorsunuz peki?
Reklam görmüyorlar ki! Televizyonumuz yok.
İlk yardım kursu aldılar

Açık denizdesiniz ve çocuklar hastalandı. Bu bir risk değil mi?
Çocuklar olduktan sonra çok uzun mesafe yapmadık. Riski minimuma indirmek için Marmaris’te hastanede iki günlük kurs aldık. Çok yetkin bir ecza dolabımız var. Hafif cerrahi müdahaleler, kırık çıkık müdahaleyi yapabilir durumdayız. Eğer ihtiyacınız olursa uzaktan teşhis ile doktorlardan yardım almak mümkün.

Evhamlı şehir annelerine ne öneriyorsunuz?
Doğadan o kadar da koparmamak lazım. Annelik içgüdüsü denen bir şey var ya, onu dinlemek lazım. Sen anne olarak zaten doğru olanı biliyorsun. Sürekli bir kitap anneliği var. Bu kadar uzaklaşmamak lazım kendinden. O kadar da kitaplardan öğrenilecek bir şey değil annelik.

Pasifik’e açılacaklar
Teknede yaşama fikri nasıl oluştu?
İstanbul artık zor gelmeye başlamıştı. Sorgulamalar başladı. Bu trafikten mutlu muyum, yaptığım işten mutlu muyum? Mehmet’in deniz sevdası vardı. Bir tekne alalım, teknede yaşayalım dedik. 2007 yılında evi tamamen kapatıp tekneye yerleştik. Bir yıl Akdeniz’i gezdik. Niyetimiz daha yola devam etmekti. Sonra hadi dönelim, çalışalım, tekneyi büyütüp çocuk yapalım, devam edelim dedik. Tekneyi büyüttük, çocukları yaptık, Şimdi tekrar yola çıkacağız, bir iki sene daha çalıştıktan sonra... Pasifik’e doğru gitmek istiyoruz.   

Bir teknede iki kaptan
Tekneye de sığılıyormuş! Evlere niye sığamıyoruz?
Lüks sevmiyorum. Zaten şu an hayatımı bu kadar küçültmeme rağmen gezegene yine de zarar veriyorum. Bunun vicdani rahatsızlığını hissediyorum. Bir de o kadar büyük hayatları ahlaki olarak kaldıramayacağım. Sığamama durumu sistemin tuzağına düşmek işte. Ne kadar tüketirsek o kadar var olacağımızı sanmanın yanılgısından kaynaklanan bir şey. Hayatın figüranı olmak. Olmayacağım dedim kendi kendime ve hayatımı olabildiğince küçülttüm. Teknemiz 15 metre. Daha büyük bir teknemiz olsa mesela, bu kez tayfamız olması gerekecekti. 
İki kaptanız; Mehmet ile ben. Uzun yolda vardiya usulü kullanıyoruz. Bakımını da kendimiz yapıyoruz. Kendi kendinize yeterli olmayıp, çalışanınız olup hizmet almaya başladığınız anda ‘lüks’ bir hayat başlıyor. Bu bize göre değil. Burada İstanbul’da harcadığımızın yüzde 30’unu anca harcıyoruz. 
 
 
Yeşim Büber ve eşi Mehmet Aksın, çocuklarıyla son derece sağlıklı bir ilişki kurmuş. Onların kalkanı değil yoldaşı olduklarını sık sık vurguluyorlar.
 
Mektupla ya da okulsuz eğitim

Çocuklar okula başladığında nasıl olacak?
Eğitim sistemi ile ilgili çok ciddi kuşkularım var. O gri, ruhsuz binalarda, askeri eğitim almadık mı hepimiz. Öğretmenlerimizle hiyerarşik ilişkilerimiz, kendimizi hep değersiz hissetmemiz. Kimlik bulma çabalarımızın hep engellenmesi. Okullar, sistemi sorgulamayan bireyler yetiştirmeye yarıyor. Bu olumsuz deneyimleri çocuklarıma yaşatmak istemiyorum. Türkiye’de evden okul, dışarıdan eğitim legal değil. Eşim Mehmet’in Fransız vatandaşlığı da var, çocukların da. Home schooling (mektup eğitimi) denen bir sistem var Avrupa’da. Müfredat size geliyor, siz çocuğun ebeveyni olarak eğitmeni oluyorsunuz. Sınavlarını gönderiyorsunuz. Bir de unschooling diye bir kavram var. İngiltereKanada gibi ülkelerde uygulanıyor. Bunda ise bir müfredat yok, çocuğun okul ile ilişkisi yok. Herhangi bir zamanda okula başlamak istediğinde yeterlilik sınavına giriyor. Başarılı olduğunda nereden isterse oradan başlıyor okula. Bunlardan birisini seçeceğiz. Çocuklarıma TEOG stresini yaşatmak istemiyorum. Ben çocuğuma gezegenine sahip çıkmasını öğretmek istiyorum. Başkalarının hayatlarına, varlığına saygı duysunlar, kendi hayatlarına sahip çıksınlar. Bir şey ekip biçebilsinler, hayatta kalabilsinler, bence başarı budur. 
 
‘Kuaför ve ütü hayatımdan çıktı’
2007’den beri saçını boyatmadığını söyleyen Yeşim Büber, “Her ay kuaför, manikür-pedikür, üstümden ağır bir yük kalktı. Ütü yapmıyor, sürekli temiz giysiye ihtiyaç duymuyorum. Kırışık, lekeli, yırtık, hiç dert değil artık. Sadece üşümemi engellesin ya da güneşten korusun yeter. 
Çok mutluyum, hakikaten keyfim çok yerinde” diyor.
 
Bu kış ekranlara dönüyor
Yeni dizi var mı?
Projeleri değerlendirmeye başladım. Bu kış birisinde çalışacağım. Çocuklar doğduktan sonra çok çalışmak istemedim. Bebeklik dönemini birlikte geçirmek istedim. Önümüzdeki sezon için görüşmelerim sürüyor. Çalışmaya başlayacağım şimdi yeniden.  
 



Ev Okullu Ünlüler : Wilson Bentley (Kendi Kendini Yetiştirmiş Bilim Adamı ve Kar Fotoğrafçısı)

$
0
0



KAR TANESİ BENTLEY (Snowflake Bantley)

çiftçilerin saban sürdüğü
karanlığın lüks lambalar ile uyandırıldığı zaman
bir çocuk yaşardı karı çok seven
dünyadaki her şey ama her şeyden


Wilson Bentley 9 Şubat 1865'te, kar yağışının üç metreyi bulduğu Champlain Gölü ile Mansfield Dağı'nın arasında kalan Vermont Jericho bölgesinde, karlar ülkesinin başkentinde doğdu.

Willie'nin annesi 14 yaşına kadar onun öğretmeni idi.

Çiftçi bir ailenin sahip olduğu yükümlülükler ve zor hava koşulları nedeniyle Willie sadece birkaç sene okula gidebildi.

Annesinin öğrenme ihtiyacını giderebilmesi için aldığı ansiklopedilerin "her sayfasını okudum" demişti.


İlk gençliği boyunca suyun hallerini çalıştı, hava durumu raporları tuttu, yağmur taneleri ile ilgili deneyler yaptı. Willie Bentley'in en mutlu olduğu günler kar fırtınasının olduğu günlerdi. Vermont bahçelerinin kurumuş otlarına, ahırlarının koyu renkli metal kapı koluna ve eldivenlerine yağan karları seyrederdi. "kar en az kelebekler kadar, elma çiçeği kadar güzel" derdi. Kelebekleri ağ ile tutup abisi Charlie'ye gösterebilirdi, elma çiçeklerini toplayıp annesine götürebilirdi, fakat kar tanelerini kimse ile paylaşamıyordu, onları saklayamıyordu.

Willie’nin kar sevgisini gören annesi, ona ansiklopedilere ek olarak bir mikroskop aldı. Willie mikroskopla çiçeklere baktı, yağmur damlalarına, otların iki yüzüne; hepsinden güzeli, kar tanelerine...

Diğer çocuklar kardan kule yaparken, kargalar gibi ötüşerek kartopu savaşı oynarken Willie kar tanelerini toplardı. Kar fırtınalı günün ardından buz kristalleri üzerinde çalışırdı. Kar kristallerinin girift, dallı budaklı şekillerini hayal ettiğinden daha güzel olduğunu gördü. Bütün tanelerin birbirinin kopyası şeklinde, aynı olacağını sanıyordu. Hiç öyle olmadıklarını öğrendi. Kristallerin büyük çoğunlukla 6 dallı olduğunu keşfetti, çok az sayıda 3 dallı olduğuna şahit oldu. Her kar tanesindeki 6 dal birbirinden farklıydı, benzersizdi. Bir kar tanesi eridiğinde arkasında herhangi bir kayıt bırakmayan bir güzellik de gitmiş olur diye düşünür, hüzünlenirdi. 

Üç kış boyunca kar kristallerini resmetmeye çalıştı. Her seferinde çizim bitmeden taneler eriyordu. Willie herkesin tanelerin harika şekillerini görebilmesi için, onları bir şekilde saklamaya karar verdi,. Mutlaka bir yol bulmalıydı.


16 yaşına giren Willie kar tanelerini resmetmeye devam ederken bir gün yeni bir şey öğrendi. Fotoğraf makinesi denen içinde kendi mikroskobu olan bir aletin var olduğunu öğrendi. Annesine "eğer öyle bir kameram olsaydı kar tanelerini resimleyebilirdim", dedi. Annesi Willie'nin kara bakarken gördüğü heyecanı başkalarının hissetmeyeceğini, insanların ilgilenmeyeceğini, oğlunun üzüleceğini düşünüyordu. Babası "karla uğraşmak kadar saçma bir iş olabilir mi?" diyordu. Ama oğullarını seviyorlardı. 

17 yaşında ailenin tüm sene boyunca biriktirdiği para ile Willie'ye fotoğraf makinesini aldılar. Fotoğraf makinesi yeni doğmuş bir danadan daha uzundu ve ücreti babasının 10 sığırına bedeldi.


Willie fotoğraf makinesi ile çalışmalara başladı. İlk fotoğraflarının gölge gibi görünen başarısız hallerine rağmen vazgeçmedi. Hata üzerine hata, kar tanesi üzerine kar tanesi... Her kar fırtınasında çalıştı. Kış bitti, karlar eridi ama ilk sene güzel resimler çekemedi gelecek kar mevsimini bekledi. Sonraki kış, yine karlı günlerden bir gün, yeni bir yöntem denedi ve işe yaradı, kar tanesinin fotosunu nasıl çekeceğini keşfetmişti. Kar kristallerinin daha net görünmesi için kristallerin negatiflerinin kenarındaki koyu kısımları yontuyordu, bu ekstra iş ve saatler demekti ama Willie aldırmıyordu. Kimse de Willie'ye aldırmıyordu. Komşuları kar fotoğrafı çekme fikrine çok gülüyorlardı. "Vermont'ta kar, çerçöp gibi bir şeydir, fotoğrafına gerek yok" diyorlardı. Willie kar tanelerinin aynısından bir tane daha olmayan biricik yapıları ile tasarımın şah eserleri olduğunu düşünüyor, fotoğrafların dünyaya kendisinden bir hediye olacağını söylüyordu.


Willie büyüyor, çiftlik hayatı devam ediyordu. Diğer çiftçiler kışları ocaklarının önünde ısınır, at ve kızakla şehre inerken Willie kar fırtınaları boyunca çalışırdı. Sundurmanın kapısının önünde durur ve siyah bir tepsiye kar tanelerini toplardı. Topladığı kar tanelerinin şekilleri bozulmuş ise tepsisini hindi tüyü ile temizleyip yeni taneler toplamaya koyulurdu. Bazı kışlar sadece birkaç düzine fotoğraf çekebilirken, bazı kışlar yüzlerce çekerdi. Aile yadigarı mesleği, içinde bulunduğu ortam gereği Willie doğayı çok sever, doğa fotoğrafları da çekerdi ama elbette en çok sevdiği kar tanelerini çekmekti. 


Kar taneleri fotoğraflarından albümler yaptı, kimi zaman hediye etti, kimi fotoğrafları birkaç liraya sattı, yaz akşamları kar tanesi fotoğraflarından dostlarına foto sunumlar yaptı. Kimi kolej ve üniversiteler Willie'nin bazı fotoğraflarını satın aldı. Willie ‘nin kar tanelerini fotoğraflama işinden pek para kazandığı söylenemez, harcadığı paranın üçte birini geri kazandı ama yaşamını çiftçi olarak kazanan Willie'nin zaten bu işten para kazanmak gibi özel bir amacı da yoktu, "kar tanelerinin kendisi benim için ödül" diyordu…


Kimi üniversitelere verdiği fotoğraflar ile ilgili çalışmalar yapılıp gelir elde edildiğinde çektiği en güzel taneleri kitaplaştırmak için Willie'ye bir fon sunuldu. 

66 yaşına gelmişti ve hala kar tanesi fotoğrafçılığından emekli olmaya niyetli değildi. Kitabı çıktıktan bir ay sonra, yeni bir kar fırtınasını fotoğraflamak için 10 küsur kilometre yürüdüğü bir yürüyüş sonrası zatürre oldu ve iki hafta sonra vefat etti. Vefatından kırk sene sonra, yaşadığı bölgede açılan müzede kendisi için bir anıt düzenlendi.


Kar tanelerine aşık olan bir çiftçi bilim adamı Wilson Bentley, 
çektiğin fotoğraflar tıpkı kar kristalleri gibi şehrin Vermont'tan uçarak dağları aştı ve dünyayı dolaştı. İnsanlar eldivenlerine yağan mucizeye şahit olabilmek için yaşadığın yerlere geldi, seni andı. Ruhun şad olsun “kar tanesi adam”.

Kaynak: "Snowflake Bentley", Yazar: Jacqueline Briggs Martin 



Çeviri: Zuhal Bibi




Ayrıntılı bilgi için bkz.:


Ekim Ayında Bahçeye Ne Dikilir?

$
0
0

bahçemdeki mercanköşk

Sonbahar geldi, havalar soğumaya başladı. Sebzelerin birçouğunun ilk dondan önce kendini kurtaracak kadar büyümek için vakti olmayabilir. Ama yine de sıcak bölgelerde oturmuyor bile olsanız, Ekim ayında dikimi yapılabilecek birkaç bitki var. 


Yabanmersini
Sonbahar yabanmersini dikmek için mükemmel bir zaman. Sonbaharda dikim yapmak yabanmersinine köklenmesi için fırsat sağlar. Ancak köklenen bitki, en erken bir sonraki ilkbaharda büyüyecektir. 


Çiçek Soğanları
Ekim ayı, sonbahar çiçek soğanları için uygundur. Ekim ayında dikilen soğanlar, ilkbaharın ilk günlerinde çiçek açmaya başlayacaklardır. Örneğin: Lale 


Sarımsak
Bir sonrak ilkbaharda erken ve yüklü bir hasat istiyorsanız sonbharda sarımsak ekimi yapabilirsiniz. 



Şifalı Otlar
Kışın insanların yetiştirmeyi en çok tercih ettikleri bitkilerin başında şifalı otlar gelir. Bunları kapalı alanda, ev içinde yetiştirmeniz de mümkündür. En popüler şifalı otların arasında fesleğen, kekik, nane, maydonoz gelmektedir. Benim bu aralar gözdem ise mercanköşk.

Bir Maddenin İçinde Asit Olup Olmadığını Nasıl Anlarız? Asit Alkali Deneyi (Bilimsel Deneyler Kitabı, Tübitak Yayınları)

$
0
0



Hazır kış gelmiş, kırmızı lahanalar tezgahlarda yerini almışken asit belirteci yapalım dedim. Yaptık ve çok eğlendik. Ayrıntıları fotoğraflardan okuyabilirsiniz.

Deney fikrini aldığımız kitabın içinde çeşitli konularda, evdeki malzemelerle yapılabilecek oldukça basit ve hoş deneyler var. Kitabı da tavsiye ediyorum.








Önce kırmızı lahanayı haşlayıp süzdük ve yapraklardaki renk ve doku değişimini inceledik:




Malzemelerimizi hazırladık: Limon suyu, portakal suyu, elma suyu, karbonat, un, soda, yoğurt, suda erimiş asprin, suda erimiş Talcid (mide ilacı), şeker, diş macunu.




Bardaklara belirteçten biraz biraz döktük. Sonra diğer malzemeleri tek tek bardaklara ekleyerek renk değişimlerini gözlemledik.





Renk değişimlerinden ziyade köpüklenme ilgisini çekti kızımın her zamanki gibi. Hele de köpük pespembe olunca...









Renkler değiştikçe deneye ilgi arttı. Kızım artık kendisi ve kardeşi için bir laboratuvar istiyor. Anneannesine birer laboratuvar önlüğü dikmesi için sipariş verdi bile.










Bu deney için önceden hazırlandık. Manava gidip lahanayı beraber aldık, haşladık, soğumasını bekledik, süzdük. Eczaneden aspirin ve Talcid aldık. Diğer malzemeleri hazırladık. Deney esnasında da pür dikkat ilgisini deneye verdi kızım. Sonuç olarak bu deneyden memnun kaldık.












Ablasının deneyi bitince malzemeler oğluma kaldı...









Çocuklarla Gün İçinde Neler Yapabiliriz, Neler Oynayabiliriz?

$
0
0

+



Çocuklarımın ikisi ile de tüm gün bir arada olduğumuzdan 6 yıldır gün içinde yapılabilecekler konusunda biraz tecrübe edindim. Bu konuda okuduğum kitaplar arasında ise yukarıdaki fotoğrafta görülen kitap, bence, açık ara en iyisi. Kitap içerisinde çok fazla oyun önerisi yok ama genel olarak çocuklarla neler yapabileceğinize ve bu konuda evinizde yapabileceğiniz düzenlemelere ilişkin akla gelebilecek hemen hemen her konuya değinmiş. Bu konuda tavsiye edebileceğim en temel kitap (okuduklarım arasında).

Ben işimi yaparken çocuklar da kendileri oynamaları gerektiğini öğrendiler. Bebeklik zamanında çocuğun önüne dağıtabileceği, kirletebileceği ve bana sonradan iş çıkaracak bir uğraş koyduğumda kendi işimi yapabildiğimi gördüm. Böyle böyle, büyüdükçe, ben iş yaparken onlar da kendilerini oyalamaları gerektiğini anlıyorlar. Ayrıca bu şekilde, bir işi yapmanın en doğru yolunu da kendileri keşfediyorlar, ben onlara öğretmemiş oluyorum.

Genellikle gün içinde 1-2 saat bana ait, en az 3-4 saat de sokaktayız. Onun dışında kalan zamanlarda da ev içinde zaman geçiriyoruz. Sokakta veya evde geçirdiğimiz zamanda çocukların kendi kendilerine oyun bulabilmeleri için onlara fikir ve araç gereç sağlamam lazım. Mesela sokakta seksek oynayabileceklerini gösterdikten sonra, çantamda da sürekli tebeşir bulundurmam lazım ki seksek oynamak istediklerinde ortam yaratabileyim.

"Her güne bir aktivite"şeklinde bir planım yok ama "Çocuklarla neler yapabiliriz?" diye düşündüğümde fikir bulabilmek adına kendime yaptığım bir liste var. Bu listedeki tüm oyunlar her yaş grubuna hitap edebiliyor ama yaş ve yetenek durumuna göre farklı seviyelerde davranmak gerekiyor. Bazı oyunlar tek başına, bazıları diğer çocuklar veya bir yetişkinle paralel olarak, bazıları da hep birlikte oynanabiliyor. Esneklik olmazsa, sıkı plan program işlemiyor çocuklu hayatta. Listemde toplam 15 kalem fikir var: 

1) Ev işi: Sabahları ilk iş ev işlerini yapıyoruz hep birlikte. Çamaşır makinesini doldurma-boşaltma, çamaşırları asma, bulaşık makinesini doldurup boşaltma, elektrik süpürgesi vurma, toz alma, cam /ayna silme, yerleri paspaslama vs.

2) Yemek yapmak: Her gün günlük yemek yapıyoruz. Çocuklar kendi yaptıklarını daha bir iştahlı yiyorlar, yeme konusunda daha hevesli oluyorlar. Yemeği hazırlama aşamasında yıkama, doğrama, karıştırma konusunda bana yardım ediyorlar, ya da belki de ben onlara yardım ediyorum demeliyim :) Bazen de zevk olsun diye kek, kurabiye, yulaflı bar gibi atıştırmalıklar hazırlıyoruz. Yemekleri hazırlarken yemek malzemeleri hakkında konuşuyoruz. Neden beyaz unun ve şekerin zararlı olduğunu, balı neden ısıtmamamız gerektiğini vs anlatıyorum. Yemek yaparken daha etkili oluyor bu tür konuşmalar.

3) Açık hava oyunları: Bunların bazıları seksek, saklambaç, yakalamaç, yerden yüksek gibi kurallı sokak oyunları. Haftada 1-2 defa da oyun grubumuz ile buluşup serbest oyunlar oynuyorlar. Trambolinde zıplıyorlar mesela ya da yüzüyorlar, kumdan kale yapıyorlar, ormana gidersek ağaçlara tırmanıyor, kozalak topluyorlar; bisiklete, kaykaya, patene biniyorlar. Bazen de bahçede zaman geçiyoruz; ekiyoruz, biçiyoruz, bitki bakımı yapıyoruz, kompost yapıyoruz vs.

4) Civar geziler ve yolculuklar: Küçük bölgelerde yaşamayı tercih ediyoruz. Bulunduğumuz bölgedeki kafeler, pastaneler, postahane, kütüphane, kırtasiye, tuhafiye, nalbur vs ilk öğrendiğimiz ve her hafta ziyaret ettiğimiz yerler. Bunun haricinde civarda huzurevi, hayvan bakım evi gibi yerler varsa oraları da ziyaret ediyoruz. Ayrıca civardaki müzeler ve tarihi ören yerleri de sık sık ziyaret ettiğimiz yerler. Sınırsız girişli, yıllık müze kart alıyorum kendime. Bölgemizdeki pazar yerlerini öğrenip, alışverişimizi pazarlardan yapıyoruz. Ayrıca sık tercih etmemekle beraber yakın bölgedeki alış veriş merkezleri arasında da seçim yapıyoruz, gitmemiz gerektiğinde tercihimiz olana, mesela özellikle üstü açık olanlara gidiyoruz. Şehirlerarası veya uluslarlarası yolculuk yaptığımızda da bu kalemdeki yerleri araştırıp, öncelikle onları ziyaret ediyoruz.

5) El sanatları: Resim çizme-boyama (pastel boya, kuru boyalar, keçeli kalemler, sulu boya, parmak boyası olarak da kullanılabilecek guaj boyalar, evde de nişasta ve gıda boyası ile hazırlanabilen boyalar, sokakta kullanmak için tebeşir vs), oyun hamuru türleri (moon sand, oobleck, slime vs, kil), bahçede oynama sırasında çamur oyunları (mud pie), origami türü kağıt işleri, baskılar (patates, lahana vs),; ayrıca pipetle, pamukla, kulak çubuğuyla vs desen çıkararak da resimler yapılabilir. Dikiş dikmek, ileri yaşlarda dikiş makinesi kullanmak; şiş, tığ veya parmakla örgü örmek; halı veya bileklik dokumak. Atık malzemelerden ve aklınıza gelebilecek her türlü malzemeden (midye kabukları, makarna, bakliyat, ponpon, kırtasiyelerde satılan oynar gözler, ağız ve burun vs) kolaj çalışması yapmak. Mesela çocuğun önüne bir kağıt, bir kağıt peçete, bir ip, bir makas ve bir de yapıştırıcı koyuyorsunuz; bakalım neler yapıyor. Bardabas kutularına üyeyiz, her ay 5 farklı el işi yapıyoruz en azından. Maket yapımı, en basitinden karton kutulardan televizyon, roket vs yapmak. Tamir aletleri ile yapılan aktiviteler, mesela balkabağına vidalarla ve çekiçle düğme çaktık. İlerleyen dönemlerde marangozluğa da geçiş yapılabilir. Ben sanat eserlerinin hepsinin fotoğrafını çekiyorum, üzerlerine tarih atıyorum, sergileme alanına asıyorum. Tüm bu süreç de eseri meydana çıkarmak kadar heyecan veriyor.

6) Fen Matematik oyunları: Her türlü deney (Çocuklar için deney kitaplarından veya internetten faydalanılabilir). Diğer etkinliklerle birleştirilebilir. Mesela yoğurt/kefir mayalamak, sirke anası oluşumunu gözlemlemek, altına bal sürdüğümüz bir taşı bahçeye koyup taşa ziyafete gelenleri seyretmek, saç kurutma makinesini çalıştırıp hava akımına bir pinpon topu yerleştirmek vs. Bugün mesela 20 aylık küçüğüm sodanın içine şeker atıp baloncukları gözlemledi. Diğer oyunlar gibi, deneylerin de yaşı yok bence ve önemli olan nokta, tıpkı diğer etkinliklerde olduğu gibi sürekli tekrar. Tekrar ettikçe kafaya yerleşiyor ve her tekrarda farklı bir şey öğreniyorlar. Çeşitli cetveller ile boyut ölçmek ve farklı tartılar ile ağırlık ölçmek de zevkli oyunlar.

7) Özbakım becerileri: Diş fırçalamak, el yıkamak, kıyafetleri kirli sepetine atmak, temiz kıyafetleri katlayıp uygun çekmeceye koymak, hava durumuna uygun kıyafet seçmek, ilerleyen yaşlarda günlük sırt çantası veya gezilerde bavul hazırlamak, banyo ve tuvaleti kullanmak vs. Hatta belki de klozet temizliğini de bu kapsama almak gerekiyor. Kimyasal temizleyici kullanılmıyorsa, klozeti fırçalamak çocuklar için eğlenceli oluyor. Bu tür beceriler de tıpkı diğer etkinlikler gibi bir yetişkin eşliğinde ve belki de diğer çocuklarla birlikte daha eğlenceli ve öğretici oluyor. Çocuklar gözlemleyerek öğreniyorlar. Kendilerinden büyükler ne yapıyorlarsa aynısını, aynı şekilde yapmak istiyorlar. Yetişkinlerin bu işleri öğretirken kendilerinin de aslında her şeyi bilmediklerini göstermesi bence önemli. Mesela siz ayakkabınızı böyle bağlamayı biliyor musunuz: http://onedio.com/haber/muhtemelen-bugune-kadar-bilmediginiz-en-hizli-ve-pratik-ayakkabi-baglama-yontemi-514674


8) Okumak Yazmak: En küçüklere bez kitap alınabilir. Kitapların içindeki hayvanların sesleri çıkarılabilir; renklerin, şekillerin, nesnelerin isimleri tekrarlanabilir. Biraz daha büyüdüklerinde günlük hayattan alınmış hikayeleri olan kısa, resimli kitaplar okunabilir. Daha da ilerleyen dönemlerde Heidi gibi, Tom Sawyer gibi daha kalın kitaplara geçilebilir. Bazı çocuklar yetişkinlerin okudukları kitapları dinlemeyi de seviyorlar. Gün içinde sakin geçirmek istediğiniz bir zamanı sesli kitap okumaya ayırmak hem eğitici, hem dinlendirici, hem de çocukla bağ kurucu oluyor. Masallar anlatılabilir. En küçüklere kendi günlük hayatı masal şeklinde anlatılabilir "Bir gün küçük bir kız varmış. Sabah uyanıp kahvaltı etmiş. Kahvaltıda bir yumurta yemiş." gibi mesela. Daha büyüdüklerinde kendi küçüklük hikayeleri veya aile fertlerinin küçüklük anıları ilgi çekici oluyor. Biraz daha büyüdüklerinde günlük hayatına uygun hikayeler anlatılabilir, sihirsiz büyüsüz. Biraz daha büyüdüklerinde peri kızları, kaf dağları ile ilgili masallara geçilebilir. Anneannesi kızıma sürekli rüyalarını anlattığı için kızım da kendi rüyalarını bize anlatmaya başladı. Önceleri nedense rüyalarını anlatmaya çekiniyordu, belki de rüyaların gerçek olup olmadığını belli bir yaştan sonra anlamaya başlıyorlardır. Ben de kızımın anlattığı rüyaları yazıyorum. Sonra istediği zaman ona geri okuyorum. Ayrıca canımız istedikçe günlük yazıyoruz; kızım gününü anlatıyor, ben de yazıyorum. Bazen günlüğünü okumamı istiyor. Eskiden akşamları "Bugün neye kızdım biliyor musun? Sen neye kızdın bugün en çok?", "Bugün şu işe çok şaşırdım. Senin şaşırdığın bir şey oldu mu bugün?" gibi, duygularını ifade etmesini sağlayacak sorular sorarak muhabbet açıyordum. Artık bunun bir ritüel olduğunu düşünüyor ve "Hadi, bugün neye kızdın? yapalım" diyor kızım. Ve artık günlüğüne de yazıyoruz, o günkü duygularını. Ayrıca o gün gittiğimiz yerlerden afiş, bilet vs almışsak, onları da günlüğüne yapıştırıyoruz. Bazen kendisi günlüğüne resim çizmek istiyor. Çizmeyi seven çocuklar için resimli günlük hazırlamak da mümkün. Bana gelen mektupları sesli okumamdan da hoşlanıyor kızım, sonra mektubu eline alıp kendisi de okur gibi yaparak epey oyalanıyor. Bazen de ezberinde olan hikayeleri bana kendisinin anlatmasını istiyorum. Bu ara anlattığı hikayeleri yazmamı istiyor. Sonra hepsini zımbalayıp kitap yapacakmışız. Resmi seven çocuklar, kendi hikaye kitaplarını resimleyebilirler de. Bir de hikaye zarları yapıyoruz. Zarı atan, zarın üstünde kalan resme uygun bir hikaye anlatıyor ya da anlatmakta olduğumuz hikayenin devamını getiriyor. Hazır satılan hikaye anlatma zarları da var, internetten çıktı alıp yapmak ya da elle çizerek yapmak da mümkün. Bir de okuduğumuz kitapları, kahramanlara uygun kostümler giyerek canlandırıyoruz. 6 yaşından sonra yeni yeni kitap kritiğine de başladık. Okuduğum kitabın her bölümünden sonra ya da kızımın konuşarak tepkisini belli ettiği noktasında "Sence neden böyle olmuş? Bence böyle yapması uygun olmamış." gibi ifadelerle sohbet ortamı yaratıyorum. Bazen okuduğumuz bölümden daha uzun kitap kritiği yapıyoruz. Bence "okumak" sadece harfleri yan yana getirmek değildir; düşünmeyi gerektiren, aktif ve harfleri birleştirmekten çok daha derin bir eylemdir.

9) Sözel oyunlar: Bilmecelere bayılıyor kızım. Yeni yeni fıkralara merak sardı. Espriler, tekerlemeler, "o piti piti, karamela sepeti" gibi saymacalar, karşılıklı el vurarak ve saçma sözleri tekrarlayarak oynanan oyunlar (oynamışsanız beni anlamışsınızdır). Kostüm giyerek müzikal yapıyoruz mesela. Şovumuzu birilerine sergiliyoruz ve videoya da çekip sonradan izliyoruz. Bazen kızım tutkulu bir şekilde konuşmaya başladığında da onu rahatsız etmeden videoya çekiyorum, sonradan kendisini izleyip dinliyor. Dans ve ritmi de sözel oyunlara dahil tutuyorum ben. Gün içinde dansa ve müziğe de zaman ayırıyorum. Tüm dünyadan çeşitli müzik türleri dinlemelerini önemsiyorum. Bu nedenle gün içinde özellikle Açık Radyo dinliyorum veya https://groups.yahoo.com/neo/groups/montessoribyhand/info grubunun dosyalar kısmından indirdiğim dünya müziklerini çalıyorum ya da Ay Işığı Sonatı'nı açıveriyorum; kendime ait zamanlarda da Klasik Türk Müziği, Türk Halk Müziği ve Türkçe "rock" parçaları dinliyorum, bazen dinlerken kendimi kaptırıp dans ediyorum, bakıyorum benimkiler de dansa başlıyorlar. Türkçe'yi güzel kullanmalarını da önemsiyorum. Bunun için TRT Radyo dinliyorum, en güzel konuşan spikerler orada oluyor. Müşfik Kenter'in, Erol Günaydın'ın sesinden masal dinletiyorum. Radyo Tiyatrosu dinliyoruz.

10) Konuşturmaca oyunları: Aslında bunlar da sözel oyunlara dahil ama kızım o kadar çok seviyor ki ayrı bir başlığı hak ediyor. Minik oyun evleri yapıp, minik tahta oyuncakları konuşturuyoruz 6 senedir bıkmadan. Bir plajı ya da bir otoparkı ya da bir evin içini canlandıran oyun halılarının üstüne koyuyoruz minik insan ve hayvanları. Parmak kuklaları kızım çok sevmemişti ama oğlum bayılıyor. Bazen onlara söylemek istediklerimi oyuncaklara söyletiyorum ya da mesela onlara kızmak istediğimde oyuncaklara kızıyorum "Ama ayıcık ne yaptın sen? Her yeri ıslatmışsın? Ne olacak şimdi?" diyorum mesela. Ya da "Merhaba Aliş, beraber yemek yiyelim mi?" diyorum bir oyuncağı konuşturuyormuş gibi yaparak. Serkan Bilgi'nin hazırladığı Hacivat Karagöz Sahne Seti'ni yıllardır severek kullanıyoruz. O kadar çok sevdik ki bir tane de anneannesinin evine aldık. Serdar Bilgi ile de şahsen tanıştık hatta onun elinden satın aldık. Bu da güzel bir anı oldu bizim için. Olur da burayı okursa, kendisine teşekkür etmek istiyorum. Kızım Zenne, Bebe Ruhi hepsini tanıyor sayesinde. 3 senedir aklımıza estikçe çıkartıp oynuyoruz. Özellikle geceleri odayı karartmak, sahnenin arkasına ışık tutmak gibi hazırlıklar da en az oyunun kendisi kadar heyecan verici oluyor çocuklar için. Aynı şekilde kızımın bebekliğinden kalmış, saydam kapağı olan bir kutunun içine fener koyarak ışık kutusu (light box) yaptım. Işık kutusunun üstüne kendi kestiğim şekilleri koyarak veya karagöz-hacivat gibi saydam tasvirler koyarak hikaye kurguluyoruz. Odayı karartıp, az bir ışık eşliğinde parmaklarımızın gölgeleri ile duvarlarda şekiller yapıp konuşturuyoruz. El fenerinin ucunu renkli saydam kağıtlar ile kaplayıp değişik renkte ışıklar da ekleyince, ortam neşelenince daha da zevkli oluyor oyun. Bir de evimize gelen istisnasız her çocuğun en severek oynadığı alet: Telsiz. "Walkie Talkie" dediğimiz telsizlerden var bizde. Çocuklar o telsizlerle ne oyunlar oynuyorlar! Bizdeki telsizin "bebek telsizi"özelliği de var. Bebek telsizine para vermek yerine, böyle bir telsiz alınırsa, bebek büyüdüğünde de işe yarar. Karton bardak ve ip ile de telsiz yapıyoruz, bu şekilde telsizin nasıl çalıştığını görmüş oluyor.

12) Zar, Kart, Kutu oyunları: Monopoly, Tabu tarzı kutu oyunları; iskambil kartları ile oynanan oyunlar; dama, satranç, go gibi tahta üzerinde oynanan oyunlar; küçükler için eşleştirme kartları, flash card'lar; Meraklı Minik Dergisi'nin her ay verdiği zarla oynanan oyunları; pazıllar vs.

13) Serbest oyun zamanı:Çocuğun kendi başına ya da eve gelen arkadaşları ile oynayabilmesi için odasında "evcilik" oynamaya uygun oyuncakların bulunması gerekiyor. Kostüm kutusu; oyuncak ev; oyuncak mutfak; minik hayvan figürleri, oyuncak taşıtlar, oyuncak bebekler; yatak, beşik, bardak, oyuncak puset, mama sandalyesi; oyun çadırı, minderler, yer yatağı, yer sofrası, mini boy masa ve sandalyeler; aynalar, el feneri, ışıldak, dünya küresi, dünya ve Türkiye haritası, belki yaşanılan yerin haritası; ipler, sopalar, taşlar, kozalak vb doğa hazineleri ilk aklıma gelenler.

14) Ekran zamanı: Da Vinci Learning tarzı televizyon kanalları, TRT Çocuk Haber, Bay Becerikli gibi programlar; çeşitli Youtube kanalları (http://imaginationsoup.net/2015/10/06/steam-youtube-channels-for-elementary-kids/; Barış Özcan; Çocuklar İçin İngilizce, herkes için basit İngilizce; herkes için sanat; İnglizce sesli kitaplar;  ); Khan Akadem Türkçe, Çocuklar için İngilizceöğreten sayfalar, http://www.freddiesville.com/songs/whats-your-name-song/, yazma çalışması yapmayı sevenler için, online radyo tiyatrosu, çocuklar için radyo tiyatrosumatematik çalışmaları için çıktılar, çocuklar için bilgisayar bilimleri, birinci sınıflar için deneyler, çocuklar için teknoloji rehberi: http://www.onlineanne.com/; birinci sınıflar için matematik; bazı ev oyunuönerileri; interaktif dünya atlası; çizgi roman yazmak için hazır sayfalar; çarpma öğrenme; sesli öyküler; ücretsiz dosyalar; Nasıl Yapılır? tarzı belgesel programlar ve belgesel kanalları vs vs. Bizim evde dizi takip edilmez, haber izlenmez, genel Türk kanalları açılmaz ama bunun dışında televizyon, iPad, iPhone üzerinden yararlanabildiğimiz her türlü yöntemden yararlanıyoruz. Biz fazla seyretmediğimiz için çocuklar da aşırı bir talepte bulunmuyorlar. Aynen paketli gıda tüketiminde davrandığımız gibi davranıyor ve sağlıklı tercihlerde bulunmalarını sağlamaya çalışıyoruz, yasaklama getirmiyoruz.

15) Sosyal İlişkiler: Aile, dostlar, komşular ve arkadaşlar için özel zamanlar yaratıyoruz. Yakalayabildiğimiz kadar doğum günlerini yakalamaya çalışıyoruz. Doğrusu bu konuda pek iyi sayılmam, bazen 2 ay sonra doğum gününü kutladıklarımız oluyor, maksat doğdukları ve hayatımızda oldukları için mutlu olduğumuzu göstermek. Bir de seçtiğimiz arkadaş çevresinde bizi olumsuz etkileyecek kutlamalar yapılmıyor, rahatsız kıyafetler içinde oturup pahalı hediyeler seçmek zorunda kalmıyoruz. Katıldığımız doğum günü partilerinde gerçekten eğleniyoruz, en son bu haftasonu arkadaşımızın bahçesinde yumurta avı yaptık mesela. Bir de içten dışa doğru büyüyen bir güven çemberimiz var. Öncelikle çekirdek ailemiz, sonrasında anneanne/dede/hala/amca/yenge ve kuzenlerden oluşan geniş ailemiz, sonrasında benim dedem gibi biraz daha geniş ailemiz, sonrasında kendi seçtiğimiz arkadaş çevremiz, sonrasında mahalledeki komşularımız ve mahalle esnafı var. Her bir çembere özel önem veriyoruz. Akrabalarımız şehir dışında olmalarına rağmen 1-2 ayda bir görüşmeye çalışıyoruz. Dedemin köyüne hemen her sene gidiyoruz. Ayrı şehirlerde olduğumuz arkadaşlarımızla da yılda en az 3-4 kez görüşmeye çalışıyoruz. Bize yatıya davet ediyoruz, geldiklerinde çok mutlu oluyoruz. Kızım arkadaş çocukları ile bebekken çekilmiş fotoğraflarını gördüğünde şaşırıp mutlu oluyor "Bu kadar küçükken de birlikte mi oynuyorduk?" diye soruyor. Haftada en az bir kere ya misafirliğe gidiyoruz ya da misafir ağırlıyoruz. Bazen önceden randevulaşıp, çiçek buketi ve tatlımız ve özellikle de kendi yaptığımız bir hediye ile resmi misafirlik yapıyoruz. O da ayrı eğlence oluyor. Bazen de çat kapı gidip, bir kahve içip kalkıyoruz. Bazen de biz kısır, kurabiye hazırlayıp kapı kapı gezerek, bize gelecek komşu arıyoruz. Mahallenin esnafı ile tanışıyoruz. Özellikle bazen parasız çıkıyorum, basit bir şey almak istiyorum, misal ekmek. "Tüh, para almamışım yanıma" diyorum. Eğer esnaf "Olsun, ne önemi var, sonra verirsiniz" derse, o esnafa canım feda, kızımı da güvenerek yalnız gönderiyorum bu tür esnafa alış verişe. Sonra bazı becerileri olan komşularımızdan yardım da istiyoruz. Mesela İngilizce "handy" denilen, el işlerinde maharetli bir komşu dedemiz var. Kızım en son "kedi evi" yapacağımız zaman, komşu dedenin yardımını istedi, o da sevinerek yardım etti. Bugün de mesela bir başka komşumuza "yaş pasta" yapımına davetliyiz. Bedava atölye çalışması yani :) Ben 40 yaşıma yaklaşırken, insana yatırım yapmanın önemini anladım, çocuklarım daha da önce fark etsinler istiyorum. Okul sınıflarında ya da iş ortamlarında zorunlu olarak sosyalleştiğim insanlar vardı zamanında, günümün ve hatta ömrümün çoğunu onların yanında geçirdiğim. Şimdi 1-2 tanesi kaldı hayatımda. Kendi seçtiğim, ortak zevk ve ilgi alanı sahibi olduğum insanlar ise hep hayatımdalar. Dolayısıyla artık iş toplantılarına, resmi yemeklere vs zaman ayırmak istemiyorum. Bir dağ köylüsü ile sohbet etmek daha ciddi sosyalleşme gerektiriyor bence. Çocuklar için de her gün aynı odanın içine kapatıldıkları 20 aynı yaş grubu çocuk ile birlikte olmak değil bence sosyalleşmek; her yaş, gelir ve kültür grubundan insan ile paylaşmayı öğrenmeleri gerekli bence ve elimden geldiğince bu konuda ortam hazırlamaya çalışıyorum.

Son olarak değinmek istediğim husus, çocukların akademik bilgi (okul) veya yapılandırılmış etkinlik (mesela basketbol kursu) yerine neden oyun oynamaları daha önemli? Oyun oynarken ne öğreniyorlar?


  1. Başkaları ne hisseder?
  2. Bir şey nasıl çalışır?
  3. Bir şey nasıl yapılır?
  4. Başkalarıyla nasıl sosyalleşilir, nasıl paylaşımda bulunulur?
  5. Düşünce ve duygular nasıl ifade edilir?
  6. Yeni şeyler nasıl yapılır? (Özellikle abi ve ablalar başta olmak üzere diğer çocuklardan ve ilgilendiği konuyu tutkuyla yapan yetişkinlerden daha rahat öğreniyorlar)
  7. Kurallara nasıl uyulur? (Kural belirleme aşaması bazen oyundan daha uzun sürer. Zira kural belirlemenin kazancı, oyunun kendisinden daha büyüktür, çocuk içgüdüsel olarak bunu bilir)
Oyun fikirleri ve gereçleri yetişkinlerden gelse bile oyunu kuracak ve yönetecek olan çocuklardır. Yetişkinler için oyuna müdahale etmemek çok zor olabiliyor, çünkü hayatta en zor işlerden biri, bir işin nasıl yapılacağını bilirken, bir başkasının yapamamasını seyretmek. Ama ne olursa olsun müdahale etmediğimizde, çocukların kazancı çok daha büyük oluyor.



Yukarıdaki kitabın 0-2 yaş arası olan dönem için olan bir versiyonu da var. Özellikle ilk bebeklerini kucaklarına almış olan ebeveynler için öneririm, masraf yapıp almak isteyeceğiniz pek çok bebek malzemesini almaktan vazgeçip kendiniz yapabilirsiniz bu kitap sayesinde.


Üniversitede Ders Veriyorum ve Çocuklarımı Okula Göndermiyorum (Çeviri)

$
0
0
http://pocketfulofpebbles.com/teach-university-unschool-kids/

(1 Ağustos 2016)

Neredeyse tüm hayatım boyunca okullarda okudum. 3 yaşımı bitirmeden hemen önce anaokuluna, ilkokula ise 6 yaşında başladım. Klasik yollarla ortaokul ve liseyi okuyup doğrudan üniversiteye girdim. Üniversitenin akabinde 2 yüksek lisans ve ardından doktora yaptım. Doktoradan sonra bile okuldan ayrılmak istemedim. Şimdi bir üniversitede öğretim üyesiyim.

Tahmin edebileceğiniz gibi okulu seviyorum. Okulda iyi bir öğrenciydim. Okuldan çok şey öğrendim. Bu nedenle, çocuklarımı okula göndermemeyi tercih etmiş olmam bazı insanları şaşırtıyor. Çocuklarımı okula göndermek yerine "okulsuz eğitim" felsefesini benimsedim. "Okulsuz eğitim", evde eğitimin bir çeşididir, ancak klasik evokulundan farklı olarak, okul ortamının evde taklit edilmesini de reddeder. Bunun yerine yaşayarak öğrenme ve tamamen dünya ile meşgul olarak, kendi kendini yönlendirerek öğrenmeyi savunmaktadır. Aşağıda, çocuklarımıza okulsuz eğitim vermemizin en önemli 8 nedenini sıraladım:

1. Çocuklarımın öğrenmeyi öğrenmelerini istiyorum.

Geleneksel okul eğitiminde talimatları takip etme yönünde ağır bir vurgu vardır. Anaokulundan başlar ve lise bitene kadar devam eder. Hatta üniversite derslerinin çoğunda bile öğrencilerin nasıl başarılı sayılacakları bellidir. Talimatlara uygun şekilde ödevlerini yap ve en iyi puan olan "A"yı al. Bravo! Başardın! Bana bir ödev verilirse, ödevle birlikte verilen yönergeleri harika takip edebilirim. Ne yazık ki bu beceri gerçek hayatta yararsızdır (vergi iadesi fişlerini dosyalamak dışında). Bu beceri ayrıca okulda ne kadar ilerlersen, o kadar faydasız hale gelmeye başlar. Aslında okullarda ilerledikçe, okul eğitimi, okulsuz eğitime benemeye başlar. Tezim üzerinde çalışmaya başladığımda, artık yönergeleri takip ederek yerine getireceğim ödevler yoktu. Birden bire, sorular sormak ve sorduğum sorulara cevap vermek bana kalmıştı. Bu benim için büyük bir değişimdi ve kendi kendine öğrenme (self-directed learning) işini nasıl halledeceğimi anlamadan önce, ne yapacağımı bilemediğim birkaç yıl geçirdim. Okulsuz eğitim alan bir kişinin bu konuda büyük bir avantajı olacaktır.

2. Ben liderler, düşünürler, yaratıcılar ve girişimciler yetiştirmek istiyorum.

Herhangi biri, zamanında gelen ve denileni yapan, geleceğin işçisini ve çalışanını yetiştirebilir. Ama dünyadaki olaylara yön veren ve vizyon sahibi, geleceğin işverenini yetiştirmek daha zor bir iştir.
Elbette çocuklarım işletme sahibi olarak yetişmeyebilir. Amaç bu değil. Amaç, başkalarının planlarına göre adımlar atan değil, tutkularını işlerine dökebilen, motivasyonu yüksek düşünürler yetiştirmektir.

3. Çalıştığın iş konusunda tutkulu olmanın gücünü biliyorum.

Akademik hayat, işleri ve meslekleri konusunda tutkulu insanlarla doludur. Bu insanlar işlerini gerçekten tutkuyla yaparlar. Öyle "Ben işimi seviyorum, ama haftasonu gelsin diye de sabırsızlanıyorum" tarzı bir tutkudan bahsetmiyorum. İşi sadece mesleği değil, aynı zamanda hobisi ve hatta tüm hayatı olan insanlar tanıyorum. Bu insanlar çok başarılılar. Sadece para ve prestije sahip olmak yönündeki geleneksel standartlarda değil, ayrıca yaptığın işe aşık olmak ve o işi her gün yapmak istemek yönündeki daha önemli standartlarda başarılılar.

4. Çocuklarımın matematikten korkmalarını istemiyorum.

Okulsuz eğitim veren ebeveynlere en sık sorulan sorulardan biri de "Çocuklarına matematiği nasıl öğreteceksin?"dir. Bu sorunun bu kadar sık sorulması bile, bir çok insanın matematiğin okuma, yazma, müzik ya da biyolojinin öğrenildiği gibi öğrenilemeyecek kadar gizli bir bilgi biçimi olduğuna inandığını göstermektedir. Bunun doğru olduğunu düşünmüyorum. Matematiği diğer bilgi biçimlerinden farklı yere koyan, aslında insanların ona karşı olan korkusudur. Üniversitede matematik branşında okurken, okuduğum bölümü söylediğimde insanların yüzlerinde beliren acılı bakışa alışmıştım. Bir keresinde uçakta ödevimi yaparken uçuş görevlisi ödevime bir göz attı ve "Matematik mi bu? Matematikten nefret ediyorum." deyiverdi. Okul sistemi belli ki öğrencilere matematiği sevdirmekte pek de başarılı değil. Bir konuyu sevmek ve öğrenmek arasındaki güçlü ilişki göz önüne alındığında, matematik sevgisini evimizde korumak ve canlı tutmak isterim.

5. Okulsuz eğitim çocuklarımı, üniversite hayatına daha iyi hazırlayacaktır.

Bazı okulsuz eğitim veren aileler, üniversite diplomasını çocukları için bir hedef olarak görmüyorlar. Okulsuz eğitim alan bazı çocuklar karlı işlere başlarlar, çıraklık yaparlar, kariyerlerine adım atarlar veya okul çağındaki akranlarının çoğunun üniversiteye bağımlı olduğu 18-22 yaş arasında kendilerini kurumların dışında eğitmeye devam ederler.
Tüm bunların zamanınızı harcamanın faydalı yolları olduğuna inanıyorum, ama aynı zamanda üniversitelerin sunduğu zengin fırsatlardan dolayı çok değerli bir deneyim olduğuna da inanıyorum. İşin kilit noktası, bu fırsatlardan en iyi şekilde faydalanmaya hazır olmaktır. Tecrübeme göre, ev okulu eğitimi almış öğrencilerin, kendi eğitimlerinden sorumlu olduklarını ve profesörlerin orada sadece kolaylaştırıcılar olarak görev yaptıklarını açıkça daha iyi anladıkları yönündedir. Üniversitede başarılı olmak için gereken şey de işte budur.

6. Okulsuz eğitim çocuklarımı, iş hayatına daha iyi hazırlayacaktır.

Siz henüz bir çocukken, büyüyünce ne olacağınız mutlaka sorulmuştur. Ne cevap verdiğinizi hatırlıyor musunuz? Sosyal medya koordinatörü demiş olabilir misiniz? Köpek veya atlar için masaj terapisti? Belki de doğum fotoğrafçısı? Ya da mobil uygulama (aplikasyon) geliştiricisi? Sanırım cevabınız bunlardan hiçbiri değildi. Çünkü biz çocukken bu mesleklerden bazıları mevcut değildi, diğerleri de belki vardı ama bizler bilmiyorduk. 20 hatta 10 yıl içinde dünyanın nasıl bir görünüm kazanacağına dair hiçbir fikrimiz yok. Geleneksel okul eğitimi, çocukları bugünkü işler için hazırlar. Okulsuz eğitim ise onları, gelecekteki meslekler için hazırlar.

7. Çocuklarım okulsuz eğitim alarak, iş hayatına veya üniversiteye hazırlanmayı bir varış noktası olarak görmeyecekler.

Bilgili ve üretken bir yetişkin vatandaş olmak çok önemlidir, ama bunun ötesinde de bir hayat var. "İyi bir öğrenci" olarak büyümüş biri olarak, kuşkusuz bazen eğlence ve macera aramayı ve hatta anlamlı insan ilişkileri kurmayı unutmuşum. Bir ebeveyn olduktan sonra yavaş yavaş bu durumun farkında varıyorum. Okulsuz eğitimin en güzel yönü, birlikte olduğumuz zamanlarda birlikteliğimizin tadını çıkaran bir aile olmaktır. Ödev yaptırmak için verilen savaşlar bizim hayatımızda yok. Bizim hayatımızda birlikte yaşadığımız maceralar var. Sabahları saat kurmuyoruz, kendi kendimize uyanıyoruz. Ertesi gün okul olduğu için erken yatmak zorunda da değiliz. Arkadaşlarımızla geç saatlere kadar eğlenebiliyoruz. Biz sadece hayata hazırlanmıyoruz, hayatı şu anda yaşıyoruz.

8. Hiç kimse tüm cevapları bilemez, bunun farkındayım.

Bazı çok zeki insanlarla düzenli olarak birarada olmak insana, aslında ne kadar az şey bildiğini gösterir. Ancak bir süre sonra bu durumun herkes için geçerli olduğunu fark edersiniz. Hiçkimse her şeyi bilemez. Çocuklarım bana her gün cevabını bilmediğim sorular soruyorlar. Bu durumda utanılacak bir şey yok. Aslında, bir şeyi bilmediğinizi fark etmek ve daha sonra bunu öğrenmeye çalışmak çok değerlidir. Tıpkı başkaları gibi, okulsuz eğitim veren ebeveynler de tüm cevapları bilemezler. Ama birçok soru sorarız ve ortak varsayımlar ile sosyal normların ötesine geçerek derin araştırmalar yaparız. Bundan daha iyi bir gerçek eğitim örneği olabileceğini düşünemiyorum.


Ünvansız Lider - Robin Sharma (Çocuklarıma Öğütler)

$
0
0
Pegasus Yayınları, 1. Baskı, 2010, Çevirmen: Filiz Gülerkaya


  • Rahibe Teresa "Herkes kapısının önünü süpürseydi bütün dünya tertemiz olurdu." (Başkasını eleştirme, yargılama... Sen kendinle savaş, sen değişirsen dünya değişir)
  • Herkesin takım arkadaşlarına (aile de bir takımdır) ilham vermesi gerekir. Herkesin pozitif olması gerekir. Herkesin sonuçların sorumluluğunu üstelenmesi gerekir. Yönetim kadrosunda, ileri görüşlü olan ve tekneyi yönlendiren ve neticelerin nihai sorumluluğunu üstlenen insanlara ihtiyacımız var. Ama hakikaten seçkin bir kurum inşa edebilmek için orada çalışan herkesin liderlik etmesi gerekir.
  • Para özgürlük getirir. Stresini azaltır. Sevdiklerine daha iyi bakmanı sağlar.
  • Ortalama yaşam süresi sadece 960 ay yani 29.000 gündür.
  • Liderler, hata yapılması istenmeyen işleri yapan kişilerdir. Yapmaktan hoşlanmasalar bile... Kolay ve eğlenceli işler dururken, önemli ve doğru olduğunu düşündükleri işleri yapma disiplinine sahiptirler.
  • Tekrarlama, oldukça güçlü bir öğrenme tekniğidir. 
  • Ben Franklin: "Öldüğünde uyumak için yeterince zamanın olacak." (Anneanneme "yoruldum" dediğimde, "öldüğünde dinlenirsin kızım" derdi. Yoruluyorsan hayattasın demektir, yorulmaya devam...)
  • Başarı, zamanla kazan ve planlayabileceğinin ötesinde getiriler sağlayan küçük günlük disiplinler vasıtasıyla oluşur. Başarısızlıklar ise zamanla felakete dönüşen günlük savsaklamalardan meydana gelir. Büyük düşün ama küçük başla ve hemen başla; anahtar budur.
  • Alber Einstein "Muhteşem zekalar daima sıradan beyinlerin şiddetli muhalefeti ile karşılaşmışlardır."
  • İçinde yaşadığımız bu göz alıcı dünyada herkes kendi iç dünyasında ve işinde lider olabilir. İçinde bulunduğumuz dönem, insanlık tarihinde her birimizin bu fırsata sahip olduğu tek dönemdir. Çünkü sosyal yaşamın ve iş yaşamının çok sayıda geleneği dejenere olmuş durumda. Bu nedenle liderlik demokratikleştiriliyor. Herkes artık liderlik sergileyebilir. Bu, tanık olmak için heyecan verici bir durum. İnsanlar, içindeki doğal güçleri ortaya çıkarıyor ve varlıklarını daha üst bir seviyeye taşıyorlar. İş dünyasında bulunmak için şaşırtıcı bir zaman bu.
  • Sıradan olma, yaratıcı ol ve yenilen. Bulduğun her şeyi eskisinden daha iyi bir halde bırak. Bugünü dünden daha iyi bir hale getir. Düşün: "Üretkenliğimi nasıl koruyabilirim?", "İşimi daha hızlı nasıl yapabilirim?", "Müşterilerimi kendime nasıl hayran bırakabilirim?" (Çocuklarına bakan bir ebeveyn ya da profesyonel bir işte çalışmayan bir ev kadını/erkeği olabilirsin ya da aile desteği ile yaşayan bir öğrenci olabilirsin. Bu soruları sormaya devam et, müşteri kelimesi yerine çocuklarımı/eşimi/ailemi/arkadaşlarımı kelimelerini koyabilirsin. İçinde bulunduğun her toplumda doldurulamayacak bir yerin olsun.)
  • Yaptığın işte usta ol. Steve Martin "İnsanların sizi görmezden gelemeyeceği kadar iyi olun." Beklentilerin üzerinde iş yapılması gereken alanlarda daha az rekabet olur. Yaptığın işte, dünyanın en iyisi ol.
  • İnançlar, kişisel gerçeklerimiz haline gelene kadar sürekli tekrarladığımız düşüncelerimizdir. Her inanç, kaçınılmaz olarak, kendi kendini doğrulayan bir kehanete dönüşür. Çünkü inançlarımız, davranışlarımızı belirler.
  • Yaşamımızı doldurduğumuz, dikkatimizi dağıtan şeyler gibi engelleri yok et (Televizyon izleme, dedikoduya zaman ayırma; kendini geliştirmeye odaklan)
  • İnsanlar, çevrelerindeki insanlar bunları onlara zorla öğrettikleri için kendilerini "önemsiz" ve "dehadan yoksun" olarak algılamaya başlarlar. Asla kendini algıladığın biçimle uyumsuz bir davranış sergilemeyeceksin. Ve işte bu düşünce performansının sonuçlarını belirleyecek. (Çocuklarını etiketlerken bir daha düşün)
  • Birçok çalışma, bir konuda usta olmanın (sanatçılar, sporcular, bilim adamları için) 10.000 saat sürdüğünü ortaya koymuştur. Ulaşabilecekleri noktayı ise etkinliklerinin yoğunluğu belirlemektedir. Konsantrasyonla zamanın evliliğinden ustalık doğar. Uyuma, yemek yeme, arkadaşlarla vakit geçirme ve diğer günlük ihtiyaçlarımız için harcadığımız zaman da göz önüne alındığında 10.000 saat 10 yıla denk gelir.
  • Ustalık zaman, sabır ve çaba gerektirir. İçimizden çok azı buna sadık kalabiliyor.
  • Erteleme, korkunun bir başka biçimidir.
  • hepimizin içinde aynı kapasite var. Sadece azımız bunların farkındalığına ve onları geliştirecek disipline sahibiz. İnsan yeteneğinin üzücü bir ziyanı...
  • Kendin ol. Gerçek biri ol. Değerlerine sadık kal. Dürüst ol. Güvenilir ol. Tutarlı ol. İçten ve samimi ol. Dr. Seuss " Her kimsen o ol ve ne hissediyorsan onu söyle. Çünkü seni ciddiye alanlar için çok fark edecek, almayanlar için zaten fark etmeyecektir."
  • Yücelme tutkun, başkalarının içindeki yücelme özlemine dokunsun. (İlham verici ve motive edici ol)
  • İyi liderler başarılarını kazandıklarına göre değil, başkalarına kazandırdıklarına göre değerlendirirler. Bu durum onları başkalarının gözünde özel yapmakla kalmaz, aynı zamanda memnuniyet ve mutluluk hissiyle doldurur. çünkü hayatlarını anlamlı bir sebebin peşinde, iyi bir şekilde geçirdiklerini bilirler.
  • Cesur ol. Cüretkar ol, risk al. Dayanıklı ve inatçı ol. Tutkulu bir bağlılık göster. Herkes kahraman olmak ister. Ama çoğu insan, eylemi daha iyi hale getirmek için ya da daha fazla eylem için fikir ayrılığı çıkarıp da halihazırdaki işleyişi bozmak istemez. Tenkit, gelişimden korkan insanların, değişimden kendilerini korumak için kullandıkları bir çeşit savunma metodudur.
  • Yapabileceğin farklılığa olan güvenin ve etmen gereken liderliğe olan inancın, korkularından daha ağır basacak (Okulsuz geçen günlerini düşündükçe, aklına ben geldiğimde, bu sözleri hatırla)
  • Her zaman ahlaklı olur, değerlerin konusunda tutarlı ol ve itibarını koru.
  • Çarşafını ne kadar düzenli serersen, yatağında o kadar rahat uyursun. Bir şeyi yapma tarzın, yapacağın işlerin nasıl olacağına dair ipucu verir.
  • "Para, nüfuz ve makam; zeka, dürüstlük, enerji ve azimle kıyaslandığında birer hiçtir." (Babam ve annem, 40 yaşlarından sonra kendilerine yeni bir hayat kurdular diye aklına geldiğinde bu sözleri düşün. Her zaman baştan başlayabilirsin, ihtiyacın olan her şey senin içinde)
  • Zengin olmayabiliriz ama zengin bir hayatımız var.
  • Ünlü ip cambazı Karl Wallenda "Hayat, ipin üzerindeyken yaşanır. Kalan ise sadece beklemektir." (Bekleyerek ömrünü tüketme. Yaşam, konfor alanının bittiği yerde başlar)
  • Yarış arabası sürücüsü Mario Andretti "Eğer her şey kontrol altında ise yavaşlarsın." (Kendini hayatın akışına bırak.)
  • Dürüst ol. Çıplak gerçekleri anlatırsan sana duyulan güven ve saygı artar. Karşındaki kişi duyduklarından hoşlanmayacak bile olsa dürüstçe konuşmalısın. Doğru sözlü olmakla kaba olmak arasında fark vardır. Saygılı bir şekilde söylediğin sürece her istediğini söyleyebilirsin. (Ağzından çıkanları 3 süzgeçten geçir: Doğru mu? Nazik mi? Gerekli mi? Doğru bir sözü, nazikçe söylemen gerekir ama söylemene gerek yoksa, hiç söyleme daha iyi)
  • Herkesle "yoğun" bir iletişim kurmalısın. Başkalarının nasıl hissettiklerini dinlemelisin. Böylece problemler derinleşmez, yanlış anlaşılmalar büyümez. İnsanlar gerçekten onlarla ve onların kaygılarıyla ilgilendiğini hissederler.
  • İlişkilerinin derinliği, liderliğinin gücünü arttırır.
  • Dedikodu yapma. Şikayet etme. Kınama, yargılama. Asla küfür etme.
  • Ne ile ilgili konuştuğuna dikkat et. Çünkü bir şey hakkında konuşmak, onunla ilgili algını yükseltir, çünkü dikkatini ve enerjini ona verirsin.
  • Hedefine sadık kal, hedefini öncele, en iyisine odaklan ve gerisini boş ver.
  • Liderlik kaynaklarını israf etme: Zaman, yetenek ve enerji. Daha az ama daha iyi şeyler yap.
  • Telefonlar, e-postalar gibi gün içindeki kesintiler yüzünden akşam olunca çok meşgul olduğunu ama pek de bir şey yapmadığını hissedip mahçup oluyorsan bu tür engellere karşı uyanık ol. Sonuçların %80'i faaliyetlerinin %20'sinden gelir. Bu bir kaç faaliyette çok çok iyi olur.
  • Şarkıcı Joan Baez "Hareket, umutsuzluğun panzehiridir." (Durma, ne olursa olsun devam et)
  • Cesaretlendirici ve onurlandırıcı kelimeler kullan, karşındakinin değerine saygısızlık etme (Çocuklarla ve kendinden zayıflarla konuşurken özellikle dikkatli ol). Karşındakini alkışla ve cesaretlendir. Takdir et, destekleyici ol.
  • Winston Churchill "Onur ve sağduyun (vicdanın) dışında hiçbir şeye asla teslim olma"
  • Çöküşler sadece senin, beklemekte olan ödülleri almaya hazır olup olmadığını gösteren sınavlardan başka bir şey değildir"
  • Theodore Roosevelt "Başarının içeriğindeki en önemli ve biricik malzeme, insanlarla nasıl geçineceğini iyi bilmektir."
  • Tüm yapman gereken, insanlara karşı elinden geldiğince iyi davranmak ve dikkate değer bir şekilde insanlara yardımcı olmak. Kişisel başarı, peşinden gelecektir.
  • İnsanları ve onlarla olan ilişkilerini öncelikli sıraya koymalısın. Tıpkı bahçe yapar gibi, çok fazla çaba ve sabır gerektirir. Çiçeklerin sulanması gibi senin de sürekli olarak insanlarla aranızdaki bağları sağlam tutmaya çalışman gerekiyor.
  • Başarılı olmak istiyorsan, başkalarının başarılı olmasına katıda bulunmalısın.
  • İş, bir çeşit sohbetten başka bir şey değildir. Çalışanlar arasındaki bağlantılar beslenmezse sohbet sona erer ve iş başarısız olur. (Aile ilişkileri için de aynısı geçerlidir)
  • Karşılıklılık esası kuralı, insan ilişkilerini yönlendiren en önemli ilkelerden biridir. Diğerlerine içtenlikle yardım ettiğin zaman, onlar da sana yardım etmek için ellerinden geleni yaparlar.
  • Başkalarının başarılı olmasını sağla ki onlar da seni başarılı yapsın. Fakat biri sana elini uzatmadan önce, onun yüreğine dokunmalısın.
  • Neye ulaşmak istiyorsan, onu daha çok ver. Daha fazla destek bekliyorsan, daha fazla destek ver. Daha fazla takdir bekliyorsan, daha fazla takdir et. Saygı görmek istiyorsan öncelikle senin saygı göstermen gerekir. Vermek, alma sürecini başlatır.
  • En büyük amaç, hedefine ulaşman için yardımına ihtiyaç duyacağın insanlardır, hayalin ne kadar büyükse takımın o kadar önemlidir (Ömür boyu birlikte olacağın takımın ise ailendir)
  • Isaac Newton "Başkalarından daha iyi görebiliyorsam bunun sebebi devlerin omuzlarında oturuyor olmamdır."
  • İnsanlar hoşlandıkları insanla iş yaparlar. İnsanlar güvendikleri insanla iş yaparlar. İnsanlar özel olduklarını düşündükleri insanlarla iş yaparlar. Onlara çok önemli olduklarını hissettirecek şekilde davran.
  • Yardımsever ol.
  • Derinden dinle. Seninle konuşurken, senin ne söylediğini, ağzından çıkacak bir sonraki cümlenin ne olduğunu gerçekten merakla dinlediği için sanki etraflarındaki dünyanın durduğunu hissettiren kaç insan tanıyorsun? Bir insanı, onu çok iyi bir şekilde dinleyerek gerçekten onurlandırabilirsin.
  • Ağ kur. İlişkilerini temiz ve güçlü tut. Müşterilerin arasında ağ kur, çalışma arkadaşlarının bağlantısını sağla.
  • Eğlendir. İş yaparken eğlenmek, üretkenliği arttırır. Eğlenmek, işbirliği yapma isteğini arttırır. 
  • Terbiyeli ol. Herkese karşı muhteşem derecede kibar ol. Seninle karşılaşan herkesi, onları bulduğundan daha iyi, daha mutlu hissettirerek bırak.
  • Hayatta kazanmanı sağlayacak gerçek unsur, insanlardır
  • Sağlığını koru. Kendi içinde enerji hissetmiyorsan başka insanlara da enerji veremezsin. Kendini iyi hissetmiyorsan, başkalarının da kendilerini iyi hissetmelerini sağlayamazsın. Başarı, enerjik olanlarındır. Sağlıklı ve enerjik olursan, yeni yetenekler edinip daha eğlenceli işler yapabilirsin, kendini daha iyi hisseder ve daha fazla macera yaşayabilirsin.
  • Daha çok masaj yaptır. Sağlığın ve enerji seviyen artar. Ve kendini daha mutlu hissedersin.
  • Bedenini hareket ettir. Her gün bedensel çalışmalar yapmak beyin fonksiyonlarını ve enerjini arttırır, stresle daha etkili baş etmene ve oyunda daha uzun süre kalmana yardımcı olacaktır. (Ebeveynlik yapmak için de aynısı geçerlidir. Bebeğim küçük diye hareketten vaz geçme)
  • İyi beslen. Yediğin şeyler performansını etkiler. Liderliğin diyetinden etkilenir. Bir kazanan gibi beslenerek ruhsal durumunu zirvede tutar ve olumlu kalırsın. Ayrıca unutma ki, daha az yemek yiyerek daha iyi çalışırsın.
  • Her sabah saat 5'te kalkmaya karar vermenin bile kendine olan güvenin, gününü kontrol altına alma yeteneğin ve her şeyden önce sağlığın üzerinde şahane etkileri olur.
  • Güne nasıl başladığın, gününü ne kadar iyi geçireceğini belirler.
  • Gerçek doğanı çocukken tanırsın. Gerçekten çok genç olduğun zamanlarda, toplum, hayallerini reddetmeni, içindeki dehanın gelişimini ve tutkularının sesini bastırmanı sana henüz öğretmemiştir. O zamanlar riske girmekten, yeni şeyler öğrenmekten, her neysen o olmaktan korkmazsın. Hayatının, onu büyük değişiklikler yapman, dünyada izini bırakman ve onu tıpkı bir macera gibi harikulade yaşaman için yaptığı çağrıya henüz kulaklarını kapatmamışsındır. Fakat büyüdüğünde korkunç bir şey olur. Dünya, üzerinde işini yapmaya başlar. Ailenin programlamaları, arkadaşların ve toplum, içindeki mükemmelliği susturmaya başlar. Ayak takımının mesajları sana orijinal olmamayı, öngörünü bulanıklaştırmayı, hayatını küçük biri olarak yaşamayı öğretir. Mükemmelliğini güvensizlik, şüphe ve korku katmanları altına gömdürürler. Mükemmel olarak doğdun, bu gerçeğe sahip çık!!!
  • Zengin insanlar sadece çok fazla paraya sahipler. Aslında düşündüğünde fakir olduklarını anlayabilirsin. Fakirlik sadece para sıkıntısı yaşamak demek değildir. Herhangi bir şeyin yokluğunu yaşamaktır. Ve birçok varlıklı insan kendine saygı duymama, kendilerini iyi hissetmeme ve hayatlarını dolduramama sıkıntısı içindedir.
  • Olumlu, inanç dolu ve içten ol. Liderliğin en büyük bölümü, insanların kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlamak ve insanlara, gerçekte muhteşem olduklarını hatırlatmaktır; hissettirmektir.
  • Şükret. Minnettarlık korkunun panzehiridir. Endişe ve şükran, aynı odada yaşayamaz.
  • Eğer korku ve şüphe doluysan, geliştirmek için değil, hayatta kalmak için çalışırsın.
  • İnsanların düşüncelerinin çoğu gerçek düşünceler değillerdir. Bunlar çoğunlukla çocukluklarından beri defalarca açıklanmış düşünceleri tekrar dile getirmekten başka bir şey değildirler.
  • Olumlu düşün. Efsanevi spor yıldızları, nasıl düşündüklerinin ne kadar önemli olduğunu anlamışlardır. Düşüncelerini hatasız olarak kontrol altına alırlar, sadece zafere konsantre olurlar ve sıkıntılara aldırmazlar. Olumsuz düşünürsen? Eğer beraber çalıştığın insanların sana destek olmayacaklarını ve seni yarı yolda bırakacaklarını düşünüyorsan, davranışların da bu düşüncelerin doğrultusunda ortaya çıkacaktır. Sen de kendi içine kapanıp kendini korumaya başlayacaksındır. İş birliği ve takım çalışması olan bir yerde değil, bir ambarda çalışıyor olacaksın. Davranışların yüzünden iş arkadaşların senin soğuk, rekabetçi ve güvenilmez olduğunu düşünmeye başlayacak. Ve sonuç olarak, elbette seni desteklemeyecekler.
  • Gandhi "Başkalarının kirli ayaklarıyla aklımda dolaşmalarına izin vermem"
  • Sadece incinmiş insanlar başkalarını incitirler. Gerçekten sağlıklı insanların içleri, kendilerin duydukları saygı, inanç, ilham, başkalarının içindeki iyiliği görme ve yaptıkları her şeyi muhteşem yapma arzusuyla doludur, bu yüzden başka insanları yıkacak şeyler yapmazlar.
  • Müzik dinle. İlham verici kitaplar oku.
  • Dikkate değer, ilginç insanlarla iletişime geçmek senin de tutkularını harekete geçirir.
  • Doğanın içinde yaşam enerjisi depola.
  • Aklını, vücudunu, ruhunu ve duygularını besle.
  • İçini doldurduğunda işine daha güçlü dönersin, daha yaratıcı ve daha neşeli olursun.
  • Aileni asla ihmal etme. Tek başına kalacaksan başarılı olmanın ne anlamı var? Çok miktarda neşeyi, ailen ve arkadaşlarınla olan ilişkilerinde bulabilirsin.
  • Gurur duyacağın bir işin, tabağında yemeğin, sağlığın ve sevdiklerin varsa; başka bir şeye ihtiyacın yoktur.
  • Ailen tarafından seviliyor ve önemseniyor olma hissi, liderliğin ve kişisel başarıların için güçlü bir hızlandırıcıdır.
  • Yaşam tarzını her gün geliştir. Birinci sınıf yaşa. Hayatın keyfini çıkar.
  • İnsanlığa sağlamak istediğin katkı, yaşamının ve işinin nihai amacıdır. Başarı senin edindiğin bir şey değildir; başarı senin ne verdiğindir.
  • Artık hayatta olmadığında nasıl hatırlanmak istediğini düşün ve o şekilde yaşa.
  • Bugün ve son gününe kadar her günün, kahramanlık imkanları taşıyan bir zeminden başka bir şey değil. Asıl sorun, senin bu fırsatı değerlendirecek cesarete sahip olup olmamandır. Eğer sahipsen iş arkadaşlarının, müşterilerinin ve sevdiklerinin hayatlarına zenginlikler getirirsin. Ve peşinden gelip, hayranlık duyup, ilham alacak olanlar için büyüklüğün insandan anıtını olursun.
  • Henry David Thoreau "Kişi eğer hayalleri doğrultusunda güvenle ilerliyor ve hayal ettiği biçimde yaşamaya çaba gösteriyorsa hiç beklemediği bir başarıya ulaşacaktır."
  • Mükemmelliğin ve olabilirliğin örneği sen ol.
  • Antropolog Margaret Mead "Küçük bir grup düşünceli ve katılımcı vatandaşın dünyayı değiştirebileceğinden asla şüphe etmeyin."

Fly Lady Pazartesi Planı - 30 Temmuz 2018 Pazartesi

$
0
0



30 Temmuz 2018 Pazartesi


Bugün Pazartesi: Haftalık Ev Temizlik Saati
Bu hafta 2 Bölge Birden:
Bölge 5: Oturma Odası ve Salon
Bölge 1: Giriş, Ön Sundurma ve Yemek Odası
Temmuz Alışkanlığı: Sil ve Fırçala
Ağustos Alışkanlığı: Çamaşır Yıkama ve Kıyafet Hazırlama



Sabah Rutini
  • Saç, yüz ve dişleri hallet ve ayakkabı da dahil giyin.
  • Yatağını yap.
  • Sil ve fırçala (lavabo ve klozeti temizle)
  • Bulaşık makinesini boşalt
  • Çamaşır makinesin çalıştır. (Boşalt ve kuruyan çamaşırları yerleştir)
  • Takvimini kontrol et.
  • Akşam yemeğinde ne var? (Hazırlıklarını yap)
  • Suyunu iç.
  • 15 dakika dağınıklık toparla.
  • 15 dakika egzersiz yap. (Sevdiğin herhangi bir hareket olabilir, dans edebilirsin)
Yatmadan Önce Rutini
  • Ertesi günün giysilerini hazırla.
  • Takvimini kontrol et.
  • Yarın için gereken şeyleri güne başlama noktasına koy.
  • Anahtarların, telefonun, cüzdanın nerede?
  • Eşya yığını olan bir bölgeyi düzeltmek için iki dakika ayır.
  • Mutfak Lavabonu Parlat
  • Yüz yıkama/Diş fırçalama
  • Yeterli uyku alabileceğin bir saatte yat.

Bölge 5:Görev # 1 Pazartesi
Bu hafta iki gün Bölge 5'te olacağız: Oturma odası ve salon. Bu odalarda gizli dağınıklığın peşine düşüyoruz. Çevrenize bir bakın ve etrafınızda dağınıklık yaratan pek çok şey var ama  onlara alışkın olduğunuz için bunları dağınıklık olarak görmezsiniz. Son zamanlarda etraftaki dergileri ve kitapları toparladın mı? Peki dvd'ler ve cd'ler ne durumda?

Bugünkü göreviniz zamanlayıcıyı 15 dakikaya ayarlamak ve bu odalardaki "gizli" dağınıklığın peşine düşmek. Dağınıklığı toparladığınızda odaların ne kadar düzenli göründüğüne şaşıracaksınız. Mükemmeliyetçi olmayın ve odayı parçalara bölerek toplayın. Hepsi bir günde bitmek zorunda değil, önemli olan gelişme göstermek, ilerlemek. Her seferinde tek bir şeyi hallet!

FlyLady Haftalık Ev Temizleme Saati

$
0
0




Haftalık Ev Temizlik Saati

Ayrıntılı temizlik gerekmez; sadece zeminlerin görünen yerlerini süpürün! Zamanlayıcıyı ayarlayın, müziği açın ve eğlenin – eviniz ve aileniz için çalışıyorsunuz!

Ev temizliği için zamanlayıcıyı 6 defa 10 dakika ayarlayacaksınız ve 6 farklı işi sadece 10'ar dakika yapacaksınız.


  1. Elektrik süpürgesi vur
  2. Toz al
  3. Hızlıca yerleri sil
  4. Camları ve aynaları temizle
  5. Nevresimleri değiştir
  6. Tüm çöp kutularını boşalt

Tümü yaklaşık bir saat sürer; bazı görevler 10 dakikadan daha da az sürer.

“Takıntı yapmayın, her görev için 10 dakika zamanlayıcı ayarlayın, zaman dolunca görevi sonlandırın."

FlyLadı Salı Günü Planı- 31 Temmuz 2018 Salı

$
0
0

31 Temmuz 2018 Salı

Bugün: Planlama ve Kendini Şımartma Günü
Bu Hafta 2 Bölgede Birden Çalışacağız
5. Bölge: Oturma Odası/ Salon
1. Bölge: Giriş, Ön Sundurma ve Yemek Odası
Temmuz Ayı Alışkanlığı: Sil ve Fırçala



Sabah Rutini
  • Saç, yüz ve dişleri hallet ve ayakkabı da dahil giyin.
  • Yatağını yap.
  • Sil ve fırçala (lavabo ve klozeti temizle)
  • Bulaşık makinesini boşalt
  • Çamaşır makinesin çalıştır. (Boşalt ve kuruyan çamaşırları yerleştir)
  • Takvimini kontrol et.
  • Akşam yemeğinde ne var? (Hazırlıklarını yap)
  • Suyunu iç.
  • 15 dakika dağınıklık toparla.
  • 15 dakika egzersiz yap. (Sevdiğin herhangi bir hareket olabilir, dans edebilirsin)
Yatmadan Önce Rutini
  • Ertesi günün giysilerini hazırla.
  • Takvimini kontrol et.
  • Yarın için gereken şeyleri güne başlama noktasına koy.
  • Anahtarların, telefonun, cüzdanın nerede?
  • Eşya yığını olan bir bölgeyi düzeltmek için iki dakika ayır.
  • Mutfak Lavabonu Parlat
  • Yüz yıkama/Diş fırçalama
  • Yeterli uyku alabileceğin bir saatte yat.


Bölge 5: Görev #2 Salı
Dün oturma odası ile Aile Odası'ndaki "gizli" dağınıklığın peşine düşmüştük. Bugün de çöpleri toplayacağız. Şimdi bu odalarda çöp yok ki diye düşünebilirsiniz ama kanepe ve sandalyelerin altlarına bakmadınız henüz. Koltuk yastıklarını kaldırın ve koltuklar neleri yutmuş kontrol edin. Sehpaların ve masanın altını da kontrol edin.
Zamanlayıcıyı 15 dakikaya ayarlayın ve bir çöp torbası kapın ve toplamaya başlayın. Bu görevi ne kadar çabuk yapabildiğinize şaşıracaksınız. Çok ağır eşya kaldırmanız gerekirse dikkatli olun. İhtiyacınız olursa yardım isteyin.

FlyLady Çarşamba Günü Planı - 1 Ağustos 2018 Çarşamba

$
0
0

1 Ağustos 2018


Bugün: Ertelemekten Vazgeçme Günü
Bu Hafta 2 Bölgede Birden Çalışacağız
5. Bölge: Oturma Odası/ Salon
1. Bölge: Giriş, Ön Sundurma ve Yemek Odası
Ağustos Ayı Alışkanlığı: Çamaşırlar (Yıka ve Hazırla)



Sabah Rutini
  • Saç, yüz ve dişleri hallet ve ayakkabı da dahil giyin.
  • Yatağını yap.
  • Sil ve fırçala (lavabo ve klozeti temizle)
  • Bulaşık makinesini boşalt
  • Çamaşır makinesin çalıştır. (Boşalt ve kuruyan çamaşırları yerleştir)
  • Takvimini kontrol et.
  • Akşam yemeğinde ne var? (Hazırlıklarını yap)
  • Suyunu iç.
  • 15 dakika dağınıklık toparla.
  • 15 dakika egzersiz yap. (Sevdiğin herhangi bir hareket olabilir, dans edebilirsin)
Yatmadan Önce Rutini
  • Ertesi günün giysilerini hazırla.
  • Takvimini kontrol et.
  • Yarın için gereken şeyleri güne başlama noktasına koy.
  • Anahtarların, telefonun, cüzdanın nerede?
  • Eşya yığını olan bir bölgeyi düzeltmek için iki dakika ayır.
  • Mutfak Lavabonu Parlat
  • Yüz yıkama/Diş fırçalama
  • Yeterli uyku alabileceğin bir saatte yat.


Bölge 1: Görev #1 Çarşamba


Bu hafta üç gün boyunca 1. bölgede çalışacağız; en iyisi yapalım! Bölge 1, Ön Sundurma, Giriş Alanı ve Yemek Odası'dır. Bugün Çöp avına çıkacağız! Zamanlayıcınızı 15 dakikaya ayarlayın ve her alanda 5 dakika harcayın.

Ön sundurma ile başlayın ve atılması gereken her şeyi toplayın. Evin girişine gidin, burada birikmiş gibi görünen gereksiz kağıt çöplerini, gazeteleri vb. arayın. Bulduklarınızı hemen atın!

Yemek odasına gidin, daha önce gözünüze çarpmamış ama aslında çöp olan her şeyi atın. Kağıt mendiller, dergiler, birikmiş kağıt çöpleri vb. Hepiniz fazlalık gibi görünen şeyleri biliyorsunuz! Git, al ve at!
İyi eğlenceler! Her alanda sadece 5 dakika olduğunu unutmayın, atma fikrinizden caymayın, dikkatinizin dağılmasına izin vermeyin ve mükemmel bir temizlik olsun diye takıntılı davranmayın!



Çarşamba - Ertelemekten Vazgeçme Günü

$
0
0


Her Çarşamba günü, FlyLady için Ertelemekten Vazgeçme günüdür. Bugün, erteleyip durduğumuz işlerimizi hallederiz. Sizlerin de ertelediği şöyle işler olabilir:

  • Birikmiş çamaşırlarınızı yıkayabilirsiniz.
  • Dişçi, doktor, kuaför gibi randevu ile gidilecek işlerinizi halledebilirsiniz.
  • İşiniz için hazırlamanız gereken bir raporu bitirebilirsiniz.
  • Evdeki akvaryumu temizleyebilirsiniz.
  • Çocuğunuzla ne zamandır yapmak istediğiniz o proje üzerinde çalışabilirsiniz. vs vs
Ertelediğiniz ama aslında yapmanız gereken her ne varsa bugün yapabilirsiniz. Bugün ertelemekten vazgeçme günüdür.

"Ertelemek bizim, ilişkimizin ve iç huzurumuzun ölümü demektir"


FlyLady Perşembe Günü Planı- 2 Ağustos 2018 Perşembe

$
0
0


Bugün: Ayakişleri Günü
Bu Hafta 2 Bölgede Birden Çalışacağız
5. Bölge: Oturma Odası/ Salon
1. Bölge: Giriş, Ön Sundurma ve Yemek Odası
Ağustos Ayı Alışkanlığı: Çamaşırlar (Yıka ve Hazırla)



Sabah Rutini
  • Saç, yüz ve dişleri hallet ve ayakkabı da dahil giyin.
  • Yatağını yap.
  • Sil ve fırçala (lavabo ve klozeti temizle)
  • Bulaşık makinesini boşalt
  • Çamaşır makinesin çalıştır. (Boşalt ve kuruyan çamaşırları yerleştir)
  • Takvimini kontrol et.
  • Akşam yemeğinde ne var? (Hazırlıklarını yap)
  • Suyunu iç.
  • 15 dakika dağınıklık toparla.
  • 15 dakika egzersiz yap. (Sevdiğin herhangi bir hareket olabilir, dans edebilirsin)
Yatmadan Önce Rutini
  • Ertesi günün giysilerini hazırla.
  • Takvimini kontrol et.
  • Yarın için gereken şeyleri güne başlama noktasına koy.
  • Anahtarların, telefonun, cüzdanın nerede?
  • Eşya yığını olan bir bölgeyi düzeltmek için iki dakika ayır.
  • Mutfak Lavabonu Parlat
  • Yüz yıkama/Diş fırçalama
  • Yeterli uyku alabileceğin bir saatte yat.


Bölge 1: Görev #2 Perşembe
Bugün evin girişindeki ve yemek odasındaki pencere pervazları, lambalar ve avizeler ile tavanların peşine düşüyoruz.

Toz alma püskülü veya sadece bir toz bezi kullanabilirsiniz. Pencere pervazlarındaki, lambalardaki, köşelerdeki, tavan lambaları ve tavan aspiratörlerindeki tozları alın. Tavanlardan sarkan malzemeleri temizlerken, dökülecek tozları tutması için altına bir bez sermeyi unutmayın. Hatta avizeye bir yastık kılıfı geçirip temizliği o şekilde yapabilir ve saha sonra kılıfı silkeleyip yıkayabilirsiniz.

Her seferinde küçük bir adım atıp, az miktarda bir temizlik yapacaksınız. Pes etmeden devam edin...




Perşembe Günü - Ayak İşleri (Dışarı Çıkma) Günü

$
0
0


Perşembe Günleri, Ayak İşleri/Dışarı Çıkma günüdür.

Bugün dışarı çıkıp, önümüzdeki hafta için yapmamız gereken bütün işleri yapacağız. Gitmeniz gereken tüm yerlerin ve bugün yapmanız gereken tüm işlerin bir listesini yapın ve dışarı çıkın ve işleri halledin. Şu tür işler olabilir:

  • Market/Pazar alış verişi
  • Doktor randevuları
  • Dişçi randevuları
  • Okul alışverişi
  • Kurutemizleyiciye uğrama vs vs
Bir sürü daha başka dışarı işi olabilir. Evin dışında yapılması gereken herhangi bir işi yapma günü perşembedir. Dışarıda yapılması gereken tüm işlerin bir listesini yapın ve yaptıkça üzerini çizin. 

"Bugün elimizden geldiği kadarını yapıyoruz ve yarın biraz daha fazlasını yaparız."

FlyLady Ağustos Ayı Alışkanlığı - Çamaşır

$
0
0

Ağustos ayında çamaşır alışkanlığı geliştirmeye çalışıyoruz. Her gün bir posta  çamaşır yıkayıp, kurutup yerleştiriyoruz ve ertesi gün giyeceğimiz kıyafeti akşamdan hazırlayıp sabah da giyiniyoruz. Bu ayki alışkanlığımız hayatımızı kolaylaştıracaktır. 

Bu aya kadar yerleştirmeye çalıştığımız alışkanlıklarımızı da her gün tekrarlayarak pekiştirmeyi unutmayın.

  • Ocak - Lavabonu Parlat
  • Şubat - Her gün 15 dakika ortalık toparla
  • Mart - Ayakkabına Kadar Giyin
  • Nisan - Yatağını Toparla
  • Mayıs - Her gün 15 dakika hareket et
  • Haziran -  Su İçmeyi Unutma
  • Temmuz - Sil ve Fırçala

Çamaşır Yıkama Rutini Oluşturmak

Bu haftaBölge 3'te yani ana banyo ve ekstra bir oda'da olacağız. Bu hafta çamaşır sistemimizi düzenleyeceğiz. Çamaşır yıkamayı belli bir düzene oturtmazsak, evdeki herhangi bir şeyden çok daha hızlı biçimde yığın oluşturabilir. Kirli çamaşırlar gitgide fazlalaşır ve biz daha farkına bile varmadan yığınlar haline gelir ve asla sonu gelmeyecekmiş gibi hissettirir bize. Gözlerinizin önünde bir kirli çamaşır yığını tepesi görmek istemiyorsanız tek yol, tutarlı bir çamaşır yıkama rutininizin olmasıdır. 

Çamaşır yıkamak ne anlama gelir?

Çamaşırlarınızı toplayıp makinenizin olduğu alana getirmek, makineye yerleştirmek, yıkama yapıldıktan sonra kurutucuya atmak veya kurutma askısına asmak ve daha sonra da katlayıp yerlerine yerleştirmek demektir. Kurutma makineniz/askınız çamaşır sepetiniz değildir, çamaşırlarınızı orada bırakmayın!!! Kuruyan çamaşırlarınızı mutlaka yerlerine kaldırın. 

İşin zor kısmının bu yerleştirme kısmı olduğunu biliyoruz. O nedenle her gün az az yıkama yapmanızı öneriyoruz. Bu şekilde kurutmadan sonra yerlerine yerleştirmeniz de kolay olacaktır.

Çamaşır yıkama rutininiz şöyle olmalıdır.
  1. Kirli çamaşırlar çamaşır makinesinin yanına getirilir.
  2. Renklerine ve türlerine göre ayrılır (açık ve koyu renkliler, havlular, beyazlar ve çamaşır suyu gerektirecek olanlar vs)
  3. Çamaşırları makineye yerleştirirken topak olmuş çorapları vs açın, pantolonların fermuarını çekin vs.
  4. Lekeli olanları komtrol edin. Böylece makineye atmadan önce elde yıkama yaparak ya da leke çözücü dökerek lekeyi çıkartma şansınız olur.
  5. Çamaşırlar yıkandıktan sonra kurutma makinenize atın veya kurutma askısına asın
  6. Kurumuş çamaşırları kurutma makinesinden çıkartırken ya da kurutma askısından alırken muhakkak katlayın. Asla tüm çamaşırları çamaşır sepetine doldurup da katlamak için evin başka bir alanına götürmeyin. Nedenini biliyorsunuz! Eğer böyle yaparsanız büyük ihtimalle çamaşırlar sepette beklemekten tekrar kırışacak ve siz tekrar yıkamak zorunda kalacaksınız.
  7. Katlar katlamaz çamaşırları yerlerine yerleştirin.
  8. Ancak bu işlemlerin hepsi bittikten sonra çamaşır makinenizi yedinden çalıştırabilirsiniz.

Eğer çamaşırlarınızı takip etme konusunda gerçekten iyiyseniz o zaman bir posta çamaşırı kurutma makinesine ya da kurutma askısına koyduktan hemen sonra bir posta çamaşırı daha yıkayabilirsiniz. Eğer yukarıdaki aşamaların herhangi birini unutmaya eğiliminiz varsa, tüm aşamaları bitirmeden asla yeni bir yıkamaya başlamayın. Çamaşır yıkamanın tamamlanması, çamaşırların renk ve türlerine göre ayrıştırılmasından, ait oldukları yerlere kaldırılmasına kadar sürer.

FlyLady Cuma Günü Planı- 3 Ağustos 2018 Cuma

$
0
0
3 Ağustos 2018 Cuma


Temizlikte Bugün: Çantanı/Cüzdanını ve Arabanı Düzenleme Günü
Kendin İçin Bugün: Eşinle Başbaşa Zaman Geçirme Gecesi
Bu Hafta 2 Bölgede Birden Çalışacağız
5. Bölge: Oturma Odası/ Salon
1. Bölge: Kapı Önü, Giriş ve Yemek Odası
Ağustos Ayı Alışkanlığı: Çamaşırlar (Yıka ve Hazırla)



Sabah Rutini
  • Saç, yüz ve dişleri hallet ve ayakkabı da dahil giyin.
  • Yatağını yap.
  • Sil ve fırçala (lavabo ve klozeti temizle)
  • Bulaşık makinesini boşalt
  • Çamaşır makinesin çalıştır. (Boşalt ve kuruyan çamaşırları yerleştir)
  • Takvimini kontrol et.
  • Akşam yemeğinde ne var? (Hazırlıklarını yap)
  • Suyunu iç.
  • 15 dakika dağınıklık toparla.
  • 15 dakika egzersiz yap. (Sevdiğin herhangi bir hareket olabilir, dans edebilirsin)
Yatmadan Önce Rutini
  • Ertesi günün giysilerini hazırla.
  • Takvimini kontrol et.
  • Yarın için gereken şeyleri güne başlama noktasına koy.
  • Anahtarların, telefonun, cüzdanın nerede?
  • Eşya yığını olan bir bölgeyi düzeltmek için iki dakika ayır.
  • Mutfak Lavabonu Parlat
  • Yüz yıkama/Diş fırçalama
  • Yeterli uyku alabileceğin bir saatte yat.


Bölge 1: Görev #3 Cuma

Bugünün görevi çok kolay! El veya elektrik süpürgeni kap ve saatini ayarla. Her alanda 5 dakika temizlik yap. Kapı önünü temizle ve paspası silkele. Evin giriş kısmını ve daha sonra da yemek odasını hızlıca süpür. Çok kısa süren bu görev sonrası kendinizi harika hissedeceksiniz. Ortalıkta uçuşan tozlar ve tozlu görünen bir zemini olmadığı zaman eviniz de kendisini daha iyi hissedecektir. Bu görevi yerine getirirken zorlanmanıza gerek yok. Mobilyaları hareket ettirmeyin ya da ayrıntılı temizliğe dalıp oyalanmayın. Hızlıca süpürün ve temizliği sonlandırın. 
Viewing all 101 articles
Browse latest View live