Quantcast
Channel: Fili tuttuğum yerden bir de ben tarif edeyim...
Viewing all 101 articles
Browse latest View live

Ordu Merkez'de Nerede Yemek Yenir? Gardenya Cafe & Restaurant

$
0
0

Pek de güzel çekemedim ama gerçekten güzel bir girişi var aslında :)

Ordu merkezde gezdik, dolaştık ve karnımız acıktı :) Her başvuru kaynağımız Gardenya'yı işaret ediyordu, biz de gittik. Sahilyolunda, deniz manzaralı bir restoran. Yukarıdaki resimde belli olmasa da çok hoş bir girişi var. Oturduk, menü geldi:

Dergi şeklinde menü yapmışlar. Kontes aldı eline çevire çevire incelemeye başladı :)

Közde Ördek Göğüsü'nü İstanbul'da bile bulamazsınız kolay kolay.

İçki de var.

Karadeniz'e özgü bir şeyler yemek istedik. Karalahana Çorbası ile Mıhlama söyledik. Gençlerden biri de Hamburger istedi:



Çorba ile birlikte gelen ekmek de özel yapımdı. Bu ekmeklerle Karadeniz'de sıkça karşılaştık. Çok lezzetli, insan yerken ipin ucunu kaçırabiliyor :)

Çorbamız yanında mısır ekmeği ile birlikte geldi. Biraz acı olduğundan Kontes'e ikram edemedim. Ama bu durum beni çok üzmedi çünkü çok lezzetliydi :) Yalnız biraz yağlı ve normalden fazla salçalı, klasik tadına alışkın olanlara farklı gelebilir.

Mıhlama da lezzetliydi ama normalde unu fazla olması gerekirken bu mıhlama neredeyse eritilmiş peynir kıvamındaydı.

Hamburger de devasa boyutlarda geldi. Köftesi de güzel görünüyordu. Yanında soğan halkaları ve barbekü sos da vardı.

Ellerimizi yıkamaya lavaboya gittik. Malum yanımızda küçük bir Kontes olduğundan her gittiğimiz yerin tuvaletini şereflendiriyoruz. Ama normalde de ben restoranların tuvaletlerini çok önemserim. Tuvaleti temiz olmayan restoranın mutfağı da temiz olmaz gibi gelir nedense bana:

Klozet fotoğrafı filan koymak istemem ama lavabonun kenarında deodorant, krem ve makyaj temizleme pamuğu olan bir kase vardı diyeyim, temizliğini siz anlayın :)


Restoran akşamları konser ve dans mekanı oluyormuş. Kendisi de Ordulu olan Gülşen, baba ocağındaki bu restorana sıklıkla geliyormuş. Kendisini çok takdir ettim. Malum genelde civciv içinden çıktığı kabuğu beğenmezmiş:


Türk pop müziğinin pek çok ismini ağırlıyormuş bu restoran:



İçerisi geniş ama ayrıca dışarıda da çok hoş bir bahçesi var:


Yemeklerimizi yedikten sonra eritmek için biraz sahilde dolaşalım dedik. Manzara harikaydı zaten. Ama Kontes kumu, kumsalı görünce hiç dayanamadı:


Burası restoranın tam karşısı.
Kontes kaldırıma çıkar çıkmaz kumsala dikti gözünü veeee...
Denize doğru koşmaya başladı :)
Kumsalda bizi bir sürpriz karşıladı: Martı izleri. Kontes'in incelemek üzere aşağı doğru sarkmış saçlarını görebilirsiniz resimde :)

Şimdi de kendi ayak izlerini inceliyor.

Bunlar da anne-kız ayak izlerimiz...

Biraz da midyelerle oynadık. Süs gibi, el yapımı gibi güzel midyeler vardı...

Her güzel şeyin bir sonu varmış... Bir dahaki Ordu gezimizde yemek yiyeceğimiz yer belli artık.

Not: Ayak izlerinden bahsetmişken, ayak izleri ile ilgili en sevdiğim çizgi filmi de koymak istedim. Gerçi Rusça ama dil bilmeseniz de anlaşılabiliyor :)




Mehmet Yaşin de gitmiş Gardenya'ya:




Perşembe'de Nerede Yemek Yenir?

$
0
0
 

Ordu-Samsun arasında eğer sahil yolunu kullanıp ve Bolaman virajlarına girilecekse, buraya uğramadan geçmemek lazım: Vonali Celal (İstanbul'da da Cankurtaran ve 4. Levent Sapphire AVM'de şubeleri varmış). ekşisözlük'te şöyle tarif edilmiş:
"türkiye'nin en uzun tünelinden tam gaz yola devam etmek yerine sahilden tıngır mıngır giderim, yolu iki saat uzatırım, üç saat de yemek için harcarım, turşuları tek tek tadarım, üstüne bir saat denize karşı ense yaparım diyen ehl-i keyf insanların tekkesi."

1976 yılından beri servis veriyormuş. Vona, Perşembe'nin eski adıymış.
Adres :Çaka Tünel Mevkii Perşembe / Ordu
Telefon : 0452 587 21 37

Sahil yolunun deniz tarafında yer alıyor, Hoynat Kalesi karşısında ve sağında solunda belirgin bir şey yok, kaçırmamaya dikkat etmek gerekiyor. Yakınındaki en belirgin yer, Samsun-Ordu istikametinde Hoynat (Çaka) Tüneli. Restoran, tüneli geçtikten hemen sonra solda kalıyor. Çaka Tüneli'nin manzarasına da ayrıca bayıldım. Tünelin hemen paralelinde minik bir ada var:


Bu adacığın paralelinde sahil yolundaki Hoynat (Caka) Tüneli var.

Özellikle vejeteryan ya da vegansanız ya da her türlü balığı yerim diyenlerdenseniz burası tam size göre. İşte Ordu'nun yöresel lezzetlerinden birkaç örnek: Kara lahana dolması (pancar sarması), kara lahana çorbası (pancar çorbası), Yalıköy köftesi, yağlı (pide), içli tava, keşkek, hamsi köftesi, yumurtalı sakarca, Tirmit Mantarı kavurması, hoşkıran kavurması, ısırgan yağlacı, fırın fasulyesi, patates kayganası, karayemiş kavurma, patates mıhlama, ceviz helvası, kabak muhallebisi, kuymak, yumurtalı sakarca, karayemiş kavurma, mısır ekmeği (fotoğraflar için bkz: http://www.vonalicelal.net/karadeniz.htm)



Uzun bir merdivenden aşağıya doğru inip, denize yaklaşıyorsunuz. Vonalı Celal ve ailesinin evi restoranın üst katında.


Merdivenin sonunda "turşu dünyası" ve onlarca turşu seçeneği var:











Turşuya sirke katmıyorlarmış, tuzu da çok az. Sirkeye asit de kattıklarını da bilmiyordum. Ama gerçekten bu sirkeler farklı. Eve üç bidon getirdik. Her akşam yiyoruz. En ufak bir rahatsızlık hissetmiyoruz. Kontes de kıtır kıtır yiyor. Kızımın yeme alışkanlıklarına çok güveniyorum (Elimden geldiğince yemek istediklerine ve istemediklerine müdahale etmedim. Mesela tüm yaz muz yemeyen kızım bu hafta muz yemeye başladı. Nasıl yapıyor bilmiyorum ama mevsim meyvesini fark edebiliyor.). Kontes bu turşuyu sevdiyse, turşu katkısız demektir :)
Turşunun faydaları için bkz:
http://www.sadehayat.com/kalbi-korumak-icin-5-dogal-yol/
http://bestebonnard.blogspot.com/2012/01/kotu-bakteri-iyi-bakteriler-alman-usulu.html
http://basitbiryasam.blogspot.com/2012/03/ev-yapimi-el-yapimi.html



Gittiğimiz mekanın has bir Karadenizli'ye ait olduğu sağa sola iliştirilen tabelalılardan belli oluyordu :)



Biz kahvaltı etmeye gitmiştik, kahvaltı tam benim istediğim gibi serpme ve yeteri kadardı, tadı nefisti, ayrıca en sevdiğim şey: Açık mutfakta gözümüzün önünde pişirilip, sıcak sıcak servis ediliyordu.

Görüldüğü gibi kredi kartı geçiyor.

İşte açık mutfak. İçerideki teyzeleri çekmedim ama hepsinin ellerine sağlık.

Kahvaltıda bile vardı turşu ve fasulye kavurması...

Merulcanlı kaygana

Sol tarafta görülenler minik mısır ekmekleri

Kahvaltıdaki tek tatlı baldı ve Kontes kaşık kaşık yedi bu baldan.

Yemek yerken izlenen manzara ayrı güzel:








Vonali Celal'den çıktıktan sonra yazsa, Perşembe Fatsa arasındaki beyaz kumu ile ünlü Çaka Plajı'na uğrayabilirsiniz. Eğer Ordu-Samsun yönünde gidiyorsanız yemek yedikten sonra Medreseönü Beldesi'nde Uzun Saçlı'nın Yeri'nde odun ateşinde demlenmiş çay içebilirsiniz. Biz aksi yöne gittiğimiz için uğrayamadık ama aklımız da kalmadı değil. Burası da uçurumun kenarındaymış ve çaydan başka bir şey servis edilmiyormuş ve çayı da siz sipariş ettikten sonra demliyorlarmış, o nedenle bir 1 saati gözden çıkarmak gerekliymiş.


Mehmet Yaşin'in Yol Üstü Lezzet Durakları sayfasındaki Vonali Celal yazısı ve orada yapılan çekimin video kaydı:
http://www.lezzetduragi.net/vonali-celal-tursu-balik-r160.html



Makarna/Pilav Nasıl Isıtılır? Buharda Isıtma

$
0
0


Benim, önceki günden kalmış pilavı, makarnayı ısıtma yöntemim budur :)

Arta kalan makarnayı küçük bir tavaya döker, buzdolabına öyle kaldırırım. Ertesi gün yemek pişirirken de tencere kapağı yerine makarna dolu tavayı kullanırım. Tabii tavanın ağzının da kapalı olması lazım.

Böylece dibi tutmadan ve kurumadan ısınmış olur.

Genellikle az porsiyonlarda pişirdiğimden, bir sonraki güne artan yemekleri hep küçük tavalarda saklarım. Su ısıtıcısı da kullanmıyorum. Onun yerine çaydanlıkta su ısıtırım ve su ısıtırken de tavamı çaydanlığın üstüne yerleştirdiğimde, 10 dakika içinde yemeğim ısınmış olur. Bu şekilde besin değerlerinin de ölmediğini sanıyorum.

1 yaşından sonra bebeğin beslenme düzeni nasıl olmalı?

$
0
0

Kızımın ek gıdaya geçtikten sonraki beslenme düzenini şurada yazmıştım:

1 yaşına kadarki kahvaltı alışkanlıklarını da şu yazımda yazmıştım: 

1 yaşından sonra gün içindeki emme sıklığı çok azaldı Hatta 1 yaş civarında günde sadece bir kere ve 5 dakika kadar emiyordu. Bu nedenle de katı gıdaya çok daha fazla ağırlık ve önem vermeye başladım. 

1-2 yaş aralığındaki beslenme düzenişöyleydi:

07.00
Kalkış ve beslenme (meme)

Uyanır uyanmaz emdiği için uyandıktan 1 saat kadar sonra kahvaltı ediyor.
08.00
Kahvaltı

Her öğün ortalama 1 saati bulabiliyor.
11.00
Ara öğün: Meyve ya da kuru yemiş


12.30
Öğlen yemeği: Etli, sebzeli, baklagilli yemek
Öğle uykusu
16.00
Ara öğün: Meyve ya da kuru yemiş


18.00
Akşam yemeği: Öğlen yemediği besin grubu her neyse onu tamamlamaya çalışıyorum. Biz ne yiyorsak, aynısından ikram ediyorum

Çoğu zaman akşam yemeği yemek istemiyordu. O zaman yoğurt/kefir ve/veya meyve, kuru yemiş-kuru meyve veriyordum.
19.30
Uyku öncesi: Anne sütü

8 aylıktan sonra akşam uykusuna yattıktan sonra hiçbir şekilde gece beslemedim.

Yani normal bir günde 1-2 yaş arasında topla 5 öğün yemek yiyordu. 

Ancak canı istemezse asla yemesi için zorlamadım.

Bir akşam bir kase kuru yemiş yiyip yatıyordu. Başka bir akşam tam 6 tane mandalina yiyip yatmıştı ki meyve asidi midesine zarar verir mi diye çok korkmuştum. Bazen de akşam yemeği olara sadece yoğurt yiyor veya kefir içiyordu. Gelişiminde ya da sağlığında hiçbir sorun yaratmadı bu durum.

Tabii bu düzene birden bire değil zaman içerisinde yavaş yavaş geçti. 

2 yaşından sonra: 4 öğüne indi. Kahvaltıdan sonraki ara öğünü talep etmedi. Yani 3 ana, 1 ara öğün.

3 yaşından sonra: Ben kendi irademle 3 öğüne indirmeye çalışıyorum, yani 2 ana bir ara öğün. Geç kahvaltı ettirip (uyanır uyanmaz emiyor hala), ara öğün kadar hafif bir öğlen yemeği yediriyorum. 15.00-16.00 arasında bir ara öğün daha yapıyor. Akşam da 18.00-19.00 arasında akşam yemeğini yiyip, yatmadan önce de sadece meyve yiyor. Ben günde 2 ana öğünün bir yetişkin için yeterli olduğunu düşünüyorum. Kızımın beslenme alışkanlığını da buna uydurmaya çalışıyorum.

Prensip olarak acıkmadan yemek yenilmemesi taraftarıyım. Dolayısıyla kızıma da acıkmadan yemek vermedim. 2 saatte bir acıkacağını öngörerek yemek teklif ettim ama eğer kabul etmezse ısrarcı olmadım, yemek saatleri konusunda kuralcı da olmadım. Yemediği zaman, yarım saat bir saat sonra tekrar teklif ettim. Eğer aç olduğunu düşünüyorsam ve yine de yemiyorsa, yemeği beğenmediğini düşünerek başka bir şey teklif ettim. Pişen yemeği yemesi konusunda da ısrarcı olmadım. Zaten çocuklar bugün severek yedikleri bir şeyi yarın yemeyebiliyorlar, ya da hiç ağızlarına sürmedikleri bir şeyi birden bire yalana yalana yemeye başlayabiliyorlar. Yani kızım ne zaman, ne kadar ve ne yiyeceğine kendisi karar verdi. Hatta nerede ve nasıl yiyeceğine de kendisi karar verdi. Yemek masasında yemesi ya da çatal kaşıkla yemesi konusunda da ısrarcı olmadım. Orta sehpa üzerinde ya da kendi oyun masası üzerinde ya da yer serilmiş temiz bir bez üzerinde, oyun oynarken ya da kitap okurken, elleriyle yemesine de ses çıkarmadım. Zaten sık sık sokakta, parkta bahçede yemek yiyorduk. Piknik yapmaya bayılıyor. Ama sık sık lokantada ya da eşin dostun evinde yemek de yeriz. Belki de bu nedenle kızım yemek masasında oturup, çatal kaşıkla yemek yeme konusunda da hiçbir sıkıntı yaşamadı.

Öğlen yemeklerini kızıma özel, az porsiyonlarda ve olabildiğince fazla besin grubu içerecek şekilde pişiriyordum. Akşam yemeklerini ise bizimle birlikte, ona uygun şekilde tuzsuz salçasız hazırlanmış yemeklerimizden yiyordu. Şu anda (38 aylık) sanırım yemediği hiçbir tencere yemeği yok. Sulu yemekleri pilav ya da makarna ile karıştırıyorum, çorbasına da ekmek ekliyorum. Böylece kendi kendine yiyebiliyor. Kızıma 1 yaşına kadar ekmek vermedim. Yemeklerini pirinç, mercimek, erişte ya da irmik ekleyerek koyulaştırıyordum. 1 yaşından sonra da sadece salata suyuna banmak ya da çorbasına eklemek suretiyle ekmek verdim. Verdiğim ekmek de ya ev yapımıydı ya da güvendiğim özel fırınlardan alınmaydı ve biz de beyaz ekmek yemediğimizden, hep tam buğday ekmekleri yedi. Hala beyaz ekmek yemez. Tam buğday ekmeğini de eline alıp kemirmez çoğunlukla. Pilav ve makarna olarak da bulgur pilavı ve erişteyi tercih ettim. Dolayısıyla kızım hala bulgur ve erişte ile yapılan yemekleri çok seviyor. Beyaz pirinç veya makarna pişireceksem de içine nohut ve sebze eklemeye gayret ediyorum. Patatesi de sadece çorbasına katıyordum ve blendırdan geçiriyordum. Dolayısıyla patatesi tanımadı hiç. Şu anda patates kızartmasını ağzına sürmüyor. Kararımdan pişman değilim.


1 yaşından sonra kuru yemişi önüne koydum, kendisi yedi. Önceleri fındığı ikiye, cevizi dörde beşe bölüp önüne tane tane koyuyorum ki hem yuvarlak nesneler boğazına kaçmasın hem de önündeki her şeyi ağzına sokup da tıkanmasın. Yemeye alıştıkça önüne kaseyi koymaya başladım. 18 aylıkken hiç sorunsuz arabada, sokakta kuru yemiş yiyebiliyordu. Herhangi bir tıkanma sorunu yaşamadı. Dişleri yokken de damağıyla gayet rahat öğütüyordu. Aynı şekilde çiğ beslenmeyi sevdiğini fark ettiğimden havuç, salatalık, taze fasulye, lahana, yeşil salatanın sert kısımları, sivri biber, kırmızı kapya biber ve benzer besinleri de çiğ olarak veriyordum. Önceleri onları da küçük parçalar halinde ve ara öğünde verdim. Sonra ince uzun doğrayıp, derin bir bardağa koyup eline verdim. Kıtır kıtır kemiriyordu. 3 yaşından sonra tamamen bütün halinde ve bazen de ana öğün olarak yiyor bu tür çiğ besinleri. Evimizde bütün gün kıtır kıtır sesleri duyuluyor.


Şeker oranı yüksek olduğundan kızıma meyve suyu vermedim (reçel de vermedim, 1 yaşına kadar tatlı da vermedim). Halen daha kefirin ekşi tadını daha çok sever, meyve suyu içmez. İçecek olarak sadece anne sütü, bitki çayı ve kefir veriyordum. Şimdi 3 yaşında bir de soda içmeye başladı. Başka içecek kabul etmiyor. İçmek isterse şalgam suyu da içmesini isterim. Anne sütü aldığı için normal süt de içmek istemedi. Onun için de zorlamadım. Süt yerine kefir içmesini tercih ettim. Kızım şu anda 38 aylık. Halen anne sütü alıyor. İnek sütünü de sadece sabahları müslisini yerken bir bardak kadar içiyor. Kefir içmeye de devam ediyor. Kışları da hemen her akşam yemekten sonra hep birlikte bitki çayı içiyoruz. Bizimle birlikte çay içmek isterse itiraz etmedim, paşa çayı yaptım ona.  Ama sırf bizimle içmiş olmak için birkaç yudum içiyor, bitki çayını normal çaya tercih ediyor. Biz kahve içerken bize eşlik etmek istediğinde de sütün içine keçi boynuzu tozu koyup, bizim kahve fincanlarında kahve gibi pişiriyorum. Normal kahve fincanına koyuyorum. Bizimle birlikte kahve içiyor ve mutlu oluyor :) Henüz bizim kahvemizin tadına bakmak istemedi.

Bir yaşından sonra salondaki zigonun üstünde, kızımın erişebildiği bir yerde sürekli meyve, kuru yemiş ve su bulundurdum. İstediği zaman atıştırmasına da karışmadım. Su içmesini ise sık sık hatırlattım. Çünkü küçük çocuklar oyuna dalıp yemeyi içmeyi unutuyorlar. Yemekleri saatinde yedirmek çözüm oluyor ama ne zaman susadıklarını bizler de bilemiyoruz. Çocuk susayınca rahatsızlık hissediyor. Bu rahatsızlığı adlandıramıyor ve asabiyet yaratıyor. Sık sık su teklif etmek bu türlü gerginliği önlüyor. Ayrıca yemekten önce su vermeyin, şişirir de derler ama ben kızımda tam tersini gözlemledim. Susuzken yemek yiyemiyor. Kendimde de dikkat ettim, ben de yiyemiyorum. O nedenle yemekten önce de, yemek sırasında da su içmesine hiç karışmadım ve masada hep su bulundurdum. Hemen her yemekten önce lıkır lıkır suyunu içer, sonra da gayet güzel yemeğini yer.

1 yaşından sonra her şeyi yedirdim. Alerjen olabilir denilen inek sütü, bal, çekirdeği içinde olan meyveler (kivi, çilek, domates, çekirdekli üzüm vs). Nar da yedirdim. Soyup önüne koyuyordum ama parmaklarıyla, ama kaşıkla yemeye bayılıyordu. 3 yaşında, artık ayıklamaya da başladı. Haşlanmış mısır da yediriyordum. Kırılmayacak derince bir kaba haşlanmış mısır taneleri koyup ara öğünlerde eline veriyordum. Şu anda da haşlanmış mısıra bayılıyor (an itibariyle Türkiye'de GDO'lu ürün yetiştirmek yasak ama ithalatı serbest. Dolayısıyla eğer yerli üretim mısır buluyorsanız, GDO'suz olduğundan emin olabilirsiniz). Ayrıca yağsız ve tuzsuz patlamış mısır da veriyorum. Bazen patlamış mısırla ana öğün bile yapabiliyor.


2 yaşından sonra normal kahvaltı ediyordu ama 3 yaşından sonra kahvaltıda müsli vermeye başladım hafta içleri: Yulaf, kuru üzüm, ceviz, ay çekirdeği, avokado vs koyuyorum. Bazen inek, bazen badem sütü ile kendisi yiyor çoğu zaman.


1 yaşına kadar kas gelişimi hızlı olduğundan, kas oluşumu için proteine ihtiyaç duyuyordu. 1 yaşından sonra et tüketimi yavaş yavaş azaldı ve 2 yaşından sonra büyümesi iyice yavaşladığından, kas oluşturmak yerine, oluşmuş kaslarını kullanmak ister oldu. Enerji ihtiyacını karşılamak içinde karbonhidrata ihtiyacı var. Yeterli miktarda karbonhidrat vermezsem, şekerli yiyecek talep ediyor. O nedenle 3 yaşından sonra her gün bir öğününü karbonhidrat ağırlıklı pişiriyorum. Yani makarna, pilav yemesine takılmıyorum. Cevizli erişte, nohutlu meyhane pilavı denilen türde bulgur pilavı ve kuskus en sevdiklerinden. Ama normal pirinç pilavı ve makarna istediğinde de red etmiyorum. Şekerli yiyecek yemesindense sebzeli pilav ya da makarna yemesini tercih ediyorum.

Yemediği şeyleri de kafama takmıyorum: Sadece 1-2 peynir türünden çok az miktarda yiyor; yumurta sarısı yemiyor; patates, börek, gözleme yemiyor; süt sadece 1 bardak içiyor vs vs. Yemediklerinden ziyade yediklerine yoğunlaşmayı tercih ediyorum.

NOT: Hatırlatmak isterim ki beslenme uzmanı ya da çocuk doktoru değilim. Sadece tek bir çocuğum var. Buraya yazdıklarım tamamen 38 aylık, gelişimi her zaman üst sınırda gitmiş ve henüz hiç ilaç kullanmamış sağlıklı (çok şükür) tek bir çocuk annesi olarak tecrübelerimdir.

Temel trafik kuralları bebeğe nasıl öğretilir?

$
0
0


Kızıma öncelikle "yürüyen adam"ı öğrettim. Trafik ışıklarının önünde duruyoruz. Yürüyen adam kırmızı iken bekliyoruz, yürüyen adam yeşil olunca ise arabalar duruyor ve biz yürüyoruz.

Arabada da eğer ışıkları görüyorsa "açıl susam açıl" oynuyoruz. Çocuklar bir şeyleri değiştirebilmeye muktedir olma duygusunu seviyorlar. Bir arkadaşım oğlunun üfleyerek ışıkların rengini değiştirdiğini, diğeri ise "Şimdi yeşil" diye bağırdığını söylemişti.

Yaya geçidini de "zebra" olarak öğrettim. Kızım hayvanları çok seviyor. Zebra ve zürafaya da özel bir ilgisi var. "Karşıya zebradan geçeceğiz" dedim. "Ne, zebra mı?" diye şaşırdı. "Evet, bak siyah beyaz, tıpkı zebra gibi" dedim ve bir daha da zebra olmayan yerden karşıya geçmedi. Özel ilgisi olsaydı Beşiktaş'ın renklerinden de öğretmeyi deneyebilirdim.

Bir de yukarıdaki oyunu da tavsiye ederim. Kendi kendimize de çizebiliriz. Bir trafik ışığı çizimi. Işıkların yerlerini öğreniyor bu şekilde. Işıklar boyanabilir. Ama bu şekilde renkli kağıtlarla top yapıp üzerine yapıştırıldığında, hem görsel hafızaya hem de dokunsal hafızaya hitap ediyor. (Not: Çizim ve oyun fikri "Ya-Pa Etkinlik Dosyası" isimli kitaptan alınmıştır: http://www.okuloncesimarket.com/pro/2092/60/Ya-Pa-Etkinlik-Dosyasi)

Çocuklar aynı zamanda şiir ve şarkıyla da kolay öğrenebiliyorlar. İşitsel hafızaya yönelik olarak da şarkı söylüyoruz kızımla:

Kırmızı ışıkta DUR,
Sarı ışıkta BEKLE, 
Yeşil ışıkta GEÇ,
Geç hanım teyze :)

(Bu şarkıyı Celal Şahin, akordeonu ile söylerdi; hatırlar mısınız bilmem?)


Buzdolabı Nasıl Kullanılmalı?

$
0
0

İstanbul'da yaşarken sebze ve meyvelerimizi eve haftalık olarak sipariş veriyorduk. Marketten almam gerekenleri de Migros'tan eve sipariş ediyordum. Migros çalışanları kapıya kadar getirdiklerinden, olabildiğince az sipariş verebilmek için, olabildiğince fazla miktarda ürün sipariş ediyordum. Bu durumda da buzdolabım tıka basa dolu oluyordu. 

Sonra küçük bir sahil kasabasına taşındık. En uzak yer 15 dakika yürüme mesafesinde. Haftada bir pazarımız var. Ama pazarda bulunan her ürün, aynı tazelikte manavda da bulunuyor. Bu nedenle pazardan sadece çevre köylülerin getirdikleri, bahçe ürünlerini alıyorum. Onun haricindeki alış verişi günlük olarak manavdan yapıyorum. Markete çok çok nadiren, özel bir ürün aradığım zaman uğruyorum. Bu nedenlerle artık buzdolabım tam da istediğim gibi, içinde sadece serin saklanması gerekli olan malzemeler var. 

Burada görülmeyen üst rafta kahvaltılık malzemeler duruyor. Burada ise ağzı açılmış konservelerim: Biber salçam ve domates konservem. O hafta bitecek olan tereyağım. Eşime ait konservelik sos (aslında evde yapımı çok kolay) ve yeşil zeytinler. Alt rafta Vonalı Celal'den aldığımız turşularımız, bir tane kesik limon ve eşimin yapay yoğurt krizi tuttuğunda aldığımız yoğurt var.

Kışın tüketmek istediğim yazlık sebzeleri konserve olarak saklamayı tercih ediyorum. Konserveleri de buzdolabında tutmak gerekmiyor. Ayrıca örneğin zeytinyağlıları da konserveleyerek saklayabiliyorum. Mesela zeytinyağlı taze fasulyeyi fazla miktarda yapmışsam, sıcakken kavanozlara doldurup, kavanozları ters çevirmek suretiyle konserveliyorum. Fazla uzun bekletmeden 1-2 hafta içinde de tüketiyorum. En uzun 3 ay kadar beklettim sanırım, tadı hala güzeldi ama içinde bakteri filan üremiş midir, bilemiyorum. Ama tahminen, zeytinyağlı yemekler uzun dayanıyor diyerek 1 hafta buzdolabında zeytinyağlı beklettiğimizde de yemek bakteri üretiyordur muhakkak.

Bir alt rafta hala Vonalı Celal'den gelen turşularımız (onlar da bitince dolap tamamen boş kalacak sanırım), köyden hediye gelen alıç ve kuşburnu marmelatları var. Ayrıca az miktarda ev yapımı tarhana ve Karadeniz'den gelen mısır unumuz da var.

Ayrıca artık elektriklerimiz sık sık kesiliyor. Bu nedenle derin dondurucuda da hiçbir şey saklamıyorum. Zira uzun süreli kesintilerde malzemelerin eriyip, yeniden donması mümkün. Bunu da bilemeyeceğimden, hiçbir şey saklamamak daha uygun geliyor. Zaten kasabımız çok yakın. Donmuş eti çözdüreceğime, kasaba kadar gidip et almak daha kolayıma geliyor. Ayrıca zaten saklayacağım her şeyi kurutarak ya da konserveleyerek saklıyorum. Bu nedenle derin dondurucuyu kullanmaya da gerek olmuyor. Her sebzeyi mevsiminde yemeyi severim. Eskiden insanlar bahçelerinde, tarlalarında ürettiklerini yazın tüketemediklerinden, bu üretim fazlalıklarını kış için de saklamaları gerekiyormuş. Ben üretici olmadığımdan kış için onu bunu saklamak bana anlamsız geliyor. Ama bazı sebzeler var ki ya kışın da yemek istediğimden (misal domates) ya da kurusunun tadını daha fazla sevdiğimden (kuru dolmalıklar), bu sebzeleri konserveliyor ya da kurutuyorum. Bazıları ise hediye geliyor ya da satın alıyorum. Mesela kak (kurutulmuş elma) ya da kurutulmuş bezelye.

Derin dondurucumun kapağı :)

Bu da içi: Düşme durumlarında ve dışarı yemek götürürken kullanmak üzere soğutucu pedler, kızımın banyosunu renklendirmek için yaptığım renkli buz, bayatlamış ekmeklerden yaptığım galeta unu ve dondurma makinesi içi.


Ayrıca artık günlük yemek pişiriyorum. Hem öğlen hem de akşam evde yemek yeniliyor (eşim öğlen yemeğine eve geliyor). Bu durumda da pişirdiğim yemekler hemen tüketilebiliyor. Şu aralar dolabımın en tıka basa görüntüsü şöyle:


Bu fotoğraf pazarımızın olduğu Cuma günü çekildi. Ayrıca en olmayacak şekilde 3 çeşit yemeğin hepsi de artmış. Genellikle en azından birisi biter, ama o gün 3 çeşit yemek de dolaptaydı. Ayrıca kefiri de hemen yapar tüketiriz ama nedense o gün kefir de dolaptaymış. Ayrıca çiğ süt kullanıyoruz. Pazartesi ve Cuma günleri geliyor sütçü. Cuma günleri bazen sütlaç yapıyorum. O gün de sütlaç günüymüş :)

En üst rafta pazardan yeni alınmış haftalık peynirlerimiz var. En az üç tür: Beyaz, taze kaşar ve çeçil peynirleri. Ayrıca az miktarda gerçek tulumdan keçi, eski kaşar vs. Artık 1 haftada yiyemeyeceğimiz miktarda peynir ALAMIYORUZ, çünkü bozuluyorlar. Tuzlu beyaz peynirin bile bir haftada bozulduğunu görünce artık paketli peynir alamaz oldum. Arka tarafta da Rusya'dan aldığımız mnik balık konserveleri var. Sağ taraftaki raf eşime ait: Kayseri'den özel olarak getirttiği sucuk ve pastırmalar var içinde.


Üst rafta günlük kahvaltılıklarımız var. Alt rafta turşularımız, kapaklı güveçte yoğurdumuz, sağ taraftaki küçük güveçlerde ise sütlacımız var

Bu rafta sol tarafta artan kefirmiz ve minik tavalarda, çorba, ara yemek ve bulgur pilavından arda kalanlar görülüyor. Bunları nasıl ısıttığımı da yazmıştım: Buharda Isıtma. Resimde görünmemekle birlikte sağdaki turşunun arkasındaki ağzı açık bir plastik kapta karbonat duruyor. Karbonat buzdolabının içindeki kokuyu emiyor. Ayrıca dolapta fazla malzeme olmadığından, çıkan kabın altını silmek, temizlemek için yeterli geliyor. Eskiden ayda bir kere dolabın raflarını boşaltır, yıkardım. Artık gerek kalmıyor, en son ne zaman yıkadığımı hatırlamıyorum bile. Ayrıca eğer dolapta karbonat yoksa, ağzı açık süt ve süt ürünü bekletemezsiniz. Zira süt de bütün kokuyu emer, kendi içine çeker, sütü içerken tüm diğer yemek kokularını da duyarsınız. Oysa karbonat dolaptayken marine ettiğiniz et ürünlerini bile ağzı açık şekilde bekletebilirsiniz, kesinlikle dolap kokmaz ya da başka bir yemeğe etin kokusu sinmez.

En alt iki raf sebze ve meyvelere ait. O gün pazardan aldıklarım, muhtemelen hafta başında tükenmiş olacaklar. Üst rafta bez poşette marul var. Kızım yapraklarını kıtır kıtır yemeye bayılıyor. Yanında çintar mantarı, onun yanında da ıspanak duruyor. İkisi de topraklı olduklarından bez poşetlere koymamışım. Ama o gün itibariyle poşetten çıkıp yıkandılar, paklandılar :) Alt sol rafta bez poşette minik bahçe havuçları ve turpları var. Üstündeki kapta da kırmızı lahana duruyor. Havuçları kızım kıtır kıtır yiyor (boğaza kaçıp çocukları boğarmış diye çocuklarına havuç yedirmeyenler var). Ayrıca havuç ve turp salatası bazen kızıma akşam öğünü oluyor (içine biraz da yeşil zeytin koyuyorum turşu niyetine). Kırmızı lahanayı da kızım kıtır kıtır yiyor. Ama ayrıca tuzlu ve limonlu bekletip, turşu gibi salataya eklediğimde de severek yiyor. Eşim domatessiz yapamadığı için hala domatesimiz var. Akdeniz'de hava hala sıcak olduğundan, pazara gelen köylülerden hala bahçe domatesi bulabiliyoruz. Ayrıca bahçemizdeki ağaçlardan koparılmış limonumuz da var. Sağdaki kapta ise meyveler duruyor. Elma, mandalina ve nar bu mevsimin vazgeçilmez üçlüsü. Ayrıca Trabzon hurması ve armut da var. Meyve yemeyi çok sevdiğimizden bu meyveler de hızla tükenecek. Bir dahaki pazara kadar en az 2 defa daha manavdan meyve alacağım. Meyve ve sebze kaplarının altında normal bez mutfak havluları serili.


Artık buzdolabımız daha boş, daha az çalışıyor ve daha az elektrik harcıyor. Büyük şehirde yaşamamanın avantajlarından sadece biri :)

Not: Yazıyı tekrar okurken farkettim ki böyle pastırmalar, keçi tulumunda peynirler filan yazınca sanki çok pahalı besleniyormuşuz gibi olmuş. Söylemek isterim ki Akdeniz'e taşındıktan sonra bir ayda yaptığım gıda alışverişi, İstanbul'da gıda için bir haftada yaptığım harcamaya eşdeğer. Yani burada özel keçi tulumları filan pek pahalı değil. Ürünleri sıklıkla üretildikleri yerden temin etmek de ucuza kaliteli yiyecek bulmanın bir diğer yolu. Eğer sucuğu Kayseri'den, mısır ununu Karadeniz'den temin ederseniz ucuza gelmiş oluyor.

Bebek Kaç Aya Kadar Emzirilmelidir? Sütten Kesme Zamanı

$
0
0

Elbette bu karar anneye aittir. Zira meme vermek görüldüğü kadar kolay bir iş değildir. Yorucudur, can acıtıcı bile olabilir; her koşulda insanın dudağı kadar hassas, sinir uçlarının yoğun olduğu bir bölgenin sürekli uyarılması söz konusudur. Annenin fiziksel ve psikolojik olarak meme vermeye hazır olması gerekir.

Ancak anne meme vermeyi istiyorsa genel kabul gören görüş bebeğin ilk 6 ay SADECE anne sütü ile beslenmesi. Devam eden aylarda ise anne sütüne EK gıdalar ile birlikte EN AZ 2 sene emzirilmesi gerektiği yönündedir. 

İlk 6 ay anne sütünden başka hiçbir şey, su bile verilmemelidir. Zira bebeğin sindirim sistemi henüz yeteri kadar gelişmemiştir, barsak florası ve dolayısıyla bağışıklık sistemi yeni yeni oluşmaktadır. Anne sütü barsak florasının oluşmasını sağlar. Anne sütünden başka herhangi bir madde çocuğun sindirim sistemini bozar (mesela su bile bebeği ishal yapabilir) ve en önemlisi barsak florasının sağlıklı gelişimi etkilenir, bu da bebeğin hastalıklara karşı dirençsiz kalmasına neden olur. İlk 6 ay içinde ek gıdaya geçen annelerin bebekleri hakkında bir kaç soru sorarsanız genellikle hastalığa eğilimli bebekler olduğunu siz de gözlemleyebilirsiniz. Ayrıca ek gıdaya geç geçilince çocuğun gıdaları reddedeceği ve iştahsız olacağı, gece uykularının düzensiz olacağı iddiaları da doğru değildir. En azından benim kızım 6. ayı bitene kadar sadece anne sütü almasına rağmen son derece iştahlı, yemek ayırmayan ve 4. ayından beri geceleri kesintisiz uyuyan bir bebek.

6. aydan sonra başlanan ek gıdalar ise adı üzerinde anne sütüne ek olarak verilen gıdalardır. Bebek 1 yaşına kadar temel olarak anne sütü ile beslenmelidir. Yani anne sütü 1 yaşına kadar temel besin olarak yeterlidir. Bebek başka besinler yemesi için zorlanmamalıdır. 6-12 aylar arası besinlerle TANIŞMA dönemidir. Ama bebek dilerse sadece anne sütü ile doyabilir.

24. aya kadar anne sütü verilmesi gerektiği genel kabul görür ama bu ifade sanki 2 yaşında anne sütünün kesilmesi gerektiği yönünde anlaşılmamalıdır. Bebeğin en az 2 sene anne sütü alması tavsiye edilir ama bu ifade, 2 seneden sonra anne sütü almaması gerektiği, anne sütünün bu süreden sonra zararlı olduğu ya da 2 yaşından sonra anne sütünün faydalı olmadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. Anne sütünün faydaları o kadar ileriye uzanır ki, uzun süre anne sütü almış bebeklerin ileride organ nakli olmaları durumunda, vücutlarının yeni organı kabul etme ihtimalinin daha fazla olduğu bile ispatlanmıştır. Dolayısıyla anne sütü hangi yaşta içilirse içilsin insan için inek sütünden daha faydalıdır. 




Beslenme konusunda zaman zaman hükümetler düzeyinde ve UNICEF gibi diğer uluslararası örgütlerle de çalışan Dünya Sağlık Örgütü, emzirmeyi hararetle savunmakta ve bu konuda 10 maddelik bir bildiri ortaya koymaktadır. Bu bildiri şu şekildedir.

Dünya Sağlık Örgütü Şunları Önermektedir
1- Dünya Sağlık Örgütü ilk 6 ay sure boyunca bebeklerin emzirme ile beslenmesini hararetle önermektedir. 6 aylıktan sonra, tamamlayıcı olarak verilen diğer gıdalarla birlikte emzirme 2 yaş veya daha sonrasına kadar devam edebilir. Buna ek olarak:
- Emzirme doğumu takip eden ilk 1 saat içinde başlamalıdır.
- Emzirme bebek tarafından  “istenildiğinde her an”, bebeğin talep ettiği sıklıkta, gece ve gündüz  olmalıdır.
- Şişe yada biberon kullanmaktan kaçınılmalıdır.

2-Emzirmenin bebekler için faydaları
Anne sütü yeni doğan ve bebekler için ideal besindir. Anne sütü bebeğin sağlıklı büyümesi için ihtiyaç duyduğu tüm besinleri içerir. Güvenlidir ve çocukları, ishal ve zatürre gibi dünya çapında çocuk ölümlerinin iki temel sebebi olan çocukluk hastalıklarından koruyan tüm antikorları içerir. Anne sütü bebeğin kullanımına her zaman hazırdır ve maddi olarak külfeti düşük olup, bu sayede bebeklerin yeteri kadar besin alması güvencence altına alınmış olur.

3-Emzirmenin anneler için faydaları
Emzirme anne için de faydalıdır. Emzirme sıklıkla tekrar adet başlamasını geciktirir. Bu da güvenli bir doğum kontrol yöntemi olmasa da, doğal bir doğum kontrol yöntemidir. Hayatın geri kalan kısmında göğüs ve over kanser riskini azaltır, annenin doğum öncesi kilosuna düşüşünü hızlandırır, ve obezite oranını düşürür.

4-Çocuklar için uzun dönemli faydaları
Çocuklar için erken dönem faydalarının ötesinde, emzirme yaşam boyu sağlıklı bir yaşama katkı sağlar. Uzun dönem emzirilen yetişkinler sıklıkla daha düşük kan basınçları ve daha düşük kolesterollü olurlar. Bunun yanında daha aşırı kilo, obezite ve Tip-2 diyabet oranları daha düşük olur. Emzirilen kişilerin zeka testlerinden daha iyi performans gösterdiklerine dair deliller vardır.

5-Neden bebek maması değil de; emzirme?
Bebek maması, anne sütünde bulunan ve bebeği su kaynaklı hastalıklara karşı koruyan antikorları içermez. Bu, su kaynaklı hastalıklar bebeğe toz mamaya karıştırılan güvenli olmayan sudan bulaşır (bir çok ailenin temiz suya erişimi yoktur). Kötü beslenme; mamanın özellikle kıt kullanılması durumunda; aşırı derecede sulandırılmasından da kaynaklanır. Bunun ötesinde, sık emzirme sayesinde anne sütünün devamlılığı güvence altındadır. Mama kullanılması ve daha sonra mamanın mevcut olmaması durumunda, emzirmeye dönüş artık bir opsiyon olmamış olabilir. Zira, anne sütünün bir süreliğine üretilmemiş olmasından dolayı üretim miktarı düşer.

6-HIV ve emzirme
HIV-pozitif anneler için; emzirme yerine geçecek besinlerle ilgili olarak şu koşullar sağlanamıyorsa;  Dünya Sağlık Örgütü ilk 6 ay boyunca emzirmeyi önermektedir:
- Makbul (toplumca makbul olması)
- Mümkün (mamayı hazırlayacak yardım ve teçhizat mevcut olmalı)
- Satın alınabilir (mamanın 6 ay boyunca satın alınabiliyor olması)
- Sürdürülebilir (mamanın 6 ay boyunca verilebiliyor olması)
- Güvenli (mamanın temiz su ve hijyenik koşullarda hazırlanıyor olması)

7-Emzirme yerine geçen besinler hakkında mevzuat
1981 yılında, emzirme yerine geçen besinlerin mevzuata kavuşması için uluslararası bir düzenleme getirildi. Bu düzenlemeye gore şunlar temel gerekliliktir;
- Mamanın formülü ve emzirmenin faydaları hakkında bilgiyle emzirme yerine geçen besinlerin sağlık risklerinin belirtilmesi
- Emzirme yerine geçen besinlerin promosyonunun yapılmaması
- Hamilelere , annelere veya onların ailelerine,emzirme yerine geçen besinlerin  bedava numunelerinin verilmemesi, ve
- Sağlık çalışanlarına veya tesislerine bedava veya sübvanse edilmiş  ürün dağıtımı yapılmaması

8-Annelere destek bir temel ihtiyaçtır
Emzirme, öğrenilmesi sorunlu bir şey olup, bir çok kadın başlangıçta zorluk çeker. Meme başında ağrı, bebeği besleyecek kadar yeterli süt olmayacağına dair korku yaygındır. Emzirmeyi destekleyen sağlık üniteleri –ki bu üniteler eğitimi annelere eğitilmiş emzirme danışmanları aracılığı ile verirler- daha sık emzirme deneyimini teşvik ederler. Bu desteği  sağlamak ve anne ve yeni doğan için bakım sağlamak üzere 152 ülkede 20.000'den fazla “bebek dostu” unite DSÖ-UNICEF inisiyatifi sayesinde kuruldu.

9-Çalışma ve emzirme
DSÖ, doğum sonrasında annenin yeteri kadar dinlenmesi ve bebeğini emzirebilmesi için işten en azından 16 hafta boyunca uzak kalmasını önermektedir. İşe geri dönen annelerin bir çoğu tavsiye edilen süre olan 6 aydan önce emzirmeye son vermekte; zira, iş ortamında yeteri kadar zamanları olmamakta ya da emzirmeyi yapacak mekanları olmamakta ya da  sütlerini sağıp saklayacak mekanları olmamaktadır. Bir annenin, emzirme işlemine iş saatlerinde de devam edebilmesi için iş yerinde ya da yakınında güvenli, temiz ve mahrem bir mekan olması gerekir.

10-Bir sonraki adım: yeni yiyeceklere geçiş
Bebeğin artan ihtiyaçlarını karşılamak için 6 aylıktan itibaren, bir yandan emzirme devam ederken diğer yandan da tamamlayıcı besinler verilmesi gerekmektedir.  Bebeklere verilecek besinler onlar için özel hazırlanmış olabileceği gibi, ailenin kendileri için hazırladıkları besinleri modifiye ederek de hazırlanabilir. DSÖ şuna işaret etmektedir:
- Destekleyici besinler verilmeye başlandığında emzirme azaltılmamalıdır;
- Destekleyici besinler bir kaşık ya da çanak ile verilmeli, şişe içinde değil;
- Besinler temiz, güvenli ve yerel olarak bulunabilir olmalı; ve
- Küçük çocuğun katı gıdaları yemeği öğrenmesi için geniş zamana ihtiyaç vardır.




İslam dini açısından da bebeklerin 2 seneye kadar emzirilmesi tavsiye edilir, 2 seneye kadar anne sütü almak bebeğin hakkı olarak görülür, ama iki seneden sonra bebeğin emzirilmesinin haram olduğu ya da emzirilmemesi gerektiği hiçbir yerde ifade edilmemiştir:

B) Emzirme
Çocuğun bakım ve büyümesinde emzirmenin önemli bir yeri vardır. Bu bakımdan emzirme, İslâm hukukunda ana babaya terettüp eden bir vazife olarak ayrıca düzenlenmiştir. Hanefî hukukçular annenin çocuğunu emzirmeye dinen mecbur olduğunu, ancak hukuken olmadığını söylerler. Bu görüş çocuğun nafakasının her hâlükârda babaya ait olması ve o dönemlerde toplumda ücretli sütannenin kolayca bulunabilmesi sebebiyledir. Hanefîler bu yükümlüğü her durumda babaya vermişlerdir. Diğer mezhep hukukçuları ise annenin dinen olduğu gibi hukuken de çocuğunu emzirmek zorunda olduğunu söylerler. Şu kadar var ki çocuk yalnız annenin sütünü kabul ediyor veya sütanne bulunamıyor veyahut da babanın sütanne tutacak malî gücü bulunmuyorsa bu durumda Hanefîler'e göre de anne hukuken çocuğunu emzirmeye mecburdur.
Anne emzirme için evlilik devam ederken veya boşanma iddeti beklerken herhangi bir ücret isteyemez. Çünkü bu dönemlerde nafakası esasen kocaya yani çocuğun babasına aittir. Fakat boşanma iddeti biten veya ölüm iddeti bekleyen kadın emzirme için çocuğun babasından veya bizzat çocuktan yahut çocuğun nafakasından sorumlu olanlardan ücret talep edebilir.
Emzirme süresi iki yıldır. Bu şu anlama gelir ki anne emzirme için bir ücret alıyorsa ilk iki yıl için ücret isteyebilir; ondan sonrası için ücret isteyemez. Süt yoluyla kurulan hısımlık da çocuğun ilk iki yaş içinde süt emmesi durumunda meydana gelir. (bkz.: http://www.diyanet.gov.tr/yayin/basiliyayin/yweboku.asp?sayfa=17&yid=36)

Ve son olarak benim gibi, insanların da bir memeli hayvan türü olduğunu, içgüdüleri bulunduğunu düşünen bilim adamlarının yaptıkları bir çalışmayı yayımlamak istiyorum. Ki bazı anneler iş yerlerinde sağdıkları sütü buzdolabında sakladıkları için patronlarından uyarı aldıklarını, çünkü iş arkadaşlarının sütten tiksindiklerini söylediklerimi okumuştum. İneğin sütünden tiksinmeyen insanların, insan sütünü tiksindirici bulmaları ironik gelmişti bana bir hayli. Herhalde kendilerini hayvan olarak görmek, kadınların memelerinden süt çıktığını düşünmek kendilerine çağ dışı filan geliyor olsa gerek... İnsanın doğadan kopuşu ile birlikte, insanlar kendi hayvansı yönlerini yadsımaya başladılar sanıyorum (Kaynak: http://www.llli.org/ba/aug94.html, Çeviri: http://www.lllturkiye.org/Bilgiler/Sutten_kesme_zamani.html):


Amerika’da kadınlara çocuklarını ne zaman sütten kesmeleri konusunda çelişkili tavsiyeler verilmektedir. WHO ve Unicef göre annelerin en az 2 yıl emzirmelerini tavsiye ederken, Amerikan Pediatri Akademisi (AAP) 1 yıl emzirmelerini önerir. Birçok doktor 6 ay emzirmenin “fazla uzun” bir süre olduğunu savunur. Bazı sağlıkçılar ise kadınların çocuklarını neyin onları bir yıldan daha uzun bir süre emzirmelerini ittiğini sorgulamaktadır. Bundan dolayı da bazı kadınlar çocuklarını hala emzirdiklerini sağlıkçı ve ailelerinden saklama ihtiyacını duyabilmektedirler. Yapılan antropolojik araştırmalara göre, bir çok Batılı olmayan kültürlerde çocuklar 3-4 yaşına kadar emzirilir. Bu kültürlerin uygulaması mı alışılmadık yoksa bizimki mi? Kültürel inançlar tarafından değiştirilmemiş olsaydı, modern insanın sütten kesme yaşını belirlemek için diğer hayvanların ne yaptıklarına bakabilir miyiz?

Tüm memeliler gibi insan da bebeğini besleyebilmek için süt bezlerine sahiptir. Memeliler sınıfı içinde Primat (goril, orangutan, şempanze, gibon...) üyesi olan insanlar, yine primat yavrularının mümkün olan en iyi sağkalım oranını sağlamak için, doğal seleksiyonda 65 milyon yıldır şekillenen emzirme yolunu takip etmektedir. Bu yolun da genetik temelli olduğu kabul edilse de yaşam/tarih değişkenleri de insan olmayan primatlar üzerinde süt yaşı ile ilişki göstermiştir. Bu yönüyle incelendiğinde acaba insanoğlu için sütten kesmenin “doğal" yaşı hakkında ne gibi önermeler doğabilir?

Doğum Ağırlığının 3 veya 4 Katına ulaşınca sütten kesme
Emzirme literatüründe yaygın olarak görülen memelilerin yavrularını doğum ağırlıklarının üç veya dört katına varana kadar emzirmesidir (Lawrence, 1989). Bu kural özellikle küçük vücutlu memeliler için geçerlidir, büyükler için değil.  Primatları dâhil, büyük memeliler için yapılan son araştırmalara göre, anneler doğumdan sonraki ağırlıklarının üç katından daha çok dört katına çıkmasından birkaç ay sonra yavrularını sütten kestikleri olarak gözlenmiştir ( Lee, Majluf ve Gordon 1991). Peki, Amerikalı çocuklar doğum ağırlıklarından ne kadar zaman sonra dört katı ağırlığına ulaşıyorlar? Bu süre erkekler için yaş ortalaması 27 ay iken, kızlar için bu süre 30 aydır.

Yetişkin Ağırlığının 1/3’ine ulaşınca sütten kesme.
Başka çalışmalar ise primatların (tıpkı diğer memeliler gibi) yavrularını yetişkin kilosunun üçte birine ulaşana kadar emzirdiklerini ortaya koyar (Charnov ve Berrigan 1993). Yetişkin bir insanin farklı vücut ağırlığına sahip olduğu da göz önüne alınırsa, insanoğlu için bu kıyaslamada emzirme süresi 4 ile 7 yıl arasında değişiklik gösterecektir. Ayrıca erkekler kızlara oranla daha uzun süre emzirildiği gibi, bu süre geniş gövdeli gruplarda küçük gövdelilere oranla da daha fazla olacaktır.

Yetişkin Vücut Ağırlığına Göre sütten kesme.
Harvey ve Clutton-Brock (1985) yetişkin dişi vücut ağırlığına bağlı olarak sütten kesme yaşının hesaplanabilmesi için bir çalışma yayımlamışlardır. Primatların yaşam/tarih değişkenleri de göz önüne alınarak yapılan çalışmaya göre, yetişkin kadın vücut ağırlığına bağlı olarak, insanlar için sütten kesme yaşı 2,8 ile 3,7 arasındadır.

Gebelik Süresine Göre sütten kesme
Genel olarak memeliler arasında sütten kesme yaşının gebelik süresine denk geldiği literatürde yer almaktadır (Lawrence, 1989). Bu değerlendirmeye göre, insanoğlunda sütten kesme süresi için sadece dokuz ay geçmesi beklenebilir. Tabi bu bire bir ilişkide, erişkin yaşa gelmiş hayvanın ağırlığı da etkili olduğu bir gerçektir. Birçok küçük gövdeli primat için, emzirme süresinin gebelik süresinden daha kısa olduğu, büyük gövdeli primat türleri arasında da emzirme süresi gebeliğin ortalama süresini çok aştığı gözlemlenmiştir. İnsanoğlunun en yakın akrabası olarak kabul edilen şempanze ve goriller göz önüne alınırsa, emzirme süresi gebelik süresinin 6 katından fazladır. İnsanlar en iri primatlar arasında yer alır ve şempanze ve gorillerle %98’den fazla aynı genetik materyale sahiptir. Bu karşılaştırmalara dayanarak, insanoğlu için sütten kesmenin tahmini doğal yaşı en az 4,5 yıl (6 gebelik süresi) olarak gösterilmektedir.

Diş çıkarmaya göre sütten kesme.
Smith (1991)’in araştırmasına göre birçok primat, yavrularının ilk kalıcı azı dişleri çıkana kadar emzirmektedir. İlk kalıcı azı dişinin çıkması modern insanlarda 5,5 — 6 yaş civarında gerçekleşir. İnsanoğlunun yetişkin bağışıklık yeterliliğinin oluşma süresi — aynı zamanda bizim evrimsel geçmişimiz boyunca, anne sütü ile sağlanan etkin dokunulmazlık ile korunması — 6 yaşa kadar geçerli olduğunun altını çizmek gerekir (Fredrickson).

İnsanoğlunun evrimsel geçmişi öyle bir organizma yaratmıştır ki emzirme hem fiziksel, hem bilişsel, hem de duygusal gelişime katkı sağlamaktadır. İnsan primat verileri insanın en az 2.5 yıl en fazla 7 yıl anne sütü ile beslenmek için tasarlanmış olduğunu belirtmektedir. Doğal seleksiyon, güçlü ve genetik olarak kodlanmış bebekleri şanslı kılmış olsa da emzirme ile bu süreç daha da kalıcılık kazanmıştır. Günümüzde, birçok toplumda, 3-4 yaşını geçmiş çocukların besin ihtiyaçlarını karşılamak yetişkin gıdalarının onlara göre hazırlanmasıyla mümkündür. Modern toplumlar antibiyotikler, aşılar ve gelişmiş sağlık önlemleri ile anne sütünün bağışıklık için bazı (hepsi değil) yararlarını karşılayabilmektedir. Fakat çocukların fiziksel, bilişsel ve duygusal ihtiyaçları devam etmektedir. Amerika’da bir bebeği çok uzun süre emzirmek sıra dışı olsa bile, insan için sütten kesme yaşının 3 ila 7 yaş arasında mantıklı ve uygun olabileceği konusunda sağlıkçıların, ailelerin ve halkın dikkati çekilmelidir.

Kaynak: 
· Charnov, E. L. and D. Berrigan. Why do female primates have such long lifespans and so few babies? or Life in the slow lane. Evol Anthropol 1993; 1:191-94.
· Fredrickson, D. University of Kansas, personal communication.
· Harvey, P. H. and T. H. Clutton-Brock. Life history variation in primates. Evolution 1985; 39:559-81.
· Lawrence, R. A. Breastfeeding: A Guide for the Medical Profession, 3rd edition. St. Louis: Mosby, 1989.
· Lee, P C., P. Majluf, and I. J. Gordon. Growth, weaning and maternal investment from a comparative perspective. J Zool Lond 1991; 225:99-114
· Smith, B. H. Age of weaning approximates age of emergence of the first permanent molar in nonhuman primates, abstracted. Phys Anthropol Suppl 1991; 12:163-64.


Uzun süre emzirmek zararlı mı?

$
0
0

Anne sütünün her yaşta yararlı olduğu konusuna girmeyeceğim. Pek çok araştırma ile bu ispatlanmış durumda. Örneğin uzun süre anne sütü alan çocukların, ileride organ nakli olması durumunda, vücudunun yeni organı daha kolay kabul ettiği bile istatistiklere girmiş. Bu kadar uzun vadeli sonuçları var, uzun süreli emzirmenin. Bu nedenle "6 aydan sonra anne sütünün hiçbir yararı yok" diyenleri, bilimsel bir kaynak göstermedikleri sürece kaale almam ben.

Aslında çok özel bir konu ama konuşulmadığı sürece tabu haline geliyor, bu nedenle kendi kişisel tecrübemi de paylaşmak istiyorum: 39 aylık kızımı halen emziriyorum. Bu aya kadar hiç ilaç kullanmadı. Boyu ve kilosu hep üst sınırda gitti (elbette bunda genetiğin de payı var, iri bir çocuk). Sakin ve uyumlu bir çocuk. 2 yaş krizi yaşamadı. Vurma, itme, ısırma, kendine zarar verme vs gibi huyları olmadı. Kolluklarını takar, denize atlar, arkasına bakmadan dubalara kadar yüzer; bana bağımlı değil. Evde yalnız bırakıp bakkala gidebilirim, sokakta yalnız bırakıp işimi halledebilirim; korkmaz, çevresine ve kendisine güven duyar.

En azından şunu düşünüyorum: Anne sütünün hiçbir yararı olmasa bile zararı da yoktur, bir insan için en yararlı süt gene bir başka insanın sütüdür. Neticede çocuğa rakı içirmiyorum, "Yeter artık, kes emzirmeyi" şeklindeki mahalle baskısını anlayamıyorum.

Emzirme konusunda modern dünyanın mahalle baskısı altındayız. Şu yazı benim emzirme konusunda gözümü açan, dünya üzerinde başka kültürler ve başka bakış açıları olduğunu hatırlamama yarayan yazıdır: (Yazar: Ruth Kamnitzer; kocası Steve Orta Asya’da Pallas kedileri üzerine bir çalışma yaparken, Moğolistan’ın kırsal kesiminde, geleneksel bir keçe çadırda yaşamıştır. Bioçeşitlilik Korunması üzerine Master derecesi sahibidir ve şu anda Calum ve Steve ile birlikte, İngiltere’de Bristol şehrinde yaşamaktadır. Kaynak: Mothering Magazine, 155 inci sayı, Temmuz-Ağustos 2009; "Breastfeeding in the Land of Genghis Khan"; http://www.naturalchild.org/guest/ruth_kamnitzer.html; Kaynak: http://www.damara-cocuk.com/breast-feeding/11-cengiz-han-diyarinda-emzirmek)

Dominik Cumhuriyeti

Moğolistan’da sık sık söylenen bir söz vardır: ‘en iyi güreşçiler en az altı yıl anne sütü emmişlerdir’. Güreşin milli spor olduğu bir ülkede, bu ciddi bir açıklamadır. İlk çocuğum dört aylıkken Moğolistan’a taşındım ve oğlum üç yaşına gelene kadar orada yaşadım.

Emzirmeye olan yaklaşımın Kuzey Amerika’da hakim olandan tamamen farklı bir yerde oğlumu yetiştirmek, bu işin aslında nasıl olabileceği hakkında bana farklı bir bakış açısı sundu. Moğollar bebeklerini sadece daha uzun süre emzirmekle kalmıyorlar, aynı zamanda bu işi tanıdığım herkesten daha fazla istekle ve daha ulu orta yapıyorlar. Moğolistan’da anne sütü sadece bebekler için veya sadece beslenmekle ilgili değildir. Hele saklanacak bir şey hiç değildir. Anne sütü, Cengiz Han’ın hamurunda olan şeydir.

İlk kez anne olan her kadın gibi, çocuğum olmadan emzirme konusu üzerine çok fazla kafa yormamıştım. Ama oğlum Calum, dünyaya geldikten birkaç dakika sonra memeye yapıştı ve sonraki 4 yıl boyunca onu bırakmamak için direndi. Şanslıydım çünkü emzirmekle ilgili bir sorun yaşamadım- göğüs uçlarım çatlamadı, memelerim nadiren tıkandı (engorjman). Esas  zorluğu zihinsel alanda yaşadım. Bebeğimi ve emzirmenin ikimiz arasında kurduğu bağı ne kadar seversem seveyim, bazı zamanlar emzirmek  bunaltıcı olabiliyordu. Ne ona olan sevgimin büyüklüğüne ne de onun bana - sadece bana, sütüme olan ihtiyacının yoğunluğuna hazırlıklı değildim. Doğumdan birkaç gün sonra, memeye doymayan Calum’u gören Kanada’lı bir hemşire beni ‘ seni canlı bir emziğe çevirmesine izin verme’ diye uyarmıştı. Ben de ağlamasının sebeplerini tek tek gözden geçiriyordum- gazı mı vardı, altı mı ıslaktı, aşırı mı yoksa yetersiz  mi uyarılmıştı?- ve çoğunlukla sonunda kendimi yine onu emzirirken buluyordum. Acaba doğru şeyi mi yapıyorum diye merak etmekten de geri kalmıyordum.

Sonra Kanada’dan, kocamın vahşi hayat üzerine bir araştırmayı yönettiği Moğolistan’a taşındım. Burada çocuklar sürekli, kat kat kalın battaniyelerle sarmalanmış ve postada dağılıvermesinden korktuğunuz paketler gibi iple bağlanmışlardır. Paketlerden biri mırıldanmaya başladığında, ağzına bir meme sokuşturuverirler. Altları sık değiştirilmez ve asla gazları çıkartılmaz. Bir çıngırak tutuşturabileceğiniz eller bile yoktur ortalarda. Kesinlikle karınlarının üstünde vakit geçirmezler. Bebekler en az üç ay boyunca paketli kalırlar ve sesleri çıktığı anda emzirilirler.

Bu, benim için çok ilginç bir durumdu. Kanada’da, üç aylık bebekler çoktan sosyalleşmeye başlarlar, hatta yüzenleri bile vardır. Bazıları ‘kendi kendilerini sakinleştirmeyi’ öğrenirler. Şahsen ben bir bebeğin ağlamasının pek çok nedeni olduğunu ve görevimin de bu nedeni anlayıp gerekli çözümü sağlamak olduğunu sanmıştım. Fakat Moğolistan’da bebekler neden ağlarlarsa ağlasınlar tek bir çözümü vardır: Anne sütü. Ben de  arkama yaslandım ve herkes gibi yaptım.


Namibya

Kanada’da emzirmek hala muallak bir konudur. İşin aslı şu ki, biz emzirmeye alışık değiliz. Emzirme evlerde, bebek toplantılarında ve bazen de kafelerde yapılan bir şeydir. Öyle pek ortalıkta yapılmaz ve emzirildiğimiz zamanlara dair hatıralarımız da yoktur. Çocuk ve anne arasındaki bu özel faaliyet sessizliğe ve kibarca uzaklaşan bakışlara neden olur ve bir çiftin toplum içinde yakınlaşmaları gibi algılanır: bir tabu değildir fakat hafiften sinir bozucudur ve kibarca görmezden gelinir. Hele bir de o sessiz yeni doğmuş melek, yeni yeni yürümeye başlayan ve bütün dünyaya ne yaptığını bildirmek isteyen hareketli bir çocuğa dönüştüğünde, o bakışlar biraz daha hızlıca ve anlamlı bir şekilde başka tarafa çevrilir. Hatta bazen kaşlar bile çatılır.

Moğolistan’da emzirmek beni ‘Annelere Özel’ bir köşeye havale etmek yerine, aksine tam da sahnenin ortasına yerleştirdi. Emzirmenin her yerde ve her  zaman doğallıkla gerçekleştirilmesi ve Moğol’ların yaşadıkları dar alanlar, herkesin iş başında bir meme görmeye alışık olması anlamına geliyordu. Bu işi onlar gibi   yapmam hoşlarına gidiyordu (tabii ki onların yöntemi doğru olan yöntemdi).

Bir parkta emzirdiğimde, anneanneler beni emzirdikleri bir düzine çocuk hakkında anlattıkları hikayelerle eğlendirirlerdi. Bir taksinin arka koltuğunda emzirdiğimde şoförler, yaptığım işi dikiz aynasından onaylayarak Calum’un harika bir güreşçi olacağı konusunda bana garanti verirlerdi. Pazarda yürürken kucağımdaki oğlum emzirmeye başlarsa satıcılar bana tezgahlarında yer açıp, Calum’a sonuna kadar içmesini söylerlerdi. İnsanlar bakışlarını uzaklaştırmak yerine eğilip Calum’u yanaklarından öperlerdi. Bu ilgiye karşılık oğlum memeyi bırakıp onlara dönecek olsa açığa çıkan ve ucundan süt fışkıran memem garip karşılanmazdı. Hiç kimse gözlerini bana dikmez ya da bakışlarını kaçırmazdı- sadece gülerler ve burunlarına bulaşan sütü silerlerdi.


Sudan

Calum dört aylıktan üç yaşına gelene kadar, nereye gidersem gideyim tekrar tekrar aynı şeyi duydum: ‘Emzirmek, bebeğin ve senin için en iyi şeydir.’ İnsanların yaptığım şeyi sürekli onaylaması bana, herkes için önemli olan doğru bir şey yaptığım duygusunu verdi. Toplum tarafından takdir edilmeye her annenin ihtiyacı vardır.

Calum iki yaşına geldiğinde emzirmenin ne kadar faydalı bir şey olduğunu tamamen kavramıştım. Hiçbir şey, anneden gelen bir yudum ılık süt gibi bir çocuğu kolaylıkla uyutamaz, uzun bir araba yolculuğunda yaşadığı sıkıntıyı ortadan kaldırıp kopmakta olan bir fırtınayı çabucak dindiremez. Tembel annelerin en yararlı yardımcısıdır ve ben şahsen bundan maksimum derecede faydalandığımı düşünüyordum. Ancak Moğollar bu işi bir adım öteye götürmüşlerdi.

Uzun Moğolistan kışlarında dışarının acı soğuğundan kaçmak için, bir çok öğleden sonramı arkadaşım Tsetsgee’nin yurdunda (keçe çadır) geçirdim. Bu birliktelikler farklı çocuk yetiştirme tekniklerimizi karşılaştırmamız için çok aydınlatıcıydı. Ne zaman iki yaşındaki çocuklarımız arasında bir oyuncak yüzünden kapışma başlasa, benim ilk tepkim bir yandan başka bir oyuncakla Calum’un dikkatini dağıtmaya çalışırken bir yandan da ona paylaşmanın önemini anlatmaya çalışmak olurdu. Ama bu yöntem biraz zaman alır ve başarı şansı % 50’yi geçmezdi. Calum’un geri adım atmayı kabul etmediği ve gerginliğin patlama noktasına ulaştığı diğer zamanlarda da onu kucaklar, kollarımla sarmalayıp emzirirdim.

Tsetsgee’nin ise farklı bir yaklaşımı vardı. Anlaşmazlığın habercisi ilk homurdanmayı duyduğunda, bluzunu kaldırıp hevesle memelerini sallayarak oğluna ‘ Gel buraya bebeğim, bak annen sana ne verecek!’ diye seslenirdi. Oğlu da gözlerini oyuncaklardan kaldırarak hedefe kilitlenir ve her seferinde paytak paytak memelere doğru giderdi.

Başarı oranı? Yüzde 100!

Altta kalmamak için ben de aynı yöntemi benimsedim. İki anne oturur, müşteri ayartmaya çalışan iki rakip striptizci gibi memelerimizi sallardık. Eğer oradalarsa, büyük anneler ve büyük babalar da eğlenceye katılırlardı. Öyle zamanlarda zavallı çocuklar nereye bakacaklarını bilemezlerdi; bir yanda kendi annelerinin memelerinin güven verici doluluğu, diğer yanda ninelerinin uzun yılların tecrübesiyle sönmüş memeleriyle dedelerinin meme özentisiyle sıkıştırdığı deri parçası. Ne kadar denersem deneyeyim, bir La Leche League toplantısında buna benzer bir görüntüyü hayal bile edemiyorum.

Nepal'de bir aile... Keman çalan baba ve arkasında başı kapalı olmasına rağmen her iki göğsü açık şekilde bebeğini emziren anne...
Brezilya
Kenya, 2011

Kanada’da Calum’un doğduğu küçük kasabadaki doğum öncesi sınıfında, bize emzirme ile ilgili bir video göstermişlerdi. Bu videoda, oldukça sportif görünen İsveç’li bir anne kayak sırasında yürüme çağındaki çocuğunu emziriyordu. Sınıftaki kadınların hepsi ürpermişti; ‘ Tabii ki emzirmek bebekler için harika bir şey ama yürümeye ve konuşmaya başladıklarında...?’ Bu, aşağı yukarı herkesin hemfikir olduğu bir noktaydı. Bense, düşüncelerimi kendime sakladım.

Yeni Moğol arkadaşlarımdan biri bana dokuz yaşına kadar anne sütü emdiğini söylediğinde, şaşırma sırası bendeydi. Şaşkınlıktan ağzım bir karış açık kalmıştı ve önce şaka yaptığını düşündüm. Oğlumun dört yaşına kadar emdiğini hatırlayınca şimdi o katı inançsızlığımdan dolayı utanıyorum.

Moğollarla ‘kendi kendine emmeyi bırakma’ gibi konularda derinlemesine bir konuşma yapmak, dil engeli yüzünden pek mümkün değildi ama ‘zamanı gelince’ terimi üzerinde anlaşılmış bir kural gibiydi. Aynı anda iki çocuğunu (tandem) emziren biriyle hiç tanışmamış olmak beni şaşırtmıştı. Bunun nedeni, doğumlar arasında uzun zaman olması ve çocukların büyük bir kısmının iki ile dört yaş arası emmeyi kendi kendilerine bırakmasıydı.


Kongo, 2008

2005 yılında, UNICEF’in yaptığı bir araştırmaya göre Moğolistan’da çocukların %82’si 12 ila 15 ay boyunca, %65’i ise 20 ila 23 ay boyunca anne sütü almaya devam ediyorlar. Bu durumda bir annenin son çocuğu, emmeye istediği kadar devam ediyor; işte dokuz yaşına kadar emzirilmenin ve eğer halk arasındaki inanış doğruysa, Moğolistan’ın güreşçilerinin şöhretinin nereden kaynaklandığının açıklaması.

Calum üç yaşında ve daha hala yeni doğmuş bir bebeğin iştahıyla emmeyi sürdürürken gün gelip emmeyi kendi kendine nasıl bırakacağını merak ediyordum. Merak ettiğim başka bir şey de, Moğol çocuklarının nasıl olup da emmeyi  kendi kendilerine bıraktıklarıydı. Bazı anneler çocuklarının emmeye olan ilgilerinin kesildiğini söylediler. Diğerleri ise, çocukların yaşıtlarının baskılarının etkili olduğunu söylediler. (Moğol gençlerinin, aynı  Kanada’lı çocukların biri birleriyle ‘ana kuzusu’ diye dalga geçtikleri gibi, ‘anneciğinin memesini mi istiyorsun?’ diye birbirlerine takıldıklarını duymuştum.)  Giderek daha çok annenin çalışmak zorunda kalması çocukların memeden normalden daha hızlı kesilmesine sebep oluyor. Genelde çocuklar, yaz aylarını büyük anne ve büyük babaları ile kırsal kesimlerde geçirirken, anneler şehirde kalıp işe gidiyorlar ve bu uzun ayrılık sırasında annenin sütü azalıyor. Şimdi 20 yaşında olan arkadaşım Buana bana, altın madalyalık emme kariyerini şöyle açıkladı; ‘ Ben köyde, bir yurtta büyüdüm. Annem bana hep emmemi, bunun benim için iyi olduğunu söylerdi. Dokuz yaşındaki bütün çocukların benim gibi emdiğini sanırdım. Sonra okula başladığımda emmeyi bıraktım.’ Hikayesini anlattıktan sonra gözlerinde yaramaz bir ifadeyle bana baktı ve ekledi ‘Ama bazen hala emmek hoşuma gidiyor’.

Bense, memeden kesmeyi kafamda şöyle canlandırmıştım; Emzirmeler kısalacak ve gitgide azalarak tamamen bitecekti. Böylece sütüm kesilecek ve bu da işin sonu olacaktı. Bar kapanacaktı!

Moğolistan’da işler böyle yürümüyor. Arkadaşım Naraa ile emzirme üzerine konuşurken, o zaman altı yaşında olan kızının ne zaman emmeyi bıraktığını sordum. ‘Dört yaşında’ dedi. ‘Çok üzülmüştüm ama artık emmek istemiyordu.’ Sonra Naraa bana, daha bir hafta önce kızının köyde geçirdiği uzun bir tatilden döndükten sonra, emmek istediğini söyledi. O da kendini emzirmek zorunda hissetmiş. ‘Sanırım beni çok özlemişti ve bu hoş bir duyguydu. Tabii hiç sütüm kalmamıştı ama kızım buna aldırmadı.’ dedi.


Alaska, 1903 yılı

Ama eğer sütten kesilmek, bir daha asla anne sütü içmemek demekse, Moğollar asla tamamen sütten kesilmiyorlar. Beni Moğolistan’da en çok şaşırtan şey de bu oldu. Eğer bir kadının memeleri sütle doluysa ve bebeği yakınlarda değilse, gayet doğal bir şekilde aile fertlerinden birine, hangi yaştan veya cinsiyetten olursa olsun, emmek isteyip istemediklerini sorar. Kadınlar genellikle kocaları için bir tas süt sağarlar veya isteyen içsin diye sağdıkları sütü buzdolabına bırakırlar.

Hepimiz kendi sütümüzün tadına bakıp, denemeleri için kocalarımıza da biraz vermişizdir, hatta bazı acil durumlarda kahvemize kendi sütümüzden bile koymuşluğumuz olabilir. Yine de hiç birimizin bunu sık sık yaptığını sanmıyorum. Ama sorduğum her Moğol bana, anne sütü içmeyi sevdiğini söyledi. Onların kültüründe anne sütünün değeri o kadar bilinen, o kadar kemikleşmiş bir şeydir ki, sadece bebekler için olduğu düşünülmez. Anne sütü tıbbi amaçlarla da kullanır, her derde deva olsun diye yaşlı insanlara verilir, göz enfeksiyonlarının tedavisinde de kullanılır ve denildiğine göre göz akını daha ak ve rengini daha  derin yapar.

Fakat bence esas olarak Moğolların anne sütü içmelerinin sebebi, tadını sevmeleri. İş yerinde sütünü pompalayan ve süt biberonunu iş yerinin buzdolabına koyan batılı bir arkadaşım, birgün biberonun yarısının içilmiş olduğunu görmüş ve bana gülerek ‘Sadece Moğolistan’da iş arkadaşlarımın benim sütümü içtiklerinden şüphelenirim’ demişti.



Başka bir kültürde yaşamak insanı hep kendi kültürünü sorgulamaya iter. Kanada’da, oğlumu ilk yaşlarında emzirmenin nasıl bir şey olacağı konusunda hiçbir fikrim yok. Moğolistan’da emzirme ile ilgili olumlu görüşlerin bolluğu ve Moğolların toplum içinde emzirmeyi yürekten desteklemeleri beni tamamen büyüledi ve bana çocuğumu doğal olduğuna inandığım şekilde yetiştirme özgürlüğünü verdi. Fakat emzirme konusunda pratiklerimiz, ne kadar süre boyunca ve ne sıklıkta emzirdiğimiz arasındaki küçük  farklara ek olarak, çocuklarımızı yetiştirme tarzlarımız arasında da temel farklar olduğu kanaatine vardım.

Kuzey Amerika’da bağımsızlığımız o kadar önemli ki, bu yaptığımız her şeyi etkiliyor. Sürekli bebeğimizin ne yediğini ve emzirmeyi günde kaça indirdiğimizi konuşuyoruz. Bu soruları soran siz olmasanız bile etkilerinden kaçamıyorsunuz. Piyasada, çocuğunuzun kendini eğlendirebilmesi ve size daha az ihtiyaç duyması için tasarlanmış o kadar çok şey var ki, mesaj ortada. Ama Moğolistan’da emzirmek bağımlılık anlamına gelmiyor ve emzirmeyi kesmek de bitiş noktası değil. Onlar, bir gün çocuklarının büyüyeceğini biliyor- hatta beş yaşında ortalama bir Moğol çocuk, yaşıtı batılı bir çocuktan çok daha bağımsızdır, ister emzirilmiş ister emzirilmemiş olsun. Yani memeden kesmek için aceleye gerek yok!




Oğlumu Moğolistan’da yetiştirmiş olmamın belki de en güzel tarafı, bir şeyi yapmanın bin tane yolu olduğunu görmüş olmamdı. Ve bunlardan herhangi birini seçebilirdim. Oğlumu emzirdiğim bütün o zaman boyunca farklı sorunlarla uğraşmak zorunda kaldım ve kendi tarzımı oluşturmaya çalışırken birçok fikri ve yöntemi seçip bir o kadarını da bıraktım. Calum’u bu kadar uzun ve bu kadar çok emzirdiğim için mutluyum - tam dört yıl. Sanırım anne sütü oğlum için en iyi şeydi ve bu tecrübenin hem onun kişiliği hem de bizim ilişkimiz üzerinde kalıcı bir etkisi olacağına eminim.

Ayrıca olimpiyatlarda güreş dalında altın madalyayı alıp bana teşekkür edeceği günü bekliyorum.

Not: UNICEF Çocukinfo,’ Çocuk ve Kadınların Durum Denetimi: Bebek ve Küçük Çocuk Beslenmesi (2000-2007)’ (Ocak 2009): www.childinfo.orglbreastfeeding_countrydata.php

Bir de emzirmeyi sonlandırmam için yapılan mahalle baskılarını ve ben cevap vermesem de o esnada içimden geçenleri anlatayım tek tek:
Emzirmenin belli bir yaştan sonra faydası yok, çünkü artık modern dünyada anne sütünden elde edilen tüm vitamin ve mineraller yiyeceklerden karşılanabiliyor.

E, aynı mantıkla elma da yemeyelim. Zira elmadan elde edilecek tüm vitamin ve mineralleri de başka gıdalardan elde etmek mümkün. Neden elma yiyoruz ki o zaman? 

Ayrıca bu ifade anne sütünün bağışıklık koruması yerine, modern dünya ilaçlarının yeterli geldiği fikrini de kapsıyor sanırım. Yani anne sütü vermeme gerek yok, çünkü çocuk hasta olursa antibiyotik kullanabilirim artık modern çağda. Peki, ben çocuğuma antibiyotik kullandırmak istemiyorsam?


Meme emen çocuk az yemek yer.

Bir çocuğun az yemek yemesi ile emiyor olup olmamasının doğrudan ilgisi yoktur. Eğer çocuk iştahsızsa az yer. Az yemek yiyen bir çocuk eğer meme emiyorsa, kendisi için gerekli vitaminlerin çoğunu almaya devam eder. Peki ya çocuğunuz hastalık, diş çıkarma vs gibi sebeplerle az yiyorsa ve emmiyorsa, kendisi için gerekli vitaminleri nasıl alacak? Yapay vitamin takviyesi mi vereceksiniz? Yemesi için zorlayacak mısınız? 


2 yaşından sonra çocuğun bağışıklık sistemi tamamen gelişmiştir ve artık anne sütüne ihtiyaç yoktur.

Bu görüşü doğrulayan hiçbir araştırma bulamadım ben. Aksini vurgulayan araştırmalar ise var. Çoğu araştırma bağışıklık sisteminin tam olarak ancak 6-8 yaşında, bazıları ise ancak 12 yaşında gelişimini tamamladığını  söylüyor. 2 yaşından sonra da meme emmeye devam eden çocuklarda diyabet, obezite, alerji de dahil olmak üzere pek çok hastalığa yakalanma riskinin daha düşük olduğu da ispatlanmıştır. Kaldı ki anne ile birlikte hasta olan çocuğun ilaç kullanmasına gerek kalmayacak şekilde, anne sütünden gerekli antikorları aldığı da bir gerçektir. Ayrıca diyelim ki çocuğun bağışıklık sistemi 2 yaşında gelişimini tamamlamış olsun. Yetişkin insanlar bile bağışıklıklarını kuvvetlendirmek için C vitamini vs gibi takviyeler alırken, çocuğun bağışıklığını kuvvetlendirmek için anne sütü almasının hiç mi yararı olmayacak?


18. aydan sonra çocuk emmeye devam ediyorsa, aslında sorun annededir, anne emzirmeye bağımlı olmuştur. (en çok duyduğum üstü kapalı eleştiri)

Uzun süre emziren anneler bilir ki çocuk kendi kendine emmeyi azaltır ve/veya bırakır. Meme emmek istemeyen bir çocuğu zorla emzirmek ise imkansızdır. (http://en.wikipedia.org/wiki/Breastfeeding)

Hz. Meryem tasviri

Uzun süre meme emen çocuk anneye bağımlı olur.

Çevremde benimle aynı zamanlarda doğum yapan çok arkadaşım var. Hiç emzirmemeyi tercih edenler olduğu gibi, tavsiye edilen dönemde 12-18 ay arasında bırakanlar da oldu, 24 ay kesintisiz emzirip sonra birden sonlandıranlar da oldu. İstisnasız hepsinin çocuğunda tensel temasla ilgili bir gariplik var. Birisi fallik döneme çok erken girdi, henüz 1,5 yaşında iken dedeye aşırı düşkünlük ve kıskançlık tepkileri veriyordu. Diğeri annesinin geceliğini altına girip cenin pozisyonunda annesinin çıplak tenine yapışarak uyuyor. Bir diğeri annesinin memesini ellemek istiyor, elleri annesinin memesinin arasındayken uyuyor. Bir diğeri annesinin memesini ellemek istiyordu, annesi rahatsız olunca kendi meme ucu ile oynamaya başladı. Tırnak yiyenler, battaniye ya da uyku arkadaşı olmadan uyumayı reddeden ve korkanları ise saymıyorum bile, vakayı adiye...

Bence tercih meselesi; benim kızım uyku arkadaşı yerine bana sarılıyor, mememi elleyerek uyumak yerine günde bir defa 2 dakika emiyor. Tırnak yeme, saldırganlık, kıskançlık gibi aşırı tepkileri yok. Bu sene kreşe başladı. Ağlatmadım, alışmasına müsaade ettim. Hiç ağlamadan kendi isteği ile gidiyor yuvaya, bana herhangi bir bağlanma tepkisi vermiyor.

Ayrıca Freud'un bu tezini ileri sürerken uzun süre emzirilen bebeklerden mi, yoksa aşırı emzirilen bebeklerden mi bahsettiğini de tam anlayamadım (http://www.psikoloji.gen.tr/freud/index_dosyalar/oral.htm). Eğer Freud uzun süre emen bebeklerden bahsediyorduysa bile yaşadığı ülke ve dönemi göz önüne alarak, bu konuda yeteri miktarda araştırma yapmış olamayacağını düşünüyorum. 

Zaten oral dönem 0-12, bazı kaynaklara göre de 0-18 ay arası sürüyormuş. Dolayısıyla 24 ay emziren bir anne zaten oral dönem riskini almış demektir. O nedenle ben de riski aldım, ileride oral döneme takılırsa fazla yemek yeme, alkolik olma gibi riskleri varmış. Yok eğer oral dönemi başarılı bir şekilde tamamlarsa, kişilik özellikleri aşırı bağımlılık ya da kıskanma duyguları olmadan, diğer insanlara verebilme ve onlardan alabilme özelliklerini içerir. Böyle kişiler kendilerine olduğu gibi diğer insanlara da güvenir ve onlardan destek alabilirler. Ömrüm olursa sonucu bildiririm :)


Emzirme fallik döneme gelmeden tamamlanmalıdır.

Bu konuda Freud'un da bir açıklamasını bulamadım. Neye dayanılarak söylendiğinden tam emin değilim. Ama sorun cinsel gelişiminin olumsuz etkileneceği noktasında ise benim tavrım zaten baştan belli. Ben, günümüz modern cinsel kimlik vurgularına olumsuz yaklaşıyorum. Erkek gibi kızlar ve ağlamayı bilen oğlanlar yetiştirmeye istekliyim. Bu dönemle ilgili bir olumsuzlukla karşılaşırsam ve ömrüm de vefa ederse, bunu da paylaşırım :)

Şaman

Yazının içerisinde pek çok fotoğraf paylaştım. Özetle söylemek istediğim şu: Yıllardır pek çok kültürde çocuklar uzun, uzun, çok uzun süre emziriliyorlar. Dünyanın bugünkü berbat hale sürüklenişi çocuklarını uzun süre emziren kültürler nedeniyle mi olmuş, memeyi cinsellikle bağdaştıran ve emzirmeden uzaklaşan çağdaş (?) toplumlar nedeniyle mi olmuş bir daha düşünelim. Üstelik bu insanların hepsi de uzun süreli meme emme nedeniyle de ruhsal bozukluklara mı sahiptiler, sahipler? "Bizim kültürümüz onlarınkinden farklı" diye düşünebilirsiniz. O zaman bir üst nesile sormak lazım. Annesi babası ya da ninesi dedesi 3-5 yaşına kadar emzirilen pek çok kişi bulabilirsiniz çevrenizde. "Bizim kültürümüz" derken, annemizin kültüründen mi yoksa şehirleşen bizlerin kültüründen mi bahsediyoruz?

Bizler hayvanız. Her birimiz memeli birer hayvanız. Kabul etmek istesek de, istemesek de... Memeler, yavrularımızı doyurmaya yarıyor. Her birimizin içgüdüleri var. Eğer bir bebeğin içgüdülerini zorla susturmazsak, her bebek emmeyi sonlandırmak için kendisi için uygun zamanı bilir.

Tibet

Zanzibar

Burkina Faso

Uganda
Mozambik

Pasifik Adası

Tibet

U
Uganda

Uganda

Yeni Gine


Yaban Mersinini Nasıl Tanırız?

$
0
0

İstanbul'da bir yaban mersini furyası başlamış. Ama mersingillere o kadar yabancıyız ki tüm mersin türlerini birbirine karıştırıyormuşuz. En son ben de karıştırınca oturup araştırdım. Sanırım artık yaban mersini konusunda kolay kolay yanılmam :)

Türkiye'de 3 tür mersin satılıyormuş (http://beta.eksisozluk.com/entry/27710001):  memlekette 3 değişik tür meyve yaban mersini adıyla satılıyor. şekerlenerek kurutulmuş kırmızı yemişin adı aslında turna yemişi ve amerika kökenli; baharatçıların sattığı kekremsi yemişler bildiğiniz mersin ki kendisinin kültüre alınıp ballanmışına biz güneyde hambeles diyor ve çok seviyoruz; sonuncusu ise kuzey iklimlere has, bizde de karadeniz bölgesinde bolca bulunan gerçek yaban mersini.
Yukarıdaki resimde görülen meyve İstanbul'da kilosu 20-30 liradan satılan, yaşı kurusu pek bir pahalı olan yaban mersini, yani mavi yemiş (http://tr.wikipedia.org/wiki/Yaban_mersini). İngilizcesi mavi yemiş karşılığı "blueberry" (http://en.wikipedia.org/wiki/Blueberry).

Akdeniz bölgesinde doğal olarak yetişen ve kilosu 3-4 liradan satılan bir diğer mersin türü ise "adi yaban mersini" (vaccinium myrtillus). Bu bitkinin yabani olanına yabani mersin, aşılı olanlarına ise mersin deniyormuş (http://tr.wikipedia.org/wiki/Mersin_%28bitki%29). Yabani olanın siyaha çalan koyu mavi bir rengi var, ıslah edilmiş olanlar ise önce beyaz, giderek pembeleşiyor. İngilizcesi "bilberry" (http://en.wikipedia.org/wiki/Bilberry). Antakya yöresinde hambeles diye biliniyormuş (http://dogaguncem.wordpress.com/2010/11/15/hambele/).

Sağdaki ıslahlı olan türü yani mersin, beyaz renkli, olgunlaştıkça kararıyor, tadı diğerine göre daha tatlı. Soldaki siyah görünen ise yabani mersin, Akdeniz'de doğal olarak yetişiyor.
Blueberry yusyuvarlak, bilberry'ler ise oval. Karpuzla, kavun gibi :)

Blueberry'nin sap kısmı dışarı doğru açılıyor, bilberry'lerin ise içerlek.
Bir de yabanmersini kurusu diye kırmızı bir kuru meyve satıyorlar. Mavi bir yemiş nasıl oluyor da kuruyunca kırmızı oluyor, diye sorunca da, "oluyor işte" diyorlar. Meğer o kuru ve kırmızı olan meyve mersingillerden bir diğeri olan turna yemişiymiş (http://www.faydalarineler.com/turna-yemisinin-fayfalari/). İngilizcesi cranberry imiş (http://en.wikipedia.org/wiki/Cranberry). Kuşburnu meyvesie benzeyen, oval ve kırmızı bir mersin türü.

Turna yemişi (cranberry)

Bu da kurutulmuşu.

Bu mersingillerden her birinin faydası ayrı ayrıymış. Ayrıca kurutulmuş olanı da şekerlendirilerek kurutuluyormuş, bu nedenle yerken dikkatli olmak lazımmış (http://beta.eksisozluk.com/turna-yemisi--2238963).

Bu konuda bir yazıyı da olduğu gibi kopyalıyorum (http://www.haberler.com/bilincsizce-tuketilen-yaban-mersini-sagligi-tehdit-haberi/):

Şifalı bitkiler piyasasında yaban mersininin bilinçsizce tüketildiği belirtiliyor. Yaban mersini meyvesinin turna yemişi (Cranberry), mavi yemiş (Blueberry), kekre yemişi (Lıngonberry), çoban üzümü (Bılberry) ve çay üzümü ( Caucasıan Whortıleberry) çeşitlerinin bulunduğunu belirten bilim adamları, bunların birbirlerinden ayrı özellikte ve farklı hastalıklarla mücadelede etkili olduklarına dikkat çekiyor. Bu konuda vatandaşların yeterli bilgiye sahip olmadığını dile getiren Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Ziraat Fakültesi Bahçe Bitkileri Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Hüseyin Çelik, yaban mersini talep edilince kurutulmuşu yapılan turna yemişinin alındığını söyledi. Doç. Dr. Çelik, yaban mersininde çeşit ayrımı yapılmadan tüketilmesinin sağlık açısından tehlike olduğunu kaydetti. Yaban mersini adıyla satılan 5 farklı türün tüketimine dikkat edilmesi gerektiğini ifade eden Doç. Dr. Hüseyin Çelik, bu türler arasında kurutulup tatlandırılarak satılan tek üzümsü meyvenin turna yemişi olduğunun altını çizdi. Hafıza kaybı, görme rahatsızlıkları ve görme bozukluklarına mavi yemişin iyi gelmesine karşın turna yemişi tüketildiğini bildiren Doç. Dr. Çelik, "Eğer gözlerinizdeki görme kayıpları şekerden kaynaklanıyorsa ve şeker probleminiz de varsa yapay olarak tatlandırılmış turna yemişi yenirse körlüğe davetiye çıkarılmış olunabilir. Bu meyveler gibi bir çok meyve de literatürde yaban mersini olarak geçiyor. Bu yanlıştır. Her meyvenin farkı kimyası olup farklı hastalıklara iyi gelmektedir. Vatandaşların buna dikkat etmesi gerekmektedir.'' dedi. Bu konuda Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı'nın da sorumluluğu bulunduğunu vurgulayan Doç. Dr. Çelik, bu meyve türlerinin tarımı için standartlar oluşturması, tescil işlemlerini tamamlaması, bu türlerin fidanları için teknik şartnameleri ortaya koyması ve ithalat-ihracat poz numaralarının oluşturulması gerektiğini sözlerine ekledi. Halk arasında birbirine karıştırılan yaban mersini türlerinden mavi yemiş, antioksidan içeriği en yüksek meyve olarak biliniyor. Gece körlüğü, gözlerde kamaşma, görme bozuklukları, taze olarak yenildiğinde kanı temizleme, kan şekeri ve kolesterolü düşürme, ağız içi yaraları iyileştirme, damar sertliğini azaltma, damar tıkanıklığını önleme, kalp krizi riskini azaltma, yaşlanmayı engelleme ve hafıza kayıplarını önlemeye yarıyor. Sodyum içermeyip kalori miktarı az olan mavi yemiş, A vitamini, C vitamini, potasyum, kalsiyum ve fosfor içeriği bakımından yüksek olup idrar yolu enfeksiyonlarında antibiyotik özellik gösteriyor. Ayrıca ishali, ülseri, kabızlığı ve mide bulantısını da önlüyor. Vitamini içeriği yüksek turna yemişi ise idrar sistemi enfeksiyonlarında anti bakteriyel etki gösteriyor. Tıbbi olarak antibakteriyel ve diüretik olarak değerlendirilen meyve, romatizmayı, yatak ıslatmayı, mesane kasılmasını, iştah kaybını, gut hastalığını ve boğaz yanmasını engelliyor. Özellikle beyin hücrelerindeki zararı önleyen turna yemişi, beyni sinirsel hasarlara karşı koruyup felç riskini azaltıyor. Çekirdeklerinden elde edilen yağda bol miktarda omega-3 bulunan yemiş, böbrek ve pelvik iltihaplarını önlüyor, askorbik asit eksikliğini ve ilkbahar yorgunluklarını gideriyor, mide ve on iki parmak bağırsak ülserlerine karşı koyuyor. (CİHAN)


Ocak Ayında Ne Yenir?

$
0
0

Kadınların alışverişe düşkün olduğu iddia edilir. Bense hiç hoşlanmam. Nedenini sanırım buldum. Bkz. şu teori :) (http://beta.eksisozluk.com/entry/31238992):

genellikle erkeklerin hiç hoşlanmadığı, can sıkıcı bulduğu, günümüz kadın-alışveriş ilişkisinin, türümüzün avcı toplayıcı dönemlerinden kalma bir genetik mirastan kaynaklanıyor olabileceği. zira bu dönem, kadınların çoğunlukla toplayıcı rol alması, topladığı nesneleri, besinleri, bitkileri, mantarları, zehirli, zehirsiz, lezzetli, lezzetsiz gibi gruplandırmak zorunda kalması ve bu durumun zamanla cinsi, detaycı, kılı kırk yaran bir yapıya büründürmesi. ayrıca toplayıcılar buldukları zengin kaynaklara tekrar ulaşabilmek için çevreyi de ayrıntılı incelemek, birbirlerine çok benzeyen ortamları detaylara inerek ayırabilmek zorundaydılar. ki bu durum, günümüzde, labirent deneylerinde, neden kadınların erkekler üzerine ezici bir üstünlük kurduklarını da açıklar niteliktedir. oysa erkek cinsi çoğunlukla çevrede yaygın bulunan bir avı yakalamak üzere yola çıkıyordu. en olası, en çok yaklaşabildiği avı avlamaktı amaçları, seçerek oyalanma şansları yoktu. işte bu yüzden erkekler bir markete girdiklerinde, kadınların aksine, alıp çıkma eğilimindedirler:)

Eğer bu teori doğruysa ben her hafta pazarda toplayıp evime doldurma içgüdümü fazlasıyla tatmin ediyorum. Kendimden geçiyorum sebzelerin, meyvelerin arasında. Onu da alayım, bunu da alayım derken, işte bu hafta yaptığım alışverişin sonucu yukarıda :)

Pazar alışverişlerini aylara bölmeye karar verdim. Bakalım bu ay tezgahta neler varmış:

  • Sebze: Kereviz, lahana, brüksel lahanası, karnabahar, brokoli, pırasa, ıspanak, pazı (yavaş yavaş tezgahlarda görünmeye başladı), balkabağı, çintar mantarı
  • Salata olarak: Kırmızı lahana, yeşil salata (kıvırcık, göbek, marul), bayır ve fındık turpları, havuç, dereotu, maydanoz
  • Meyve:Elma, portakal, armut, ayva, greyfurt, mandalina, ayva, muz (yeni yeni çıkıyor), nar ve avokado bitmek üzere, tatlı nar bu hafta bitti buralarda.
  • Baklagiller: Kurutulmuş bezelye, kuru fasulye, kurutulmuş taze fasulye, nohut, kırmızı ve yeşil mercimek, bakla, börülce, kuru mısır, barbunya
  • Tahıllar: Buğday, yulaf


      Çorbalar:

Kışın ağzına çorba sürmeyen kızım artık sıcak sıcak çorbaları içiyor. Bağışıklığımızı güçlü tutmak için çorba içmemiz gerekiyor. Bu ayın çorbaları:
  • Buğday aşı çorbası: Buğdaylı, nohutlu, mısırlı, kuru naneli (dövük çorbası da denir)
  • Yayla çorbası
  • Mercimek çorbası: Havuçlu, patatesli, kerevizli, bol soğan ve sarımsaklı, kimyonlu
  • Ezogelin çorbası: Mercimek çorbasının içine bulgur ya da pirinç katıyoruz.
  • Tarhana: Sarımsaklı, yeşil biberli, naneli ve bazen kıymalı
  • Borş çorbası: Lahana, pancar, havuç ve defne yapraklı
  • Sebze çorbaları: Bezelye çorbası, havuç çorbası, mantar çorbası, balkabağı çorbası, karışık sebze çorbası (patates, soğan havuç, pırasa ve bir de baklagil), brokoli çorbası
  • Tavuk suyu çorbası: Havuçlu, şehriyeli, bazen de terbiyeli düğün çorbası şeklinde
  • Baklagil ve tahıl karışım çorbası
       
      Yemekler: 
      Ben de yazın pek fazla baklagil yemesem de (bezelye hariç), kışı gelince baklagillere dadanıyorum.
    • Nohutlu, ekşili köfte (çorba mı, yemek mi tam karar veremedim)
    • Erişteli yeşil mercimek  (çorba mı, yemek mi tam karar veremedim)
    • Ispanak: Bol havuçlu (havuç şekerli bir tat katıyor)
    • Pazı dolması, lahana dolması
    • Kapuska: Havuçlar rende olacak ve ince lahanalar ince kıyılacak
    • Pırasalı börek, ıspanaklı börek
    • Zeytinyağlı, havuçlu pırasa
    • Zeytinyağlı kereviz
    • Zeytinyağlı barbunya pilaki
    • Brüksel lahanası kavurması
    • Kıymalı karnabahar
    • Bakla denlisi: Kurutulmuş taze fasulye ve bulgur
    • Nohut, kuru fasulye, mercimek
    • Mantar sote: Tavuklu olabilir
    • Tavuklu pilav: Kışla birlikte tavuk yemeye başladık.

     Salatalar:
    • Cevizli kereviz salatası
    • Yoğurtlu havuç salatası
    • Buharda brokoli, zeytinyağı ve limon ile
    • Zeytinyağı ve sirkeye yatırılmış kırmızı lahana
    • Karışık salata: Bol nar ekşisi, nar ve ceviz ile
    • Göbek, kıvırcık, marul salatası: Hepsinin de göbeğini kızın çıtır çıtır yer, onlar salataya eklenmez :)
    • Havuç ve turp salatası: Zeytin ile birlikte
    • Piyaz: Bol soğanlı, tatlı acı biberli, sirkeli ve ana yemek olarak haşlanmış yumurta ile yenebilir.             

    Tatlılar:
    • Balkabağı tatlısı
    • Sütlaç, Fırın Sütlaç
    • Su muhallebisi
    • Kuruyemiş ve kuru meyveler
    • Çaylar: Kuşburnu, adaçayı veya keçi boynuzu çayı.

    Geçen sene Ocak ayı için girdiğim yazılar da burada:
    http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2011/12/ocakn-1-haftas-pazarda-neler-var-bu.html
    http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2012/01/ocakn-2-haftas-pazarda-neler-var-bu.html
    http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2012/01/ocakn-2-haftas-pazarda-neler-var-bu_15.html 
    http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2012/01/ocakn-4-haftas-pazarda-neler-var-sar.html


      Bulaşık Makinesinde Kimyasal Deterjan Yerine Ne Kullanılabilir?

      $
      0
      0

      Bulaşık makinesinde deterjandan başka bir ürün kullanmak isteyince çok eleştiri almıştım. Efendim, makinelerin karmaşık çalışma prensiplerine uygun deterjanlar ancak fabrikalarda üretilebilirmiş filan falan...

      Bakın şu karmaşık (!) bulaşık makinesi nasıl çalışıyor (http://home.howstuffworks.com/dishwasher.htm)

      1. İçine su alıyor.
      2. En alttaki yuvarlak bölgede bulunan elektrikli tesisat ile suyu ısıtıyor.
      3. Otomatik olarak deterjan kapağını açıyor. Deterjan sıcak suyun içine dökülüyor.
      4. Üst rafın altında ve en altta bulunan pervaneler yardımı ile deterjanlı sıcak suyu bulaşıklara püskürtüyor.
      5. Kirli suyu akıtıyor.
      6. Bulaşıkların üzerine bu sefer temiz su püskürterek durulama yapıyor.
      7. Durulama suyunu boşaltıyor.
      8. İçindeki havayı ısıtarak, buharlı kurutma yapıyor.

      Elde yıkamaktan ne farkı var şimdi bunun?


      Ben 5-6 senedir bulaşık makinesi tuzu yerine limon tuzu kullanıyorum. Henüz makinemde hiçbir sorun olmadı. Zaten limon tuzu kireç çözüdür. Siz de gözünüzle etkisini görmek istiyorsanız kireçlenmiş çaydanlık yada elektrikli su ısıtıcısına su ve limon tuzu koyup kaynatın, kireçlerin nasıl çözüldüğünü ve aletin pırıl pırıl olduğunu göreceksiniz. Hatta soğuk buhar makinesi kullanıyorsanız, onda da aynı işlemi uygulayabilirsiniz. E, bulaşık makinesi tuzunun asli işlevi de kireç çözmek olduğuna göre, neden onun yerine limon tuzu kullanmayayım?

      Parlatıcı olarak da sirke kullanıyorum. Parlatıcı durulanmadığı için bulaşıkların üzerinde kalıyor ve bu nedenle özellikle parlatıcının doğal ve yenilebilir bir madde olması çok önemli. Parlatıcının tek işlevi, camların mat görünmesini engelleyen cam cilasını korumak. Sirke de bu işlevi gayet iyi yerine getiriyor. Sık yıkamada camların cilası zaten çıkar bir süre sonra. Parlatıcı kullansanız da çıkar, sirke kullanınca da çıkıyor. Ama arada herhangi bir süre farkı yok. Yani sirke, kimyasal parlatıcılardan daha az korumuyor kesinlikle. Ayrıca her ihtimale karşın daha sık kristal bardak kullanmaya başladım. Kristallerde cila mı yok, nedir; bilmiyorum ama kristal her şekilde pırıl pırıl parlıyor. Benim makinemde sirke koku da yapmıyor. Ama eğer üzüm sirkesinin kokusunu duyar ve rahatsız olursanız, daha az kokan elma sirkesini deneyebilirsiniz.

      Makinenin tuz gözüne limon tuzu, parlatıcı gözüne de sirke doldurduktan sonra geriye kaldı bulaşık deterjanı gözü... Onun için de çeşitli karışımlar denedim. Ama hepsi de matlık yaptı... Bir de ben öyle deterjan imalatı ile zaman harcayabilecek bir tip değilim. En sonunda şunda karar kıldım:

      Bulaşıkları eskiden sudan geçirmez, doğrudan makineye atardım. Şimdi bulaşıkları önceden sudan geçiriyorum. Ki sanırım dünya üzerindeki tüm kadınlar, bulaşık makinesi kullansınlar kullanmasınlar, bu ön sudan geçirme işlemini yapıyorlar zaten. Sudan geçirirken ellerim suya değmesin diye İKEA'dan bulaşık fırçası aldım. Başka yerlerde de satılıyor bu tür fırçalar.

      Eğer hakikaten dibi tutmuş bir şeyler varsa çok çok nadiren telle de ovalıyorum. Sonra da makinenin deterjan gözüne limon tuzu dolduruyorum. Eğer tencere, tava filan çok aşırı yağlı şeyler varsa belki bir avuç da makinenin içine limon tuzu atıyorum. Ve hepsi bu kadar...

      Eğer bulaşıklar çok yağlıysa yüksek ısıda çalıştırıyorum. Bir sene Rusya'da, Rus bir ailenin yanında yaşadım ben. Orada bulaşık deterjanı hiç kullanılmaz. Bulaşıklar yüksek ısıda akan suyun altına sokulup, çıkarılmak suretiyle yıkanır. Bulaşık deterjanı kullanmak zorunda olduğumuz fikri nedense bizim beynimize işlemiş, aksini düşünemiyoruz. Aslında yüksek ısıda su bile yeterli yemek bulaşığını yıkamak için.

      Eğer bulaşıklar çok da yağlı değilse, zaten de ön sudan geçirme de yaptığım için, bardak yıkama programında, 35 derecede yıkıyorum. Ki aslında bir insan elinin dayanabileceği maksimum sıcaklık zaten 40 derece. Dolayısıyla bulaşık makinesi yokken, yani bundan 20 sene evveline kadar zaten bulaşıklar elde ve en fazla 35 derece sıcaklıkta yıkanıyorlardı. Bardak programı çok da kısa olduğundan, elektrik sarfiyatı da az oluyor.

      Senelerdir bulaşık makinesi tuzu ve parlatıcı kullanmıyorum. Hiçbir sorunla karşılaşmadım, makinem hala pırıl pırıl yıkıyor, herhangi bir arızası da olmadı. 6 aydır da deterjan yerine limon tuzu koyuyorum. Tavsiye ederim...



      Limon tuzu nedir? Sitrik Asit:
      http://beta.eksisozluk.com/limon-tuzu--73373?p=1
      http://www.genetikhastaliklar.com/sifali-bitkiler/limon-tuzunun-faydalari.html
      http://en.wikipedia.org/wiki/Trisodium_citrate
      http://tr.wikipedia.org/wiki/Sitrik_asit
      http://www.merakname.com/sitrik-asit-nedir/

      Yazıma gelen sorular oldu, hemen onları cevaplamak isterim:
      1. Pahalı değil mi? Ben kilo ile alıyorum. Kilosu 40 TL. Yarım kilosunu 2 aydan fazla süre kullanıyorum sanırım. Ki ben her gün çalıştırıyorum makineyi.
      2. Arapsabunu veya boraks ve karbonat karışımı kullansak olur mu? Her makinede farklı sonuç veriyor olabilir gerçi ama benim makinemde limon tuzu haricindekilerin hepsi camlarda matlık ve/veya metallerde su izi yaptı. Ayrıca arapsabununda kostik var, sık kullanılmasa iyi olur. Boraks zaten tehlikeli bir madde, çocuklu evde bulunmasa daha iyi olur. Ben yenilebilirürünleri kullanmayı terci ediyorum.
      3. Makine bozulmuyor mu? 5-6 senedir tuz yerine limontuzu, parlatıcı yerine de sirke kullanıyorum. Makinem hala taş gibi. Deterjan yerine limon tuzu kullandığım son 6 aydır da herhangi bir sorunla karşılaşmadım. Karşılaşsam da önemli değil ayrıca. Tamir ettiririm, yedek parçasını değiştiririm; olur biter. Yeter ki bende sağlık sorunu olmasın. Makinenin bozulacağı şeklindeki ifadelerin şehir efsanesi olduğunu ve kimilerinin işine geldiğini düşünüyorum
      4. Limon tuzunu makinenin neresine koyuyorsun? Bulaşık makinesi tuzu yerine kullanıyorum ve her yıkamada deterjan gözüne koyuyorum.
      5. Limon tuzu dediğimiz, turşu tuzu mu? Evet, turşu yapımında da kullanılıyor. Ama turşu tuzu ile kastedilen kaya tuzu filansa, hayır, limon tuzu, normal tuzdan farklı. Yukarıdaki linklere bakabilirsiniz. Limon tuzu, yani aslında sitrik asid, E330 kodu ile koruyucu olarak pek çok gıda maddesinde kullanılıyor. Reçel yapımında da geleneksel olarak kullanılmaktadır. Doğu yörelerimizde ekşili dolma yaparken ya da salatalarda limon ve tuz yerine suda eritilerek kullanılır.
      6. Benim makinemde deterjan olmazsa bulaşıklar yağlı kalıyor? Makinenizin içinin temiz olduğundan emin olun. Bazen yemek artıkları, su püskürten pervane üzerindeki delikleri tıkayabiliyor. Deterjanın kimyasal özellikleri yağı söküyor ama aslında susuz yıkanmış oluyor, az suyla yani. Deterjan koymayınca da yıkanmadığı belli oluyor. Bir de makinenin en altında bir süzgeci vardır. Onu da arada çıkarıp fırçalamak, deliklerini açmak ve sirke ile yağda arındırmak gerekir. Yine de yağlı çıkıyorsa, bence servisi çağırın, belki makine ile ilgili başka bir sorun vardır. Çünkü limon tuzu koyup da 70 derecede yıkanan bulaşıkların yağlı çıkmaması gerekir.
      7. Bulaşık makinesi için koku giderici ürünler var? Onlar yerine de suyunu sıktığınız limonun kabuklarını tavsiye ediyorum. Ben çatak bıçak sepetine koyuyorum. Sizin için makinede uygun olan neresi varsa, oraya koyabilirsiniz. Gerçi limon tuzu kullanınca zaten hiç koku olmuyor ama ekstradan limon kokusu isterseniz, aklınızda bulunsun... Önce kokuyu gidermeyen deterjan yapıp, sonra da koku giderici ürün pazarlıyorlar. Akıl alır gibi değil!

      Kış Hastalıklarında İlaç Kullanmadan İyileşmek Mümkün Mü?

      $
      0
      0
      Kızım hastayken komodinimizin görüntüsü böyle oluyor :) Sol üstte soğuk buhar makinesi, yanında doğal yağlarımız ki püskürtmeli şişede olanı masaj için kullanıyorum, sağda ön tarafa bal ve yemek için kaşık, sonrasında ağız silmek için ıslak el bezi, ki el bezini gerekirse ağrıyı azaltması için kompres olarak da kullanıyorum, içmesi için pipetli termosta su ve oyalanmak için de bol bol kitap...

      Kızım 40 aylık ve henüz hiç ilaç kullanmadı. Üstelik ilk hastalığını 6 aylıkken geçirmişti, 12-14 ay civarında bir ara bronşiolit teşhisi de konuldu ve 3 senedir, her sene 2-3 defa hasta olur (senede 6 defaya kadar hastalanmayı doktorlar "normal" olarak değerlendiriyorlar). 6. ayından bu yana her gün, yaz kış sokaktayız. İnsanlarla bu kadar içli dışlı olan bir bebeğin hasta olmaması zaten mümkün değil.

      Yani kızım ortalama her mevsim bir hastalık geçiriyor ama ilaç kullanmadan atlatıyor. Bunu duyan, gören herkes "Ateşi düşürmek için ne kullanıyorsun? Öksürük kesmek için ne kullanıyorsun?" diye sorarak doğal ilaç önerileri bekliyor benden.

      Bu yazıda sıradan kış hastalıkları (grip, nezle, üşütme, soğuk algınlığı vs artık adına ne derseniz, viral hastalıklar) konusunda edindiğim tecrübelerimi paylaşmak istiyorum. Ama öncelikle belirtmem gerekiyor ki ben tıp doktoru değilim, tıp konusuna girebilecek hiçbir alanda uzmanlığım yok. Kızımı 1 yaşına kadar her ay, 1 yaşından sonra da ortalama 6 ayda bir doktora götürdüm. Kızım normal kiloda ve zamanında doğdu (yani düşük kiloda ya da erken doğmadı); akciğer, idrar yolları ve kulak-burun-boğaz ile ilgili herhangi bir hassasiyeti yok. Yani temel olarak sağlıklı bir bebek. Sadece baba tarafından alerjiye ve dolayısıyla alerjik astıma genetik yatkınlığı var (egzaması olduğunda doktorlar bu tahminde bulunmuşlardı).

      Tüm bunları saydıktan sonra da şunu söylemek istiyorum: Ben ilacın her türlüsüne karşıyım. Bir hastalığı önlemek veya tedavi etmek ya da belirtilerini ortadan kaldırmak için her türlü yolla kullanılan maddelere ilaç denir (http://tdkterim.gov.tr/bts/). Ben, kızım hastalandığında haricen kullanılan yağlar haricinde hiçbir tür ilaç kullanmıyorum. Kendimde ise mecburen bazı bitkisel ilaçlar deniyorum.

      Neden ilaç kullanımına karşıyım?

      Öncelikle söylemek istiyorum ki ben ilaçlara tü-kaka diyenlerden değilim. İlaçların kimyasal mucizeler olduklarını ve insan hayatını da uzattıklarını düşünüyorum. Ama zorunlu olduğu zamanlar kullanılmalılar ki, gerektiğinde bünyeye etki etsinler. 

      Neden kızım için ilaç kullanmadığıma gelince, ilk nedenim kendi bünyem. Annem, beni düzenli olarak çocuk doktoruna götürüyormuş. O da sağ olsun sık sık antibiyotik reçete ediyormuş. Diş minelerim kullandığım antibiyotiklerden dolayı sapsarıdır şu an. Ayrıca çok sık hasta olurum, hastalıklarımı da çok ağır geçiririm. Vücudum kendi kendini iyi etme yeteneğini kaybetmiş ne yazık ki... Ve en büyük korkum, antibiyotiklere bağışıklık kazanmış olmak... Eğer ileride gerçekten ağır bir hastalık karşısında antibiyotik kullanmak zorunda kalsam, vücuduma etki etmemelerinden çekiniyorum:

      "Antibiyotiğe karşı oluşan bağışıklık, ilaç artık bakterilere karşı işe yaramamaya başladığında ortaya çıkar. Bu gibi rahatsızlıklarda tedavi zorlaşır, iyileşme süresi uzar ve daha uzun ve pahalı tedavilere başvurmanız gerekebilir. Hatta öyle ki bazı enfeksiyonlar ölüme kadar götürebilir.Uzmanlar bakterilerin bağışıklık gösteremeyeceği antibiyotikler oluşturmaya çalışsa da bu organizmalar yeni antibiyotiklere çabuk adapte olabilirler. Örneğin MRSA adlı bir bakteri bir zamanlar sadece hastanedeki hastaları etkilemekteydi, fakat bu bakterinin ilaca bağışıklık kazanan yeni bir formu artık tüm insanlarda enfeksiyon oluşturabilmekte." (http://www.ilacpedia.com/makale/antibiyotikler-yanlis-kullanimi-sizi-ve-cevrenizdekileri-riske-sokar). 


      Antibiyotik direnci diye internet üzerinde arama yaparsanız, korkumun nedenini anlayabilirsiniz. Örnek bir bilimsel yazı için bkz. http://www.cocukenfeksiyon.org/sayilar/2/33-38.pdf

      Kızımın bu tür bir riskle karşı karşıya kalmasını istemiyorum. O nedenle antibiyotik kullanmıyorum.

      Antibiyotik direnci ispatlanmış bir bilimsel gerçek ama ben diğer ilaçlar için de aynı durumun söz konusu olduğunu düşünüyorum. Örneğin ömrü boyunca dağ başında bir köyde büyümüş ve ilaç kullanamamış bir insan, başı ağrıdığında bir tane aspirin alsa, ağrıyı geçirmekte yeterli geliyor. Oysa bizim gibi çocuk aspirinlerini şeker gibi içen bir nesil, kutu kutu aspirin içse hiçbir fayda göremez. Aynı şekilde düzenli ağrı kesici ya da spazm giderici kullananlar da gitgide aynı etkiye ulaşmak için doz arttırmak zorunda kalmaktadırlar. Buna "tolerans geliştirme" diyorlar. Kafeine karşı bile tolerans geliştirip, dozu arttırmak zorunda kalabiliyor insan, eğer sıkça kullanıyorsa.


      Özellikle çocuğun ilk hastalıklarında ilaç kullanımının bağışıklık gelişimini olumlu ya da olumsuz yönde etkileyebileceğine de inanıyorum.Şöyle izah edeyim: Bebek hasta oluyor. Onu hasta görmekten tedirgin olan yetişkinler kaptıkları gibi soluğu doktorda alıyor. Doktor elbette biliyor ki viral bir hastalığı ilaçla iyileştirmek mümkün değil. Hani "ilaçla bir haftada, ilaçsız yedi günde geçer" derler, o hesap. Ama panik içinde kucağında ateşi olan ve öksüren, burnu akan, huzursuz, yemek yemek istemeyen vs bebeği ile gelen aileye (zira genelde çocuk; ana-baba, anneanne, babaanne, dedeler, halalar, amcalar vs hep beraber götürülür doktora) "Yapacak bir şey yok, eve gidip hastalığın bitmesini bekleyin" diyen hiçbir doktor Türkiye'de iş yapamaz. Hem hasta kaybeder, hem de adı kötü doktora çıkar. O nedenle zararının en az olduğunu tahmin ettiği semptom, yani hastalığın belirtilerini giderici ilaçlar verir bebeğe. Günümüz doktorlarının hastalığı tedavi etmek yerine, tetkik sonuçlarına karşılık sadece ilaç yazdıklarını sadece ben değil, doktorların bizatihi kendileri söylüyorlar: http://www.ahmetrasimkucukusta.com/2013/01/18/etibba-diyor-ki/17449/

      Anne, bebeğe bu ilaçları kullanınca kendisini her şeye muktedir hisseder. O kadar ki çoğunlukla 1-2 hastalıktan sonra bebeği doktora götürmeye bile gerek kalmaz. Zaten her anne, her semptomu yok edecek ilacı bilir artık. Ateşi düşürmek için hangi ilaç, kaç saatte bir kullanılmalı; hangi ilaç öksürüğü keser, hangi ilaç balgam atmayı kolaylaştırır, hangi sprey burnu açar, hiç ilaç kullanmamış ben bile biliyorsam, tüm anneler biliyor demektir...

      Ama sorun şudur ki, hastalığın semptomlarının giderilmesi, hastalığın bittiği anlamına gelmez. Yani çocuk artık öksürmüyor diye, içindeki mikrobu attığı ve hastalığı sonlandırdığı düşünülmemelidir. Sadece ilaçlar nedeniyle öksürememektedir.

      Vücuda bir mikrop girince insan vücudunun çok az savaşma yöntemi vardır:
      • Vücut ısısını yükselterek mikropları öldürür.
      • Boğaza yerleşen mikropları öksürerek vücuttan dışarı atmaya çalışır.
      • Akciğere ya da nefes borusuna yerleşen mikropları balgam üreterek atmaya çalışır.
      • Burna, genze yerleşen mikropları sümük salgılayarak vücuttan atmaya çalışır.
      E, şimdi biz kendi kendisine iyileşmeye, mikropları öldürüp kendisinden uzaklaştırmaya çalışan vücudun tüm bu savunma yollarını kesersek, yani ateş düşürücü ile ateşi düşürüp, balgam seyreltici ile balgamlı öksürüğü keser, öksürük kesici ile öksürüğü toptan keser, burun spreyleri ile burun akıntısını da yok edersek, bu vücut mikropları nasıl öldürecek? 

      İşte bu nedenle ben kimyasal ya da bitkisel, hiçbir ilaç vermiyorum kızıma. Onun bünyesi sapasağlam. Bu da ona en büyük hediyedir. Bu hediyenin kıymetini biliyorum ve bağışıklığını ellerim ile güçsüzleştirmek istemiyorum. Atlattığı her gripten sonra biliyorum ki artık o virüse ve türevlerine karşı bağışıklığı var ve bir daha aynı tür virüsle karşılaştığında hasta olmayacak. Her hastalığı, onun için bir hediye. Her hastalıkla birlikte, başka bir tür virüse karşı daha bağışıklık kazanıyor. Ve muhtemelen ileriki yaşamında, tıpkı babası gibi hiç hastalanmayan, sapasağlam bir insan olacak. Ben 1,5 aydır öksürüyorum. Kızım da aynı hastalığı 3 hafta sonra benden kaptı. İkimiz de yorgan döşek yattık, hastalığın ilk haftası. Çok çok ağır geçirdik. Üstelik maaile aynı yatakta yatıyoruz. Eşim ne benden, ne de kızımızdan hastalık kaptı. Belki de kaptı ama hastalandığını bile anlamadı. Çünkü o, ilaç kullanmadan büyütülen çocuklardan. Bağışıklık sistemi sapasağlam. Annesine ne kadar minnettar olsa azdır. Umarım kızım da ileride bu yazıları okursa, onun için verdiğim savaşı anlar... Çünkü bir annenin, hasta olan çocuğunun başında durup da hiçbir şey yapmadan sadece seyirci kalması, gerçekten çok çok zor bir imtihan...

      Kızım hastalandığında sadece rahatlatmak adına şunları yapıyorum:
      • İstediği kadar, kuralsız emziriyorum. Özellikle hastalığı benden kapmışsa, benim vücudumda hastalığa karşı oluşan antikorlar, süt yolu ile kızıma geçip, doğal bir ilaç vazifesi görüyorlar.
      • Yemek yemek istemezse, asla zorlamıyorum (Hasta olan hiçbir canlı yemek yemez. Zira bünye hazım için enerji harcamak istemez; tüm enerjisini mikroplarla savaşmaya harcamak ister. Ayrıca orucun, yani yemek yememenin hastalık iyileştirici etkisi olduğu da savunulmaktadır: http://uzuncorap.com/2013/01/03/gunde-kac-ogun-yemeli/)
      • Kasları, eklem yerleri vs ağrıyorsa, eklem yerlerine ıslak havlu koyuyorum ve doğal yağlarla masaj yapıyorum. Bunu ateşi düşsün diye değil, sadece ağrıları geçsin diye uyguluyorum.
      • Sık sık banyoya sokuyorum. Ben kendim de banyo yapmadan iyileşemem. Ilık banyo vücudu rahatlatır. Ayrıca terle birlikte atılan atıkları da suyla birlikte vücuttan uzaklaştırmak gerekir. Eğer kızımı yıkayamıyorsam, çok halsizse, o zaman sirkeli ya da sadece sıcak suyla ıslattığım bir bezle vücudunu siliyorum. Bu da ateş düşürmek için değil, sadece cilt yüzeyini temizlemek için... Ama mesela nezle ise, burnu rahatlatmanın en iyi yolu yıkanmak. Kafadan aşağı su döktükçe sinüsleri boşalıyor, sümük salgısıyla beraber mikroplar da atılıyor ve burnu açılıp, rahat nefes aldığı için çok daha rahat uyuyor. Burnu açık olduğunda, öksürüğü de azalıyor. Ayrıca su, vücuttaki elektriği de atar. Zaten kızım hasta olsun olmasın, gece yatmadan önce, ya duş aldırırım, ya da ellerini, ayaklarını ve yüzünü yıkarım. Kendim de bu şekilde yıkanırım. Çünkü vücuttaki elektrik en çok sivri, uç bölgelerde birikir. Suyla elektriği atınca, insan rahatlıyor, gevşiyor, uyuması kolaylaşıyor...
      • Burnunu açık tutmaya çalışıyorum. http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2011/01/tkal-burun-nasl-aclr.html .
      • Bol bol sıvı teklif ediyorum. Teklif var, ısrar yok! Sürekli yanında su, portakal suyu, ballı bitki çayları, ayran, kefir vs içiyorum. Ona da küçük bardaklarda teklif ediyorum (büyük bardaklar gözünü korkutabiliyor, bitirebileceği miktarda görünce daha kolay içiyor). Çekici gelsin diye içine pipet koyuyorum vs. Bunlar da ilaç niyetine değil. Yani bir ilacın, ilaç etkisi gösterebilmesi için belirli bir miktarda tüketilmesi lazım. Mesela bir ağrı kesici, sekiz parçaya bölünüp de bir parçası içildiğinde etki etmez. Aynı şekilde ilaç niyetine, mesela ıhlamur içilecekse, belli bir miktarda içmek gerekir. Ben verdiğim hiçbir bitkiyi, ilaç etkisi yaratacak şekilde fazla miktarda vermiyorum. Biraz ıhlamur, biraz adaçayı, biraz haşlanmış meyve çayları vs vs. Yeter ki sıvı alsın. Sadece su içildiğinde, insanın içebileceği belli bir miktar var. Ötesini hem insanın canı istemez, hem de böbrekleri yorabilir. O nedenle değişik türde sıvılar teklif ediyorum.
      • Soğuk buhar makinesi ile odayı sürekli nemlendiriyorum. Yazın pek sık hasta olmaz kızım. Olduğunda da zaten cam pencere açık oluyor. Ama eğer klima çalışıyorsa, yazın da soğuk buhar makinesini çalıştırıyorum. Makinenin içine okaliptüs yağı (cold mix) ya da ada çayı (acı elma) yağı damlatıyorum. Hem antibakteriyel etkileri var, hem de burnu açıyorlar.
      • Öksürdüğünde bal teklif ediyorum. Macun kıvamında ve yendiğinde boğazı yakmayan bir Alman balı var. Onu kullanıyorum. Kızım geceleri öksürdüğünde uyanıp, kendiliğinden bal istiyor. Bal, aynı zamanda antibakteriyel olduğundan, boğazdaki mikroplarla da savaşılmasını kolaylaştırır. Balın doğal bir öksürük ilacı olduğuna ilişkin bkz. http://www.ahmetrasimkucukusta.com/2012/08/07/yazilar/tip-yazilari/astim/en-etkili-ve-en-zarasiz-oksuruk-ilaci/
      • Boğazı ağrıyorsa, ağrıyan bölgeyi defne yağı ile ovuyorum. Öksürüğü uyutmayacak kadar fazlalaştığında da sırtını defne yağı ile ovup, sıcak havlu koyuyorum. Ya da bunu yapmama izin vermiyorsa; ayaklarının altını, özellikle topuklarını defne yağı ile ovuyorum.
      • Üstüne hafif ve rahat kıyafetler giydiriyorum. Soğuk kış günlerinde bile bol penyeler giydiriyorum. Annelerimizden kalma bir alışkanlık ile terlersek iyileşeceğimizi sanırız. Oysa terlediğimiz için iyileşmeyiz, bilakis iyileştiğimiz için terleriz. Yani vücut ısısı yüksekse, ateş düşünce vücut da terler. O nedenle doğal olarak terlemediğimiz sürece, zorla, sıkı sıkı sararak terlemenin hiçbir anlamı yoktur, vücudu boş yere yorar. Bu nedenle çocuğa ince ve rahat kıyafetler giydirmek gerekir. Özellikle çorap da giydirmem ki kan dolaşımı olumsuz etkilenmesin. Ancak hastalık nedeniyle, tüm vücudu cayır cayır yanarken, el ve ayakları buz gibi olabilir. Bu durumda da en iyi çare sıcak su torbası... Kızım tüm kış boyunca sıcak su torbası ile yaşıyor zaten evin içinde. Hastalandığında da en iyi arkadaşı gene sıcak su torbası oluyor.
      • Şımartıyorum. Her ne isterse hemen yerine getiriyorum. Zaten hasta çocuk pek de fazla bir şey istemiyor. Salona bir hasta yatağı yapıyorum. İstediği kadar çizgi film izlemesine izin veriyorum. Hatta televizyonun karşısında, salonda uyumasına da ses çıkarmıyorum. Herkes hastalanınca biraz şımartılmak istemez mi?
      • Dışarıya çıkartıyorum. Oksijen hastalıkların iyileşmesini hızlandırıyor. Soğuk hava tıkalı burnu açıyor. Nasıl yapıyor, tam emin değilim ama sanırım soğuk hava kılcal damarların büzülmesine neden oluyor, yani viksin ya da okaliptüs yağının yaptığı etki gibi bir etki yaparak tıkalı burnu açıyor. Ayrıca herkes bilir ki sıcak havada burun daha çok akar, soğukta burnun akması durur. Daralan nefesi de açar serin hava. Ayrıca Güneş, yani D vitamini de hastalıkların iyileşmesinde etkilidir. Son olarak yazın denize girmesini de teşvik ederim. Hem banyo yerine geçer, hem de kafasını suya sokarsa, sinüsleri de boşalmış, burnu rahatlamış olur. Gece birden ateşi yükselen ve hafif baygınlaşan çocuğu kendine getirmenin en iyi yolu, bir battaniyeye sarıp balkona ya da kapı önüne çıkarmaktır.

        Macun kıvamındaki Alman balı, sağda acı elma yağı (adaçayı elması yağı) ve solda defne yağı.

        Son olarak eklemek istiyorum ki kızımı düzenli olarak aynı doktora götürüyorum. Ancak doktorumuza ateşten kormadığımı, ateşin ve öksürüğün faydalarını bildiğimi, beni rahatlatmak adına hastalık semptomlarını gidermek için ilaç vermek zorunda olmadığını söyledim. Söylemekle yetinmedim, davranışlarımla da bunu belli ettim. Kızımı bir kere bile acile götürmedim, "Çok hasta" diyerek erkene randevu almaya çalışmadım, doktorumuzu bir kere bile cep telefonundan aramadım. Doktorumuz da her hastalıkta bana verdiği ilaçların neye yaradığını, kullanırsak ne işe yarayacağını, kullanmazsak ne olacağını tek tek anlatıyor. Şimdiye kadar da hep kullanıp kullanmama kararını bana bıraktı. Mesela bronşiolit teşhisi koyduğunda ilk defa antibiyotik yazdı ve "Zatüree salgını var, önlem olarak yazıyorum" dedi. Önlem olarak yazdığı için, kızımın da gayet keyfi yerinde olduğu için bir hafta bekleme kararı aldım ve kızım kendiliğinden iyileşti. Ama eğer ben doktorumuzu bu şekilde rahatlatmış olmasaydım, doktorumuz kucağında hasta bebeği ile durmakta olan anneye "Bebeğiniz bir hafta daha hasta beklesin, bakalım zatüree mi, değil mi?" diyemezdi. Yani ilaç yazan doktorlara kesinlikle suç bulmuyorum. Sistemin ve insanların beklentilerini karşılıyorlar. Eğer kendi hastalığımızın ya da çocuklarımızın hastalığının sorumluluğunu biz yüklenmezsek, doktorlar neden yüklensinler ki?..

        "Bizi yoran ve bitkin düşüren sadece hastalığımız değil, hastalığa tahammül edemeyişimizden kaynaklanan sabırsızlık, endişe ve korku halidir." (J.J. Rousseau, Emile "bir çocuk büyüyor", 11. Baskı, Selis Kitaplar, İstanbul, 2011, s. 17)

        Ateşi Nasıl Düşürüyorsun? Hastalık Sırasında Yükselen Vücut Isısı Düşürülmeli Mi?

        $
        0
        0




        Kızım için ilaç kullanmadığımı duyan herkesin ilk sorduğu soru genellikle "Ateşi nasıl düşürüyorsun?" olur. Sorunun alt metninde "Ateş çıkarsa mutlaka düşürmek gereklidir." ifadesi gayet net anlaşılabiliyor. Bu düşüncenin temel nedeni de Türk halkının havaleden korkması sanırım.

        Bir önceki hastalık yazımda tecrübelerimi paylaştım. Bu yazımda ise sadece bir takım tıbbi bilgiler paylaşacağım, çünkü temelde anlatacaklarımla ilgili hiçbir tecrübe yaşamadım. E, tıp uzmanı da olmadığıma göre, ben kimim ki tıbbi bilgi paylaşıyorum? 

        Esasen hastalıkla savaşmak üzere yükselen vücut ısısını ilaç ile düşürmek daha büyük risk taşımasına rağmen, ben bebeğine ilaç vermeyi reddeden bir anne olarak, yüksek ateşin tetiklediği herhangi bir rahatsızlıkta günah keçisi olarak ilk suçlanan kişi olacağım. Hatta belki de suçlayan kişi de kendim olacağım (bir annelik ikilemi...). Bu nedenle yüksek vücut ısısının olası nedenleri ve muhtemel sonuçları hakkında, ilaç kullanan annelerden çok daha fazla bilgi sahibi olmam ve yüksek ateşle seyreden hastalıklarda, çok daha fazla tetikte olmam lazım. İşte bu nedenlerle hastalık sonucu ortaya çıkan yüksek ateş hakkında olabildiğince çok araştırma yaptım. Bebeğim hastalandığında da hep tetikteyim, edindiğim bilgileri sürekli tazeliyorum ki herhangi bir hata yapmayayım. Şimdi de bu bilgilerimi paylaşacağım. Ama tıp uzmanı olmadığım, sağlık sektörüyle uzaktan yakından alakam da olmadığı için elbette okuduklarımı ya da sorularıma aldığım cevapları yanlış yorumlamış olmam mümkündür. Eğer herhangi bir düzeltme yapacak birisi varsa, eleştirisini kızım ve kendim adına büyük mutlulukla kabul ederim. Ne de olsa, hatanın neresinden dönsek kârdır.

        Öncelikle tekrar belirtmek isterim ki kızım temel olarak sağlıklı bir bebek. Ailemizde herhangi bir havale öyküsü yok, kızımda epileptik krizler hiç yaşamadık, menenjit olmuş birisiyle hiç karşılaşmadık vs vs. Yani herhangi bir risk öykümüz yok. 

        Olağan kış hastalıklarında (grip, üşütme, soğuk algınlığı, nezle vs) sıklıkla vücut ısısı yükselir. Zira vücuda giren mikroplarla savaşan bünyenin savaş silahları zaten azdır. Bunlar öksürme, hapşırma, burun akıntısı ve en etkilisi de vücut ısısını yükseltmedir, ki biz buna yüksek ateş diyoruz. Yüksek ateş vücudun mikroplarla savaşta en etkili silahıdır. Hastalığı esnasında bebeğini dikkatli gözlemleyen her anne bilir ki yüksek ateşle başlayan hastalık daha kısa sürer. Ateşsiz seyreden hastalıklar ise sürünür de sürünür, bir türlü iyileşmez. 

        Ateş, bulaşıcı hastalıklarda vücudun gösterdiği bir tepki mekanizmasıdır.

        Termoregülasyon denilen bu durumda sadece ateş çıkmaz. Ayrıca: Uyku artması, iştahsızlık, anemi ve (erişkinlerde) seks dürtüsünde azalma da olur.


         1- Uyku artması: Ateşin yükselmesi ile birlikte, vücudun oksijene ve diğer besleyici maddelere ihtiyacı çok artar. Uykunun artması ile birlikte, vücut istirahat durumuna geçtiği için bu maddelerde tasarruf sağlanmış olur. Ateş ilaç verilerek suni olarak düşürüldüğünde, çocuk uyanır, hareketlenir ve bu ihtiyaç maddelerini savurgan bir şekilde tükettiği için, vücut zayıf düşer, hastalığın iyileşmesi daha uzun bir hal alır.

        2- İştahsızlık: Ateş yükselmesi ile birlikte, vücut önemli organlara daha fazla oksijen ve diğer gerekli maddeleri taşıyabilmek için, sindirim sisteminden kan çeker. Bu durum iştahsızlığa sebep olduğu gibi, eğer sindirim sitemi dolu ise, bunların kısa sürede kusma ve ishal ile atılmalarına da sebep olur. Bu durum ishal ve kusmalı hastalıklarda görülenlerden farklıdır, onlardan çok daha kısa sürer.

        3- Anemi durumu: Serbest demir, bakteriler için "büyüme hormonu" gibi etki ettiğinden, bakteriler demiri bol bulduklarında daha rahat bölünebilir, yani çoğalabilirler. Vücut bu duruma mani olabilmek için, demiri depolara çeker. Bu sebeple, ateşli durumlarda yapılan kan tahlillerinde, kan değerleri düşük bulunur. Yüksek vücut sıcaklığında bakterilerin çoğalmasını sağlayan demir, çinko ve bakır miktarları azalır. (http://www.ilmimercek.net/makale/112932/vucut-sicakligini-kontrol-altinda-tutan-mukemmel-sistem)

        4- Erişkinlerde; seks dürtüsünün azalması da, enerji tasarrufu için vücudun aldığı bir tedbirdir. 


        Ateş, hastalıkla savaşta insanı dinlenmeye zorlamak için özel olarak ayarlanmış bir güvenlik önlemidir. Bu nedenle ben ateşi severim, ateşim yükseldiği zaman hemen bunu dinlenmek için bir uyarı kabul ederim. Olabildiğince yatarak ve sıvı tüketerek vakit geçirmeye çalışırım. Ağır gıdalar sindirim sistemini meşgul eder ve vücut ısısının iyice yükselemesine neden olurlar, hastayken olabildiğince rahat sindirilebilecek gıdalar tüketmek gereklidir. (http://www.anneoluncaanladim.com/yazarlar/21/kadir-tugcu/1595/atesin-yan-bulgulari-ve-sebepleri, Amerikan Pediatri Akademisi Üyesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Kadir Tuğcu)

        Neler yenilebilir: Tam tahıllı ekmek, meyve, haşlanmış veya buharda pişmiş sebze, meyve suyu ve sebze çorbaları ve nedeni tam olarak ispatlanamamış olsa da gribe karşı etkisi kanıtlanmış olan tavuk suyu çorbası (Prof. Dr. Mehmet Öz ve Prof. Dr. Michael F. Roizen, Siz/Kullanma Kılavuzunuz, Koridor Yayıncılık, 2005). Neleri yemekten kaçınmalıyız: Kızartmalar, sindirimi zor çiğ gıdalar (olgunlaşmış meyve, pişmiş sayılır), et ve türevleri, aşırı yağlı yiyecekler, çikolata ve türevleri, paketli hazır gıdalar vs. Zaten hasta iken insanın vücudu, neyi yiyip neyi yememesi gerektiğini gayet net belli eder. Ben kızımın da hasta iken yaptığı yemek seçimlerine ve yememe tercihlerine saygı gösteriyorum, yemesi için zorlamıyorum (emzirmenin rahatlığı). 

        Besinlerin hücrelerimizde metabolik olarak yıkımı (yani sindirim) ısı enerjisi açığa çıkarır. Yüksek enerji veren besinler yemek, sıcak içecekler içmek vücut ısımızı arttırır. Vücut ısımızı arttıran en büyük kaynak iskelet kaslarımızın kasılmasıdır. Kas kasılması ısı enerjisi sağlar. (http://www.ilmimercek.net/makale/112932/vucut-sicakligini-kontrol-altinda-tutan-mukemmel-sistem)

        İşte ateşimiz yükseldiğinde tüm bunlardan uzak durmamız gerekiyor. Sindirime az zaman ayırması için bebeği yemek yemeye zorlamamak lazım (anne sütü sindirimi en kolay besindir, bol bol emebilir bebek). Zaten ateşi olan çocuğu, şifa olur niyetiyle sıcak içecekler içmeye zorlamamak gerekir. Ayrıca ateşi yüksek olan çocuğun olabildiğince az hareket ederek dinlenmesi gerekir. Eğer zaten ateşli olan çocuğu hastanenin acil servisine, şehrin diğer ucundaki doktoruna, kan ve idrar tahlili yaptırmaya filan taşıyıp durursak, vücut ısısı iyice yükselecektir. Bunu da akılda tutmak gerekiyor.

        Yüksek ateşin çocuk açısından faydalarından birisi de budur: Çocuk paralize olur, ateş nedeniyle hareket edemez hale gelir ve bu şekilde enerjisini sadece mikroplarla savaşa harcayabilir. Ateş yükselmesi, insan bedeninin hastalıkla savaşma belirtisidir ve insanı dinlenmeye ve yatmaya zorlar. Böylece vücudun ihtiyacı olan enerji; yürümek, gezmek, çalışmak vs. gibi günlük aktivitelere harcanmamış olur. (http://www.ilmimercek.net/makale/112932/vucut-sicakligini-kontrol-altinda-tutan-mukemmel-sistem). Eğer çocuğun ateşini düşürürseniz, doğal olarak kalkıp oynamak isteyecektir ve bu da hastalığın iyileşmesini zorlaştıracaktır. Ben de hastalandığımda fiziksel ve zihinsel efor gerektiren her türlü etkinlikten kaçınırım. Çocuk bunu bilinçli yapamaz elbette, içindeki oyun oynama ve hareket etme dürtüsünü yok edemez. Yüksek vücut ısısı, çocuğu hareketsiz kılarak çocuğun enerji kaybetmesini engeller.


        • Peki ya ilaç kullanmadığımız için ateş ölümcül derecede artarsa?
        Normal, sağlıklı bir insanda bu da mümkün değil. 

        Ateş tehlikeli boyutlara ulaştığında vücudumuzda salgılanan kortizol hormonunun mucizevi bir etkisi ortaya çıkar. Kortizol hormonu farklı etkilerinin yanı sıra tehlikeli ateşin durması için de yaratılmıştır. İnsanın yüksek ateşten ölme tehlikesi ile karşılaştığı durumlarda kortizol devreye girer ve ateş merkezini aktive eden IL-1 maddesinin üretimini durdurarak ateşi düşürür.(http://www.ilmimercek.net/makale/112932/vucut-sicakligini-kontrol-altinda-tutan-mukemmel-sistem)

        Hiçbir insanın ateşi 43 derece olmaz, insan vücudu buna izin vermez.  Ama ateşin mutlaka düşürülmesi gereken kimi olağanüstü durumlar olabilir. Mesela vücudunuzda bir kist vardır ve patlamıştır. İltihap kanınıza karışıp, vücudunuza yayılmaktadır ve acilen ameliyata alınmanız gerekmektedir. Yüksek ateş ile ameliyata da alınamayacağınız için acilen vücut ısınızın düşürülmesi gerekmektedir. Bu durumda tüm ateş düşürücü ilaçları kullanırsınız elbette. Ama buna karar verecek olanlar doktorlardır. Yoksa evde kendi kendine otururken, çocuğun ateşi çıktı, bir düşüreyim derseniz, bir hastalık belirtisini yok ediyorsunuz demektir. Bu da hastalığın teşhisini güçleştirebilir. Ayrıca yukarıda verdiğim örnekte bile, tüm hastahane koşullarında verilen tüm ilaçlara rağmen ateşin düşürülemediğini ve son çare olarak hastanın buzlu torbaların içine yatırıldığını da gözlerimle görmüş biriyim ben. Yani o ateşin düşmeyeceği varsa, çocuğa bir şişe ateş düşürücü şurup da içirseniz, ateşi düşüremeyebilirsiniz. Ben annelerin kendi aralarında "Eğer ateş ısrarcı ise, yani düşmüyorsa ya da çıkıp çıkıp iniyorsa, ateş olsun olmasın 3-4 saatte bir düzenli olarak şurup ver." ya da "Şu iki şurubu kullanan. Her 3 saatte bir birini, diğer 3 saatte diğerini kullan" gibi önerilerde bulunduklarını çokça duydum. Tabii bu önerilerde bulunanlara kimse "Doktorculuk oynama" demez ama birisi çıkıp da "Ateş ısrarcıysa düşürme, biraz oturup gözlemle, belki tahmin etmediğin bir hastalığın belirtisidir" dese hemen "Doktor musun, sen de kim oluyorsun?" diye sorulur. Ben ister kimyasal ister bitkisel olsun, her türlü ilacın kullanım şekli ve dozunun kişiden kişiye değiştiğini düşünüyorum. En azından ilaç içerikleri farklı. En azından çocukların kiloları ve bünyelerinin kaldırabileceği ilaç miktarı farklı. Bu nedenle ister kimyasal, ister doğal olsun; ilaç tavsiyesinde pek bulunmam. Hele hele ki kimyasal ilaçları tavsiye etme yetkisinin ancak doktorlarda olduğunu düşünürüm. O nedenle kızıma kullandığım ilaçların isimlerini ve verdiğim dozları asla paylaşmam.


        • Peki ateş ölümcül derecede artmasa bile ya çocuk havale geçirir ve sakat kalırsa?

        Vücutta ısının yükselmesi ile bütün dokuların oksijen ihtiyacı çok artar. Bunu karşılayabilmek için kalbin ve solunumun hızlanması gereklidir. Yani yüksek ateş, kalp atış hızını ve nefes alıp verme sayısını da arttırır ve böylece kalbe ve akciğere de yük bindirir. Bu nedenle yatıp dinlenmek en iyisidir. Ama buna rağmen oksijen ihtiyacı yeterli gelmezse vücut, ilave kanı önemli organlara göndermek için el, ayak, yüz gibi organlarda vazokonstriksiyon yapar. Buna da tıp dilinde konvülsiyon, halk arasında da havale adı verilmektedir. 

        Kalp hızının normalden fazla olduğu altı aylıktan küçük çocuklarda bu sebeple havale görülmez. 

        Altı ay ile dört yaş, çocuklarda havalenin en sık görüldüğü devredir. 

        Bu yaşlarda ateşin yükselmesi ile vücudun ısınarak kalbi ve solunumu hızlandırması gereklidir. Eğer ateş hızlı yükselir ve vücut buna ayak uydurarak kalbi ve solunumu hızlandıramaz ise beyin, gelen oksijeni yeterli görmeyerek, tasarruflu çalışmak ve fazla oksijen tüketmemek için vücut ile olan irtibatı keser (benzer durum aşırı ağrı uyarısı ile de olur, şahıs bayılır). İrtibatın kesilmesi ile vücut, deserebrasyon durumuna geçer. Spinal uyaranlarla kasılmalar ve havale dediğimiz tablo ortaya çıkar. Bunun sonucunda kalp ve solunumun hızlanması ile, beyine yeterli oksijen gelmeye başlar ve beyin eski fonksiyonlarına geri döner. 

        Ateş yavaş yükselir ve vücuda ısınması için zaman tanırsa, havale gelmez. Yani ateşi 40 dereceye çıkmış bir çocukta havale beklemek boşunadır. Böyle bir çocuk, ateş düşürücü ilaç verilmeden, yani iç ısısı düşmeden soğuk tatbik edilirse ve dış ısı düşürülerek kalp ve solunum yavaşlatılırsa havale gelebilir. Bu sebeple ateşli çocuklarda soğuk tatbiki gereksiz ve zararlıdır. (http://www.anneoluncaanladim.com/yazarlar/21/kadir-tugcu/279/ates-ve-tedavisi, Amerikan Pediatri Akademisi Üyesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Kadir Tuğcu. Ayrıca söz konusu doktorun bu makalesinin bilimsel olmadığını iddia edenler olduğunu biliyorum. Söz konusu bu makale, Hacettepe Üniversitesi, Toplum Hekimliği Bülteni'nde bilimsel atıfları ile birlikte yayınlanmıştır: http://www.thb.hacettepe.edu.tr/arsiv/2002/sayi_2/baslik2.pdf).

        Üstelik kendisi bu yorumda bulunan tek doktor da değildir:

        Havale nöbetleri genellikle 6 aylık ile 5 yaş arasındaki çocuklarda olur. Çoğu zaman yüksek ateş ile beraberdir. Ancak ateşin yüksekliği ile havale geçirme arasında her zaman bir ilinti yoktur. Yani bazılarında çok yüksek ateşte havale olmazken, bazı bebeklerde daha düşük ateşlerde bile havaleye rastlanabilir.(http://www.genetikbilimi.com/genbilim/bebeklerde.htm, Uzm. Dr. Esra Özaydın). Ateşli havale ise, ateşin kaç dereceye yükseldiğinden çok ne kadar hızlı yükseldiğiyle ilişkilidir. Genellikle, ateşin çıktığı farkedilmeden önce havale görülür. Ateşli havale, ailesel risk taşıyan ( anne, babanın da çocukken ateşli havale geçirmiş olduğu aileler ) 6 ay- 5 yaş arası sağlıklı çocuklarda görülür. O anda aileye yaşattığı korku ve panik bir yana, ilerisi için kalıcı bir hasara, zihinsel gelişimde geriliğe yol açmaz.(Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Nilüfer Toprakçı, http://www.sagliklicocuk.com/sc01/crklr/file/gncl/ates.asp)


        • Peki havalenin hiç mi zararı yok?

        Çocukların %4-5 inde hayatlarında en az bir kez havaleye rastlanırken, bunların yarısında bir kereden sonra havale görülmez. Eskiden, havale geçiren çocuklarda mutlaka beyin hasarı kalacağı düşünülürken, bunun doğru olmadığı artık anlaşıldı. Önemli olan havalenin kendisi değil, havaleye neden olan hastalıktır. Bu iyi tedavi edilmediği taktirde hasar kalabilir. (http://www.genetikbilimi.com/genbilim/bebeklerde.htm, Uzm. Dr. Esra Özaydın)

        Tek bir nöbetin beyinde hasar oluşturduğu, IQ'da düşüş yaptığı veya çocuğun kişiliğinde değişiklik oluşturduğuna ait bilimsel herhangi bir veri yoktur. Doktor ya da ebeveyn tarafından oluşturulan fazla korumacı yaklaşım, konvülziyondan daha ciddi sonuçlar doğurabilir. Tekrarlayıcı nöbetlerde, nöbet kontrolü sağlanıncaya ve/veya neden belirleninceye kadar belirli kısıtlamalar getirilebilir. (http://www.turkpediatriarsivi.com/sayilar/39/1-.pdf, Doç. Dr. Nimet Kabakuş, Türk Pediatri Arşivi, 2004; 39: 101-5). Ayrıca söz konusu makalede havalenin ortaya çıkış nedenleri tek tek sayılmaktadır. Başlı başına ateşin varlığı havale nedeni olarak gösterilmemiştir. Ateşe neden olan enfeksiyon, çocukluk çağı havalesinin başlıca nedeni olarak gösterilmektedir. Yine ilgili yazıda havale getiren çocuğa nasıl davranılması gerektiği, neler yapılması gerektiği de anlatılmaktadır ki eğer okursanız göreceksiniz, ailesinin yapması gerekenler arasında ilaçlı müdahale, hele hele fitil sokma gibi tavsiyeler kesinlikle bulunmamaktadır.

        Aranırsa pek çok kaynak bulunabilir, hepsi de birbirinin aynı sonuçlara varıyor. Bu konuda başka bir kaynak, bir Uzmanlık Tezi, Bakırköy Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi'ne 2008 yılında Dr. Pınar Uysal tarafından sunulmuş: http://www.istanbulsaglik.gov.tr/w/tez/pdf/cocuk_sagligi/dr_pinar_uysal.pdf

        Söz konusu makalenin 15. sayfasının son paragrafını okursanız basit febril nöbet ile kompleks febril nöbet arasındaki farkı görebilirsiniz (38 derecenin altında, halk arasında soğuk havale denen nöbete de göz atmak isterseniz, 16. sayfada afebril nöbet başlığına bakabilirsiniz. Ayrıca ilaçlara bağlı, toksik zehirlenme nedeniyle de nöbetlerin ortaya çıkabileceğine ilişkin 17. sayfadaki toksik nöbetler başlığına bakabilirsiniz. Hatta daha da ilginci annenin tercihi ile sezaryen ile doğan bebeklerde (elektif sezaryen), acil bir nedenle sezaryen sonucu doğan bebeklere kıyasla %1 ihtimal daha fazla kompleks (yani birden fazla) havale geçirme olasılığı olduğuna ilişkin makalenin 19. sayfasının ilk paragrafını okuyabilirsiniz. Hatta anne sütü almayan çocuklarda havale riskinin arttığını da 20. sayfada okuyabilirsiniz). Makalenin başlangıcındaki Latince sizi caydırmazsa, ilerleyen sayfalarda her birimizin gayet net şekilde anlayabileceği üzere, basit (bir defalık) havale ile kompleks (birden fazla geçirilen) havale nedir, gayet net açıklanmış. Makale temel olarak epileptik (afebril) havale ile ilgili olsa da, normal havale ile karşılaştırmalı olarak anlatıldığından, havale konusunda çok aydınlatıcı bir yazı olmuş.


        • Peki, havale sonunda sakat kaldığı söylenen çocuklar yok mu?
         Bu sakatlıkların nedeni havalenin kendisi değil, havaleye neden olan hastalıklar. 

        Basit yani gün içinde bir kere geçirilen, tekrarlamayan ve 15 dakikadan kısa süren havale sonucu meydana gelen sakatlıklarda genellikle menenjit veya ensefalit sorumlu oluyormuş, bunun da tek önlemi aşılarmış: http://www.anneoluncaanladim.com/forum/forum_posts.asp?TID=11407

        24 saat içinde tekrarlayan veya 15 dakikadan fazla süren (yani kompleks) havalelerde ise  ancak geçici sakatlıklar oluşabiliyor ve 1-2 günde düzeliyormuş. Yukarıda atıf verdiğim gibi (Dr. Esra Özaydın'ın makalesi) çocukların %4-5 inde hayatlarında bir kez havaleye rastlanırken, bunların yarısında bir kereden sonra havale görülmez. Yani havalenin tekrarlama riski çocukların ancak %2'sinde ikinci defa, ikinciyi geçirenlerin de ancak yarısı üçüncü havaleyi geçirmekteymiş . Bunların da ancak %0.4 kadarında 1-2 günde geçen sakatlıklar görülebiliyormuş (Dr. Fatma Tufan, Uzmanlık Tezi, http://www.istanbulsaglik.gov.tr/w/tez/pdf/aile_hekimligi/dr_fatma_tufan.pdf, s. 7-8 ve 22).

        Dr. Fatma Tufan'ın tezi de gayet anlaşılabilir günlük bir Türkçe ile herkesin anlayabileceği şekilde yazılmış. Havalenin olası nedenlerini, nasıl meydana geldiğini, havale sonrasında doktorların ve ailenin yapması gerekenleri etraflıca anlatmış. 


        • Peki yüksek ateş ile seyreden hastalıklar açısından dikkat edilmesi gerekenler neler? Ateşin yükseldiğinde veya kızının ateşi yükseldiğinde sen ne yapıyorsun?

        Benim açımdan en dikkat ettiğim hastalık, doktorların bile rahatlıkla gribal enfeksiyon ile karıştırabilecekleri romatizmal ateş: http://pedkard.uludag.edu.tr/cocukkard/kkh%20bilgi/Ara.htm
        Bu rahatsızlık daha çok 5 yaşından sonra görüldüğüden, şimdilik kızım risk altında değil. Ama dikkate alınmazsa vardığı sonuçlar çok rahatsız edici olduğundan, her zaman aklımın bir köşesinde...


        Anjin, orta kulak iltihabı, ishal, idrar yolu enfeksiyonu ve nadiren zatürre, menenjit, tüberküloz gibi ciddi enfeksiyonlar da ateşin nedeni olabilir. Bu nedenle ateşi düşürmeden ateşin seyrini izlemeyi tercih ediyorum. Çocukta uyku hali, huzursuzluk, solunum zorluğu varsa, aşırı iştahsızsa ve sıvı alımını da reddediyorsa, şiddetli başağrısı varsa, ateşi düşse de genel durumu düzelmiyorsa veya ateş iniş çıkış yaşamadan 48 saatten fazladır sürüyorsa hemen doktora gitme zamanı gelmiş demektir.

        Yukarıdaki resimde kızım ilk ciddi hastalığını geçiyor. Aynı zamanda dişi çıkıyor. Ateş yüksek ve huzursuz, ağlıyor. Ama genel görünümü iyi, baygın gibi bir hali yok, gayet dik oturuyor. Oyunlarımıza karşılık veriyor, bilinci açık. Meme emmeyi reddetmiyor. Dolayısıyla panik olmama ve ateşini düşürmeye çalışmama gerek yok. Ama ateşi olmasa bile nefes alıp vermesinde bir gariplik, neredeyse baygınlığa varacak bir hareketsizlik, tepkisizlik, yemeden içmeden tamamen kesilme, bir yerinin ağrıdığını düşündürecek şiddetli bir ağlama gibi tepkiler olsaydı saniye beklemeden doktora götürürdüm (ateşini yine de kesmezdim ki doktorun teşhis koyması için gerekli olan malzemeyi yok etmeyeyim).

        Ben ateşi ölçmüyorum. Çünkü fark ettim ki ateş ölçmek benim sinilerimi bozmaktan başka işe yaramıyor. Kızımın düşük ateşte havale geçirmesi de mümkün. Düşük ateşte çok hasta olması ya da yüksek ateşe rağmen keyfinin gayet yerinde olması da mümkün. O nedenle ben sadece kızımın genel olarak keyfini ve ateşin iniş çıkış seyrini izliyorum. Ateş genelde geceleri daha çok yükselir. İlk gün yavaş yavaş artar veya ilk gece ya da ikinci gece tepe noktaya vardıktan sonra yavaş yavaş azalarak yok olur. Yani en azından benim kızımda böyle oluyor. Ben de bu seyri takip ediyorum. Eğer bu iniş çıkışlarda bir gariplik, olağan dışı bir durum sezersem ateşi düşük bile olsa doktora götürürüm. Ama eğer ateş düşürücü kullanırsam bu seyir tamamen bozulmuş olur ve ben herhangi bir hastalık belirtisini yok etmiş olmaktan korkarım.

        Kızım 40. ayında ve şimdiye kadar 2-3 kaşık ateş düşürücü şurup almıştır. Sanırım hemen hepsi de gece yatmadan önce, ateşin en yüksek olduğu noktadaydı. Bir keresinde ateşi 41-41,5 gibi görünüyordu. Meme emiyordu ama elleri titriyordu ve uyumakta zorlanıyordu. Hastalıkla savaşması için güce de ihtiyacı olduğunu düşünerek bir kaşık şurup vermiştim. Ama biliyorum ki inatçı ateş, şurup da verseniz düşmeyebilir. Sonuç olarak kızım artık 40. ayında ve bu seneyi tamamen ilaçsız atlattı, artık titreme noktasına gelecek kadar ateşlenmiyor. Sanırım bağışıklık sistemi gitgide kuvvetleniyor. Ayrıca kızımla birlikte uyuyoruz. Kendi odasında yattığı zamanlarda da hastayken yanımda yatırırdım. Gece saat kurup da kalkıp ateşini ölçmek gibi bir adetim hiçbir zaman olmadı. Hala kızım çişi geldiği için gözlerini açsa, ben de onunla birlikte uyanıyorum. Kendim de hasta değilsem, kendim de ilaç almamışsam, kızımdaki en ufak değişikliği uykumda bile hissedebiliyorum. Ve ben tedirgin oldukça, çocuğu da tedirgin ettiğimi düşündüğümden, o hastayken olabildiğince rahat davranmaya çalışıyorum. Ayrıca biliyorum ki şimdi çektiği her acı ileride ona rahatlık olarak geri dönecek. Yukarıdaki resminde 9 aylık kadardı. Şimdi ise artık o kadar şiddetli ateşlenmiyor, ateşlendiği zaman da o kadar rahatsız olmuyor.

        Kızım ateşlendiğinde tüm hastalık seyrini ve fiziksel tepkilerini dikkatle gözlemliyorum. Ateşten dolayı eklem yerleri ya da kasları ağrımışsa yorgun olup olmamasına göre ılık duş aldırıyorum, yağla masaj yapıyorum ya da ıslak havlu koyuyorum ağrıyan yerlerine. Elleri veya ayakları üşüyorsa sıcak su torbası koyuyorum. Ateşten dolayı terliyorsa kıyafetlerini sık sık değiştiriyorum. Yattığı yerde oyalıyorum; televizyon izlemesine izin veriyorum veya kitap okuyup masallar anlatıyorum. Hepsi bu...


        • Ateş düşürücü kullanmanın ne zararı olabilir ki, kullansak da çocuk da rahatlasa?

        İnsan vücudu hayatta kalmak ve sağlıklı olmak üzere programlanmıştır. Dolayısıyla olağanüstü bir durum olmadıkça insan vücudunun verdiği her tepki, olması gereken tepkidir. Eğer vücut, ısısını yükseltiyorsa bir nedeni vardır.

        Ateş, mikrobik hastalıkların ilerleyerek vücudun hasar görmesini engelleyen bir mekanizmadır. Yüksek vücut sıcaklığında bakterilerin çoğalmasını sağlayan demir, çinko ve bakır miktarları azalır. Ayrıca hücrenin sindirim organeli olan lizozomlar kolay bölünür. Lizozomlardan açığa çıkan parçalayıcı enzimler, hücreleri içindeki virüslerle birlikte öldürür. Yüksek vücut sıcaklığı, savunma hücreleri olan lenfositlerin de çoğalmasını sağlar. Aynı zamanda virüsleri öldüren interferon üretimi de artar (http://www.ilmimercek.net/makale/112932/vucut-sicakligini-kontrol-altinda-tutan-mukemmel-sistem).

        Eğer ateş düşürücü kullanırsam bu işleyişin bir noktasına ket vuruyorum demektir. Dolayısıyla vücudun savaşmasını engelliyorum ve bu suretle de hastalığın süresinin uzamasına ve şiddetinin artmasına neden oluyorum demektir. Ayrıca ateş, çocuğun hareket etmesini de engeller. Ateşi düşürürsem çocuk daha fazla hareket etmye başlayacak ve enerjisini hastalıkla savaşmaya değil de boşa harcayacaktır. Bu durum da hastalığın süresini uzatıcı bir başka etken.

        Ayrıca ateş, bir hastalığın belirtisidir. Eğer ateşi baskılarsam, hastalık belirtisini de yok ederim. Misal belki çocuk menenjit mikrobunu kapmış. Ateş düşürücü kullansam bile ateşin düşmeyip menenjitin beyne vurması ihtimali her zaman mevcut. Oysa ateşi düşürmeden gidişatı izlesem, belki vücudunun verdiği anormal bir tepkiyi fark edip, "Bu ateş normal bir grip ateşi değil" diyebilir ve vakit kaybetmeden doktora başvurabilirim. Aynı durum romatizmal ateş için de geçerli olabilir.

        Havale geçirirse de ne yapacağımı biliyorum. 30 dakikadan kısa süren ve gün içinde tekrarlanmayan, bir kerelik havalenin zararı yok. Bir kere havale geçirmesi durumunda ikinciyi geçirmesi daha az ihtimal, üçüncüyü geçirmesi ise çok çok daha az bir ihtimal biliyorum. Bu havaleler sonucunda bir araz çıkarsa 1-2 gün içinde iyileşecek, öğrendim. Eğer kompleks havale geçiriyorsa, tekrarlayan havalelerde doktor önerisi ile fitil kullanabilirim, bunu da biliyorum. Zaten havale görüntü itibariyle kötü bir şey olduğundan, havale geçiren bir çocuğun doktora götürülmemesi imkansız. Ben aklıma kötü şeyler getirmem ama doktor kontrolünü de elbette ihmal etmem.

        Sonuç itibariyle ben vücut ısısını düşürmemeyi tercih ettim. Bunun doğru seçim olduğuna inanıyorum. Ama bu demek değil ki ateşi çıkan çocuğumu ihmal ediyor, kendi haline bırakıyor "Saldım çayıra, Mevlam kayıra" diyorum. Bilakis ilaç kullananlardan çok daha dikatli ve düzenli gözlemliyorum, tepkilerini biliyorum ve anormal tepki olursa da tespit edebileceğime inanıyorum.

        Eğitim Sistemine Güvenmiyor Musunuz? Okulsuz Eğitim (Unschooling) ve Kendi Kendine Öğrenme (self-directed learning)

        $
        0
        0
        Üstte yazılanlar: Ev Okulu: İnanış (efsane) - Gerçek
        Altta yazılanlar: Halk Okulları: Talep edilen - Sonuç
         
        Annem ve babam, ben kendimi bildim bileli çalışıyorlar. 2,5 yaşında yuvaya gitmeye başlamışım ve doktoramı yeni bitirdim. Yani 33 senedir okulluyum. Okulların iddia edildiği gibi insanları sosyalleştirmediğini kendimden biliyorum. Gerçi ben kişilik olarak da fazla girişken bir insan değilimdir. Ama son derece girişken olan ve benim gibi okullarda büyüyen kuzenlerim ile ilkokula kadar sokaklarda oynayarak kalabalık bir evde büyümüş olan ve karakter olarak da içe dönük sayılabilecek eşimi karşılaştırdığımda farkı görebiliyorum. Sokakta, başında bir yetişkin olmadan, değişik yaş gruplarındaki çocuklarla, geniş alanda oynamak karakter yapısı içe dönük de olsa, dışa dönük de olsa her türlü insanı sosyalleştirir, empati kazandırır, insanlara karşı hangi hareketlerin yapılması, hangilerinin yapılmaması gerektiğini öğretir. Okullarda ise insan ancak itaat etmeyi öğrenir, insan ilişkilerine dair öğrenebileceği tek şey de budur...
         
        Bu şekilde "eğitim"i geçtim, "öğretim"den bile memnun değiliz. İyi bir öğrenim alabilmek için özel okullara ya da özel öğretmenlere para dökmek, sınavlara hazırlanmak ve sosyal hayatımızdan fedakarlık etmek zorunda kaldık. Sonuçta ise en basitinden "resmi tarih" denen bir kavram ile karşılaştık ve en azından tarih dersini 30 yaşımızdan sonra, baştan çalışmak zorunda kaldık.
         
        Kızım için ümit ettiğim eğitim bu değil. Bu nedenle kızımı okula göndermek, resmi müfredatla baş başa bırakmak, yaşamını dört duvar arasında ve olabildiğince hareketsiz, sürekli oturarak geçirmesini sağlamak istemiyorum.
         
        Bu yazı da kızımın eğitimine dair verdiğim kararlara ilişkin bir giriş yazısıdır. Kısaca anlatmaya çalışacağım. Diğer yazılarla birlikte anlatmak istediklerimin netleşeceğini ümit ediyorum.
         
        Kızıma vermek istediğim eğitimle ilgili ilk fikirler Jean-Jacques Rousseau'nun Emile isimli kitabını okurken şekillendi (1700'lü yıllarda basılmış). Peşinden Richard Louv'un yazarı olduğu Doğadaki Son Çocuk isimli kitapla kafamdaki düşünceler netleşti (2000'li yıllarda basılmış). Zaten içimden geçenleri düşünceler haline dönüştürebilmek için kitaplara ihtiyacım olması, kitaplar olmadan düşünemez ve yaşayamaz hale gelmiş olduğumu fark etmem de bu süreçte oldu. Kızımın benim gibi olmasını istemediğime karar verdim. O, kitaplara veya herhangi bir dışsal uyarana ihtiyaç  duymadan etrafında var olan bilgiye ulaşabilmeli, düşüncelerini şekillendirebilmeli, içinden geçenleri bilgiye dönüştürebilmeli... Aslında her insan bunu yapabilmeli ama biz engellenmişiz, çocuklarım olabildiğince engellenmesin istediğime karar verdim.
         
        Hala kendimi tam ifade edemiyorum farkındayım. O zaman minik bir hikaye anlatayım:
         
        Bir gün ömrünü dağda, koyunlarla geçiren bir çoban varmış. Bir din adamı oradan geçerken çobanın Tanrısı ile muhabbet ettiğini duymuş. Yanındakilere "Yazıktır, bu çoban yol yordam bilmiyor. Dini kuralları öğretelim ki huzura ersin." demiş. Tam çobana doğru yürürlerken, çoban oturduğu yerden kalkmış ve sakin sakin koyunlarını güderek karşıki gölün üzerinden yürüye yürüye geçmiş. Çobanın suyun üzerinde yürüdüğünü gören din adamı olduğu yerde kalmış ve yanındakilere "Çobanı kendi haline bırakın. Onun bizden değil, bizim ondan öğreneceklerimiz var." demiş.
         
        Ben ola ola belki din adamı kadar olabilmişimdir... İsterim ki çocuklarım, o çoban gibi olsunlar...
         
        Gerçek hayata dönecek olursak, biraz araştırma sonucunda okulsuz eğitim (unschooling) ve kendi kendine öğrenme (self directed learning) terimleri ile karşılaştım. Ev okulu (home schooling) gibi, bu terimler de esasen okullarda silahlı saldırıların sık yaşandığı Amerika'da çocuklarını, okulun yaşadıkları çiftliğe çok uzak olması veya evlerinde din ağırlık eğitim vermek istemeleri gibi nedenlerle devlet okullarına göndermek istemeyen aileler arasından çıkmış. Bir tür moda olarak da yayılıyor. Bu tür moda terimlerden hoşlanmasam bile içimden geçenleri tam olarak karşıladıkları için terimleri kullanmakta bir sakınca görmüyorum. Ama neticede her ailenin eğitim anlayışının farklı olacağı muhakkak.
         
        Özetle ev  okulunda, çocuk devlet okuluna gönderilmiyor, sınavlara sokulmuyor, karne almıyor. Ama devlet okulundaki eğitim sistemine benzer bir eğitim alıyor. Evde her gün, hangi derslerin işleneceği belli. Genellikle anne, öğretmen oluyor ve çocuklar devlet okuluna benzer bir şekilde, kendi evlerinde eğitiliyorlar. Bu durumda  öğretmen olan kişi, çocukların her birinin bireysel ilgi alanlarını ve gelişim hızını takip edip, kendi müfredatını da buna göre düzenleyebiliyor.
         
        Okulsuz eğitimde ise çocuklar okula gönderilmedikleri gibi belirli bir eğitim müfredatı  da takip edilmiyor. Çocuklar kitaplardan okuyup öğrenmek yerine, kendi deneyimlerinden öğreniyorlar. Oyun oynarken, ev işi yaparken ve diğer bireylerle sosyal etkileşimleri yoluyla kendi kendilerini eğitiyorlar. Bu noktada neyi nasıl öğreneceğine çocuk karar veriyor, yetişkin ise ancak yol gösterici olabiliyor.
         
        Kendi kendine öğrenme (Autodidacticism) ise özellikle yetişkin eğitiminde kullanılan bir metot. Ama ben çocukların da ciddi anlamda, bu şekilde öğrendiklerine inanıyorum. Bebeklere konuşmayı kim öğretiyor? Kendi kendilerine öğreniyorlar. Aynı şekilde çocuğun kendi kendine öğrenme becerisini yok etmezsek, yardımsız öğrenmeye açık olacaklarını düşünüyorum. Bizler gibi sürekli dışsal yöntemlerle öğrenmeye zorlanmış bir nesil için, çocuğu kendi kendine öğrenmeye bırakmak çok zor ama kişi kendisinin ve ne yaptığının farkında olursa, imkansız da değil. Mesela 1,5 yaşından itibaren çocuklar çoraplarını, ayakkabılarını kendileri giyme denemeleri yapmaya başlarlar. Ayakkabı çiftlerini bazen ters, bazen düz giyebilirler. Çocuğa hangi ayakkabıyı nasıl tanıyacağı ve ne şekilde giymesi gerektiği öğretilebilir. Ama eğer çocuğun ters giydiği ayakkabı düzeltilmez ve o şekilde yürümesine izin verilirse, öyle ya da böyle bir gün ayakkabıları düzgün giymeyi öğrenecektir. Sonuç olarak sizin öğrettiğiniz çocuğun, o ayakkabıyı giydiği her seferinde bilgiyi tekrar etmesi gerekir ama kendi kendine öğrenen çocuğun bilgiyi içselleştirip kendisi bile fark etmeden doğru seçimi yapması, diğer çocuktan daha kısa sürecektir. Bilgiyi içselleştirmeyi öğrenen çocuk, bu yöntemi de içselleştirebilir, kendi kendine öğrenmeye devam edebilir. Ama bunu da tamamen kafamdan sallıyorum, herhangi bir istatistiki bilgiye filan dayanmıyorum, o nedenle herhangi bir bilimsel link veremiyorum :)
         
        Yeni bir etiket açıyorum: Okulsuz Eğitim. Bu da etiketin ilk yazısı olsun...

        Çeviri: Neden Çocuklarım Hiçbir Zaman Sosyalleşemeyecekler?

        $
        0
        0


        Alternatif eğitim sistemleri hakkında yıllardır okuyorum. Bilimsel makalelerin yanı sıra, zorunlu kitle eğitimi dışındaki sistemlerle çocuklarını eğiten ailelerin tecrübelerini de merak ediyorum. Bu konuda en çok kişisel bloglara başvuruyorum. Aşağıdaki yazıyı kendime ve şu anda içinde bulunduğum yaşantıya çok yakın buldum. 4 çocuk annesi, ABD Arizona'da yaşayan Jeniffer McGrail'in yazısı (tercümedeki olası hatalarım affola):
         
         
        "Ev okulları ya da okulsuz eğitim ile ilgili tek kaygım çocukların sosyalleşemeyecek olmaları."
         
        Bu ifadeyi dün okudum. Ama elbette bu tür bir itirazı ilk duyuşum değildi (son duyuşum da olmayacak). Ev okulunu tercih etmiş herhangi bir ailenin de söyleyeceği gibi, bu ifade bizim biteviye, bıktırıcı olacak kadar sık duyduğumuz bir itirazdır. Hem de çok sık… Ev okulu ile ilgili şüpheye yer bırakmayacak şekilde, kesinkes kendisinden emin bir ifade olarak, en sık karşılaşılan yorum, soru ve yanlış inançtır. Pek çok gün bu tür bir yorumu duyup, duymazlıktan gelirim. Çok defasında kendimi “Gerçekten mi? Ah, gerçekten mi?” diye inlememek için zor tutarım. Çoğu kişinin sosyalleşmek kelimesinin ve ev okulu teriminin ne ifade ettiklerinden habersiz ve aslında ne söylediklerinin de tam farkında olmadıklarını düşünerek kendimi sakinleştiririm.
         
        Ama sonunda anladım ki sosyalleşmemek kaygısı, ev okulu yapan bizler için ne kadar anlamsız olursa olsun, pek çok insanın paylaştığı ortak bir kaygıymış. Eğer bir kerecik bile olsa bu konuda bir açıklama yapmazsam kendime, çocuklarıma ve ev okulu topluluğuma büyük bir kötülük yapmış olacağıma karar verdim.
         
        İşte sadece bir kez ve herkes için sosyalleşme (toplumsallaşma) sorusuna benim cevabım: 
         
        İşte çocuklarımın sosyalleşememesinin nedeni:
         
        Ev okulu yapmaya karar verdiğimizde ilk çocuğum Spencer henüz bebekti. Dolayısıyla sosyalleşmek için henüz birkaç yılı daha olduğunu düşünmüştüm.
         
        Eleştiride bulunanların haklı çıkmasına izin veremezdim, başarısız bir ebeveyn gibi görünmek istemiyordum. Bu nedenle yapacağım en son iş bile olsa çocuğumu sosyalleştirmeliydim. Ama ne yazık ki hayat bir şekilde akıp gitti. O sırada biz kilisede zaman geçirmekle meşguldük. Büyük anne-babalarımızı ve amca, dayı, hala ve teyzelerimizi ziyaretle zaman geçiriyorduk. Bölgemizdeki yerel kitapçıda düzenlenen hikaye okuma saatlerinde birkaç iyi arkadaş edindik ve onlarla birlikte haftada iki gün düzenlediğimiz oyun grubunda çok eğleniyorduk. Bu arada anne ve çocuk olarak birlikte egzersiz kursuna gittik, yüzme kursuna devam ettik ve bulunduğumuz bölgede uzun ve yavaş yürüyüşler yaptık.
         
        Zaman akıp gitti. Spencer artık "okul çağı"na gelmişti. Ama ben hala sosyalleşmeye ilişkin bir düzenleme yapamamıştım. Ama sorun da etmedim. Yaşı hala küçüktü, henüz sosyalleşebilmek için vakti vardı. 
         
        Bu sırada başka bir eyalete taşındık. Bulunduğumuz çevreyi öğrenmeye çalışıyorduk. Yeni insanlarla tanışıp, yeni şeyler keşfediyorduk. Yeni bir kilise bulduk ve orada da yeni arkadaşlar edindik. Ayrıca o dönemde ikinci bebeğim Paxton ailemize katıldı. Yeni bir bebeğin getirdikleri ile de çok meşguldük. Ama böylesi bir yoğunluğun içinde bile emindim ki çok yakında sosyalleşmeyebaşlayabilecektik.
         
        Amasonra gene meşguliyetlerimiz artıverdi. Bulunduğumuz bölgedeki, bölgesel bir ev okulu grubuna katıldık ve iki oğlum da orada arkadaşlar edindiler…ki böylece korktuğum oldu, daha da fazla oyun günlerine katılmamız gerekti. Aşağı yukarı aynı zamanlarda Spencer yavru kurt olarak bir izci grubuna katıldı, bu da artık her hafta en az bir ya da iki geceyi evin dışında geçireceği, ayrıca izci toplantılarına, yemeklerine, derbilerine ve ödül gecelerine katılacağı anlamına geliyordu. Ve küçük bir kasabada oturduğumuzdan dolayı, sokağımızın karşısında komşularımız vardır. Onların kızları da hemen hemen her gün, okuldan sonra bize geliyordu. Konuksever değilmişim gibi davranmak istemedim, nasıl hayır diyebilirdim ki? Zavallı kızcağız bizim sosyalleşme zamanımızı böldüğünü neredenbilebilirdi?
         
        Busırada üçüncü çocuğum Everett doğdu. O sırada Spencer 7, Paxton ise sadece 3,5 yaşındaydı. Sosyalleşebilmeleri için hala zamanım olduğunu düşünüyordum. Ama bu sırada hala izci ve ev okulu grupları ve üç çocuklu bir hayat içinde oldukça meşguldük. Tabii hafta sonlarını bu kapsam dışında tutmam gerekir. Çünkü hafta sonlarımızı annemle babamın kaldıkları bir yaz kampında, onları ve onların arkadaşlarını ziyaret ederek geçiriyorduk. Ya da Massachusetts’deki akrabalarımızı ziyaret ediyorduk. Ya da kız kardeşimin ailesi ile dışarıda takılıyorduk. Ya da şehirde getir götür işlerini yapıp ortalıkta koşturan insanlarla koşturuyorduk. Ya da sokaktaki fakir insanlarla sohbet ediyorduk. Ya da kütüphanede veya pizzacıda veya pastahanede vakitgeçiriyorduk.
         
        Sonra birden bire çıldırdık. Ülkenin diğer ucuna taşınmaya karar verdik. Taşındığımız ilk sene kiralık bir evdeydik. Ama kiralama bile çok fazla sayıda düzenleme, geliş-gidiş, yeni insanlar ve yeni yerler gerektirir. Mesela uydu antenimizi bağlayan bir çocuk vardı. Ya da mobilyalarımızı getiren işçiler. Ayrıca mobilya ve eşya mağazalarına geziler yapmamız gerekiyordu; bu arada kütüphaneyi inceleme gezileri de yapıyorduk. Halka açık havuzda zaman geçiriyorduk. Ayrıca bir de böcek ilaçlama servisinden gelen adam vardı (ki bu bizim için bir ilkti, daha önce hiç böcek ilaçlaması yapan biriyle tanışmamıştık), çocuklarımın isimlerini ezberlemişti ve her gelişinde onlara lolipop getiriyordu. Ayrıca orada başka bir ev okulu grubu bulduk. Ayrıca her an dışarıda futbol oynamaya hevesli bir sokak dolusu çocuk ve sürekli bizim kapının zilini çalıp oğlanların dışarı çıkıp onlarla oynayıp oynayamacağını soran kapı komşularımız da vardı. Sürekli kasırga gibi bir sürü aktivite ile çevriliydik. Şüphesiz ki böylesi bir ortamda çocuklarımın sosyalleşmeye zaman ayırmalarınıbekleyemezdim.
         
        Sonunda bir ev satın aldığımızda artık hayatımızın biraz sakinleşeceğini düşündüm. O sırada Spencer 10 yaşındaydı. Ama diğer çocuklarım için çok da geç olmadığını ümit ediyordum. Başlangıçta her şey çılgıncaydı. Müteahhitlerle konuşuyor, tadilat yapanları izliyor ve kapı komşularımızla mangal yapıyorduk. Ama her şeyin sakinleşeceğini düşünüyordum. Hayat durulmak zorundaydı. Ve sonra…sonra, nihayet biraz sosyalleşmeyebaşlayabilirdik.
         
        Ama işler düşündüğüm gibi gitmedi.
         
        Gene hamileydim ve bu da kadın doğum uzmanına tüm oğlanlarla beraber sık sık gitmem gerekeceği anlamına geliyordu. Dördüncü çocuğum, kızım Tegan doğduktan sonra, başka bir ev okulu grubuna katıldık ve hep birlikte saha gezileri yapmaya başladık (Çevirenin notu: sınıfın dışında, gözlem yapmak için çıkılan okul gezileri). Her üç oğlum da yüzme dersleri alıyorlardı. İlk iki oğlum tekrar izci gruplarına katıldılar. İkinci oğlum Paxton küçük bir lig takımına katıldı, ve üçüncü oğlum Everett da biraz büyüdüğünde abisinin izinden gitti. Everett ayrıca bir jimnastik kursuna başladı ve orada en iyi arkadaşını buldu. Ki bu kurs altımıza birden yeni arkadaşlar kazandırdı. Eşim Mike bizi bazı off-road gruplarına soktu. Bu gruplar düzenli olarak çölde aktiviteler düzenliyorlardı. Kendi başımıza veya diğerleri ile birlikte “geocaching” yapmaya başladık. Taşındığımız bölgede yaşayan ve daha önce tanışmamış olduğum bir kuzenim olduğunu ortaya çıkardık ve şimdi haftada en az birkaç defa, onun 6 aylık tatlı kızına göz kulak oluyoruz. Ayrıca çocuklar ücretsiz bir demokratik okula* gidiyorlar, orada arkadaşlar edindik ve ayda iki defa bölgesel bir kilisenin ev okulu grubuna da devamediyoruz.
         
        Ve bu yıl kesinlikle sosyalleşebilmemiz mümkün görünmüyor. Çünkü yukarıda saydıklarıma ek olarak, bir ay sürecek ülke genelinde bir gezi planlıyoruz. Çeşitli manzaralar görmek, eski ve yeni dostlarımızı ziyaret etmek, akrabalarımızla iletişime girmek ve 4 günlük bir “okulsuz eğitim” konferansına katılmakiçin.
         
        Pes ediyorum.
         
        Benim çocuklarım asla sosyalleşemeyecekler. Bunun için yeterli zamanım yok. Sosyalleşmeye zaman ayırabileceğimi düşündüm, bunu gerçekten istedim ama çocuklar buna zaman ayıramayacak kadar meşguller.
         
        :) Yazı burada bitti. Umarım yüzünüzde bir gülümseme oluşmuştur. Büyükşehirde yaşarken çok çok önemli bir işim olduğunu, deli gibi çalışmak zorunda olduğumu ve çok meşgul olduğumu düşünürdüm. Oysa küçük şehre taşınınca fark ettim ki uzayın içinde bir toz zerresiyim ve dünya bensiz de dönmüş ve dönecek, hayati öneme sahip beslenmeme ne kadar vakit ayırıyorsam, işime de o kadar vakit ayırmam yeterli ve sabahtan akşama kadar deli gibi çalışmak değil, gerçekten hayata dokunmak insanı meşgul kılıyor ve üstelik yeni hayatımda çocuklarımı da dışlamak zorunda değilim, onlarla birlikte de sosyal ve üretken olabilirim... Hissettiklerimi ve aklımdan şimşek hızı ile geçenleri anlatmak gerçekten çok zor. Belki böyle art arda yazarak kendimi ifadeedebilirim. Bu yazı sadece "sosyalleşmek" denen kavramın bir yetişkin gözetiminde, her 50 dakikada bir sıralara oturup yetişkini dinleyip, akabinde 10 dakika beton dökülmüş bahçede oynayan aynı yaş grubu çocuklar arasında mı gerçekleştiği, yoksa hayatın içine karışmış ve değişik yaşlardan, meslek gruplarından insanlar ile etkileşime giren çocukların sırf zorunlu kitle eğitim sistemlerinin sıralarında oturmadıkları için sosyalleşmemiş mi sayılacakları sorularını düşündürmek için bile yeterli...
         
        * Demokratik okullar ile ilgili kitaplar:
        Demokratik okullar ile ilgili Türkçe bir yüksek lisans tezi:
        Demokratik okullar ile ilgili bir video (ki "democratic schools" ya da "demokratische schule" diye aratırsanız farklı görüntülere de ulaşmanız mümkün):
        http://www.youtube.com/watch?v=EUZU-NHxa9c




        Çeviri: Okulsuz Eğitim (Unschooling) İçin Başlangıç Kılavuzu

        $
        0
        0
         
         
         
        Dün baştan aşağı kinayeli yazılmış bir yazıdaki kinaye vurgusunu veremeden, başarısız bir çeviri örneği verdim. Ama yılmadım, bugün de çeviri yapıyorum :)
         
        Leo Babauta minimalist yaşam konusunda alanında çok ünlü bir blog yazarıdır. Anne babası ve eşi öğretmendir. Eşi işinden istifa etmiş ve şu anda 4 çocuklarına okulsuz eğitim vermektedirler. Benim de blogundaki yazıları severek takip ettiğim ve fikirlerini çok beğendiğim biridir. Aşağıdaki yazıyı da 10 Nisan 2012 tarihinde yayımlamıştı (çeviri hatalarım affola):
         
         
        Bir ebeveyn olarak bana en çok sorulan soru okulsuz eğitim ile igili ve zaten bir ebeveyn olarak, diğer ebeveynlere okulsuz eğitimden daha fazla önerdiğim hiçbir şey de yok.
         
        Okulsuz eğitim, diğer eğitim metotları ile karşılaştırıldığında çok daha fazla özgürlük sunan bir eğitim felsefesidir. Okulsuz eğitim çocukları, bildiğim her şeyden daha fazla, belirsiz ve hızla değişen bir gelecek için hazırlar. Eşim ve ben birkaç yıldır 4 çocuğumuzu da okulsuz eğitim sistemi ile yetiştiriyoruz.
         
        Okulsuz eğitime gönülden inanmama rağmen bu konuda daha önce hiç yazmadım, çünkü bu konu ile ilgili tüm cevapları kesinlikle bilemiyorum. Hiç kimse de bilemez zaten.
         
        Okulsuz eğitimin güzel tarafı zaten bu cevapları arama sürecidir. Eğer tüm cevapları bilen birisi olsaydı, bu arama süreci de olmazdı. Okulsuz eğitimi tercih eden ebeveyn ve çocuklara söyleyebileceğim tek şey, cevap arama sürecinin eğlencenin kendisi olduğudur.
         
        Ama yine de kendimi zorlayarak bazı sorulara cevap vermeye çalışacağım: Okulsuz eğitim nedir? Neden okulsuz eğitim vermelisiniz? Bu konuda neler okumalısınız? Bugün bu konulardan konuşacağız.
         
        Okulsuz eğitim nedir?
         
        Öncelikle, ev okulunun bir çeşididir. Ama kurumsal eğitim ile karşılaştırma dışında bu soruya verilebilecek uygun bir cevap yoktur. Okulsuz eğitim vermenin sadece tek bir tür yolu yoktur ve okulsuz eğitim veren insanların çoğu bunu değişik nedenlerle ve değişik metotlarla yaparlar.
         
        Yine de işte benim okulsuz eğitim tanımım (kurumsal okullarla karşılaştırmalı olarak):
        •  Okullarda belirli konularda dersler varken, okulsuz eğitimde yoktur.
        •  Okullarda öğretmenler ve okul yönetimi tarafından belirlenen hedefler varken, okulsuz eğitimde çocuk kendi hedefini kendisi belirler.
        • Okullarda bilgi öğretmenden öğrenciye doğru verilirken, okulsuz eğitimde öğrenci kendisi öğrenmektedir.
        • Okullarda öğretim bir takım kitaplar ve materyallerle yapılırken, okulsuz eğitimde her türlü yolla öğrenmek mümkündür: araştırmaları sonucu buldukları kitaplar, internetteki bilgiler, kardeşler veya anne-baba, açık hava gezileri, müzeler, öğrenmek istedikleri konuda uzman olan kişiler ve diğer tüm kaynaklar.
        • Okul yapılandırılmıştır ama okulsuz eğitim caz müziği gibidir. Doğaçlama olarak gelişir ve öğrenci değiştikçe, o da değişir.
        • Okulda öğrenciler yönergeleri izlemeyi öğrenirler, okulsuz eğitim öğrencileri ise kendileri için düşünmeyi ve kendi kararlarını vermeyi öğrenirler.
        • Okullarda öğrenciler, yöneticilerin belirlediği tempoda öğrenmek zorundadırlar; okulsuz eğitimde ise öğrenci kendi hızında öğrenebilir.
        • Okulda öğrenme belirli zamanlarda ve sınıfta gerçekleşirken okulsuz eğitimde öğrenme her an gerçekleşir ve öğrenme fiili ile günlük yaşam arasında bir bölünmüşlük yoktur. (çevirenin notu: Yani "Sabah 9, öğleden sonra 3 arasında öğrenilir ve sadece sınıf içinde, sırada oturularak öğrenilir" denmez. Gece yarısı mide bulantısı ile uyanan çocuk midesinin yerini ya da annesine çamaşır asmakta yardım eden bir çocuk "nemli" kelimesinin anlamını öğrenebilir.)
         
        Burada hemen bir konuyu vurgulamak istiyorum: Okulsuz eğitimde, hayatın kendisi okuldur. "Okula gitmek" diye bir kavram yoktur... Her an bir şeyler öğrenilir.
         
        Okulsuz eğitimde öğrenciler, sizin benim gibi, yetişkinlerin öğrendikleri şekilde öğrenirler: ilgileri olan şeye yönelirler, kendi kendilerine nasıl öğrenebileceklerini bulurlar, kendileri değiştikçe bulacakları metot da değişir, bulabildikleri tüm kaynakları ve öğrenme materyallerini kullanırlar, merak hissi ile harekete geçerler ve merak ettikleri hususa ilişkin uygulamalar yaparlar. Yani bir kişinin onlara bu hususun önemli olduğunu söylemesi gerekmez.
         
        Bu öğrenme şekli serbest çalışan bir yazar, bir girişimci ve bir ebeveyn olarak benim de öğrenme şeklimdir. Ve çocuklarımız yetişkin olduklarında, onlar da böyle öğrenecekler. Neden onların şu anda da böyle öğrenmelerine izin vermeyelim?
         
         
        Neden Okulsuz Eğitim?
         
        Haydi okulun ne işe yaradığını düşünelim: Çocukları gelecekteki mesleklerine (ve hayata) hazırlar, ki bu gelecek bir 10 yıl veya daha da fazla uzaktadır. Şimdi bir on yıl ve hatta daha da uzun bir süre sonraki geleceği düşünelim: kaçımız 13 sene sonra hayatın bugünkü gibi olacağını düşündü? Dünya üzerindeki ekonomik durgunluğu, değişen iş piyasasını (çevirenin notu: benim zamanımda arkadaşlarımın çoğu işletme ve iktisat okudu ve şu anda okudukları bölüm ile ilgisiz işler yapıyorlar. Hakeza uluslararası ilişkiler okuyup, kendisine uygun iş bulamayan çok insan tanıdım. Yakın gelecekte artan hukuk fakülteleri nedeni ile avukatlığın da cazip bir meslek olmaktan çıkacağını düşünüyorum.), ya da akıllı telefonlar, iPad, elektronik kitap okuyucuları gibi teknolojik aygıtların bu kadar yaygın kullanılacağını öngörebilir miydik? Ve bu sadece bir başlangıç.
         
        Çocuklarımızın geleceğinin nasıl olacağını tahmin bile edemiyorken, onların geleceğe hazırlanmak için neler öğrenmeleri gerektiğini bugünden nasıl bilebiliriz? Aslında biz onları yarının mesleklerine değil, bugünün mesleklerine hazırlıyoruz. Okul çocuklara, gelecekte hiç de ihtiyaç duymayacakları bir takım bilgiler ve beceriler öğretir.
         
        Okulsuz eğitim ise farklı bir yaklaşım getiriyor: çocuklar kendi kendilerine öğrenmeyi, kendilerine öğretmeyi öğrenebilirler. Eğer kendine kendine öğrenmeyi ve kendine öğretmeyi bilebiliyorsan, işte o zaman geleceğe hazırlıklısın demektir. Eğer gelecekte bildiğimiz şeyler geçersizleşirse, kendine kendine öğrenmeyi öğrenmiş olan kişi, gelecekte kullanımda olan her ne ise onu öğrenmeye hazır olacaktır. Sadece bir öğretmenden öğrenmeye alışmış kişi ise kendisine öğretmesi için bir öğretmen arayacaktır (çevirenin notu: Türkiye'nin her yerinde pıtrak gibi açılan kurslara hiç anlam veremezdim. Bu cümleyi okuduktan sonra kafamda bir ampul yandı.).
         
        Okulsuz eğitimi tercih etmek için diğer nedenler:
        • Okulsuz eğitim, girişimcilerin öğrenme yöntemidir. Okullarda çocuklar talimatları takip etmek üzere eğitilirler, tıpkı iyi çalışanlar (işçiler, memurlar vs) gibi. Girişimciler ise ne öğrenmeleri gerektiği konusunda sorumluluklarını yüklenirler ve kendi kararlarını kendileri verirler ve bilinmeyen sularda gezerler. Okulsuz eğitim çocukları robot olmak yerine girişimci olmaya hazırlar.
        • Okulsuz eğitim çok daha doğaldır. Kitlesel okul sistemi çok modern bir buluştur (çevirenin notu: 190 yıllık bir geçmişi vardır. Yani Türkiye'de dedelerimizin dedesi, bizim bildiğimiz anlamda okullarda okumamışlardır.). Dolayısıyla modern okul sistemi, insanlık tarihindeki öğrenme yöntemi değildir, ki bunlar gibi insanlar da modern okul sisteminden çıkmamştır: Leonardo DaVinci, Leo Tolstoy, Amedeus Mozart, Albert Einstein ve Benjamin Franklin.
        • Okulsuz eğitim daha özgürdür. Okul yapısı, kararların kendileri adına alınmasını seven insanlar için uygundur. Ama eğer siz kendi kararlarınızı kendiniz vermek istiyorsanız ve güncel ihtiyaçlarınızı karşılayacak şeylerle ilgileniyorsanız, daha fazla özgürlük talebiniz olacaktır.
        • Bizler de çocuklar ile birlikte öğreniriz. Çocuklar okulda iken ebeveynler öğrenme sürecinin dışında kalırlar ve çocuklarının eğitiminin sorumluluğunu öğretmenlerin almasını isterler. Ama okulsuz eğitimde siz de çocuğunuzla birlikte öğrenirsiniz (çevirenin notu: Şahsen okulsuz eğitimde benim en zevk aldım bölüm burası:)). Öğrendiğim en önemli şey de öğrenmeyi öğrenmek. Her çocuk için, öğrenmenin en iyi yolunun ne olduğunu, insanların nasıl öğrendiğini birlikte öğreniyoruz.
        • Öğrenmek sınırsızdır, sonsuzdur. Okullarda öğrenme sınıflar ve ev ödevleri ile sınırlandırılmıştır. Sonrasında çocuklar öğrenmeyi durdurabileceklerini, oyun oynamaya gidebileceklerini ve gerçek hayata karışabileceklerini düşünürler. Sanki öğrenmek sıkıcıymış ve sanki bunu sadece zorunda oldukları için yapıyorlarmış gibi... Ama okulsuz eğitim öğrencileri, öğrenmenin gün boyu, her gün ve ne yaparsanız yapın gerçekleşebileceğini bilirler. Eğer bir okul kitabı okumuyorsanız, bu öğrenmemekte olduğunuz anlamına mı gelir? Oyun oynarken, bir kır yürüyüşü yaparken ya da yabancılarla konuşurken bir şeyler öğreniyor olamaz mısınız? Peki ya akşam yemeği pişirirken, bozuk bir musluğu tamir ederken ya da kumdan kale yaparken bir şeyler öğrenmeye ne dersiniz? Bilgi her yerdedir ve öğrenmek eğlencelidir! Bu da okulsuz eğitimin bize öğrettiği temel şeydir.
        Okulsuz eğitimi tercih etmek için daha başka nedenler de vardır elbette ve herkes kendi nedenlerini bulacaktır. Bunlar sadece benim okulsuz eğitimi tercih nedenlerimden bazıları.
         

        Okulsuz Eğitim Nasıl Verilir?
         
        İşte bu da işin zor kısmı, çünkü bunu yapmak için tek ve doğru bir yol yok. Ve okulsuz eğitime başlamak isteyen ebeveynler her zaman ama her zaman, bunu nasıl yapacaklarını bilmek istiyorlar. Biz bunu yaptık ve dürüstçe söylemek gerekirse hala cevabı bulmaya çalışıyoruz.
         
        Neden bu sorunun cevabı yok? Çünkü her çocuk farklıdır. Herkesin değişik ihtiyaçları, ilgi alanları, yetenekleri, hedefleri ve ortamı vardır. Eğer insanlar size hayatınızı yaşamanız, mesleğinizi yapmanız için sadece tek bir yolunuz olduğunu söyleselerdi? Bundan kesinlikle nefret ederdiniz, çünkü bu özgürlüğünüzü ve aynı zamanda işin bütün neşesini de elinizden alır.
         
        Okulsuz eğitimin nasıl olacağını anlatmak, bu konudaki tüm özgürlüğünüzü ve bu işten alacağınız zevki yok etmek olur. Bu konudaki sorular, konunun bizatihi kendisidir ve bulduğunuz cevaplar da işin eğlenceli kısmıdır.
         
        Ama yine de başlangıç için size fikir vermesi ve sizin konuya yaklaşımınızı şekillendirebilmeniz adına bizim okulsuz eğitimi nasıl verdiğimize ilişkin bazı fikirler vereceğim:
         
        • Üniversite heveslisi. Bizim 16 yaşındaki oğlumuz üniversiteye gitmek istediğine karar verdi. Şu anda kendi kendine SAT sınavına hazırlanıyor (çevirenin notu: bizim üniversite giriş sınavlarımıza denk bir sınav). İnternet üzerinden ücretsiz üniversiteye hazırlık kursu alıyor ve seçtiği konular üzerinde üniversite tarzı "essay"ler yazmaya çalışıyor (çevirenin notu: Amerikan üniversitelerinde sınav yerine not vermek için kullanılan yazılı ödevlere "essay" deniyor.). Ayrıca programlama ve 3 boyutlu (3D) animasyon gibi ilgisini çeken konuları kendi kendisine öğreniyor ve gitar çalıyor.
        • Origami ustası. 13 yaşındaki kızımız matematiği iyi olsun istiyor. Bu nedenle Khan Academy'den matematik kursu alıyor. Ayrıca origami yapıyor ve bilezik örüyor ve gençlik romanları ile çizgi romanlar okuyor ve piyano çalıyor, parka gidip basketbol oynuyor ve yemek pişirmeyi öğrenmeyi seviyor.
        • Kurtlar ve sihirbazlar. 8 yaşındaki oğlumuz kurtlar hakkında okumayı seviyor ve sık sık bir kurtmuş gibi davranıyor. Ayrıca bazen bir sihirbaz veya kurt adam oluyor. Oyun oynamayı ve bizimle kitap okumayı ve hikayeler uydurmayı ve resim çizmeyi seviyor. Matematikte oldukça iyi ama biz onunla pek de fazla matematik çalışmıyoruz.
        • Kaleler ve restoranlar. 6 yaşındaki kızımız kendisine kitap okunulmasını seviyor. Henüz kendisi okuyamıyor olsa da oyun yoluyla ve bizimle birlikte kitap okuyarak, okumayı öğreniyor. Matematikten hoşlanmıyor ama oyun oynarken matematik de yapıyoruz. Kaleler ve sanat eserleri yapıyor ve açık havada oynamayı ve bir restoran ya da mağaza sahibi gibi davranmayı seviyor.
        • Soruların gücü. Çocuklar bir soru sorduğunda, bu bir şeyi öğrenmek için fırsat anlamına gelir (çevirenin notu: Benim de öğretmek için seçtiğim yöntem bu. Özellikle küçük yaş çocuklarının beyninin neye açık olduğunu kestirmek zor. Kızım soru sormadıkça hiçbir bilgi vermiyorum. Eğer soru sorarsa, çok seviniyorum. Çünkü o soru ile birlikte hem o konuda öğrenmeye beyninin hazır olduğunu anlıyorum hem de karşılık sorular ile o konuda, o güne kadar, ben fark etmeden neler öğrenmiş olduğunu anlıyorum. Mesela kızıma harfler konusunda hiçbir eğitim vermemiş olmama rağmen, bir gün şak diye 3 harfli kelimeleri okumaya başladı ve şimdi sürekli harfleri soruyor ve yan yana gelirlerse nasıl bir ses oluşturacaklarını anlamaya çalışıyor.). Çocukların sorusuna cevap bulmak için birlikte araştırma yapıyoruz ya da o konuda bir kitap bulmak için kütüphaneye gidiyoruz.
        • Tanıdığınız insanlar inanılmaz birer bilgi kaynağıdır. Eğer çocuğunuz aşçı olmak istiyorsa kendisi aşçı olan veya bir restoran sahibi olan bir tanıdığınıza götürebilirsiniz. Eğer çocuğunuz bir iPhone oyunu yaratmak istiyorsa, onu programcı biri ile tanıştırabilirsiniz. Eğer çocuğunuz bilime meraklı ise onu deniz biyoloğu bir tanıdığınızla görüştürebilirsiniz vs vs. Çocuğunuzu, ihtiyacını karşılayacak insanlarla irtibata geçirin. (çevirenin notu: Ben fazladan kızımın el becerileri de olsun istiyorum. Bende yok maalesef. Bu nedenle dikiş, bahçecilik vs gibi alanlarda bu konuları bilenlerden, kızıma da öğretmeleri için ricada bulunuyorum.)
        • Oyunlar en iyi arkadaşınızdır. Her tür oyunu oynayın. Oyun esnasında neyi öğrendiklerini kafanıza takmayın. Oyun oynarken eğlenecekler ve bu sırada hayatın ve dolayısıyla öğrenmenin de oyun olabileceğinin farkına varacaklar.
        • Eğlenceli projeler. Sanat ve bilim projeleri üzerinde çalışmak çok eğlenceli olabilir.
        • İlgi takibi: Eğer çocuk bir şeyle ya da konuyla ilgileniyorsa, çocuğa onunla nasıl oynanabileceğini veya nasıl o konuda daha fazla bilgi edinebileceğini göster.
        • Okuldan arındırma (deschool). Eğer okulsuz eğitimde yeniyseniz ve çocuk bir süre okula gittiyse, bir süre için okuldan arındırma yapmak iyi olabilir. Yani bir süre için (birkaç ay veya hafta) eğitim ve öğretimi rafa kaldırın. Böylece çocuğun ve tabii sizin de kurumsal okul zihniyetinden uzaklaşmanız mümkün olabilir, ki aslında bu çok zor bir süreçtir, çünkü okul terimleri ile düşünmek üzere eğitilmişizdir. Üretici öğretmen ve öğrenciler olmamız gerektiğini ve okulun belirli bir şekilde olması gerektiğini ve eğer çocuklar bir etkinlikten bir şeyler öğrenmiyorlarsa, o etkinliğin değersiz olduğunu düşünürüz. Bu tür düşüncelerin hepsi saçmalıktır elbette. Bu zihniyetten çıkabilmek için kendinize ve çocuğunuza biraz zaman tanıyın.
        • Onlara gösterin, içindekileri açığa çıkarın. Çocuklara çeşitli uyaranlar vermeyi öğrenin. Evin her tarafında kitaplar ve dergiler bulunsun, ilginç şeyler hakkında gösteriler izleyin, masa oyunları oynayın (çevirenin notu: domino, tavla, satranç, monopoly, scrabble, tombala, dama vs), sokağa çıkın ve şehrinizi tanıyın (çevirenin notu: değişik yerler görün), değişik insanlarla tanışın (çevirenin notu: ve onlarla sohbet edin), internette birlikte sörf yapın ve yeni şeyler keşfedin. Bu tür bir teşhir, çocukların yeni ilgi alanları keşfetmelerine yardımcı olur. İlk başta ilgilenmiyormuş gibi dursalar bile (çevirenin notu: kızım heyecanlarını belli edebilen bir çocuk değil. İlk kez yaptığımız her şeye tepkisiz kalıyor. Ancak ikinci defa isterse ya da kendisi geliştirerek bize geri satarsa, ancak o zaman ilgisini çektiğini anlayabiliyoruz.), bu tür teşhirler kendi kendilerine yeni şeyler keşfetmelerine olanak sağlar.
        • Vakti geldiğinde öğrenin. En önemli şey, sizin için neyin işe yaradığını bulmanızdır. Değişik şeyler deneyin. Oynayın. Ellerinizle bir şeyler yapın. Dışarı çıkın ve bir şeyler yapın, insanlarla tanışın, yeni şeyler öğrenmenin keyfine varın. Eğlence, her zaman eğlence, eğlenceli olmadığı sürece asla ağır iş yok, hiçbir zaman zorlamayın, her zaman çocuğun size yaklaşmasını bekleyin.
        • Sabırlı olun. "Sonuçları" hemen göremezsiniz (çevirenin notu: Kızımdaki sonuçları ancak 3 sene sonra görmeye başladım. Herkes Montessori aktiviteleri vs yaparken biz boş boş gezip dolaşıyorduk. Ama an itibariyle kızımın hiçbir alanda geride kalmayıp bilakis farklı ilgi alanlarında yaşıtlarından daha önde gittiğini görüyorum. Bu nedenle, okulsuz eğitimi önermeye de ancak şimdi cesaret edebiliyorum.). Çocuğunuz öğrenmenin eğlenceli olduğunu, her zaman ve çok çeşitli yollarla öğrenmenin mümkün olduğunu öğrendikçe, çocuğunuzda zamanla değişikler olacaktır. Ayrıca çocuğunuzun çalışmak ya da okumak istememesi gibi nedenlerle sinirlenebilirsiniz. Ama bunun yerine çocuğunuzun müzik yapmasına, taklit oyunları oynamasına, çizgi roman okumasına ya da dışarıda oynamasına izin verin.
        • Güven duymak önemlidir. İlk başlarda bu biraz zor oluyor (biz hala öğreniyoruz), ama çocukların çok az bir yol göstericilik ile kendi kendilerine öğrenebileceklerine ve eğer bir şeyle ilgileniyorlarsa o konuyu öğreneceklerine inanmak önemlidir. Hepimiz çocukların kendi kendilerine öğrenemeyeceklerini düşünüyoruz, ama öğrenebiliyorlar (çevirenin notu: Hala kızımın benim öğretmediğim bir şeyi öğrendiğini gördüğümde çok şaşırıyor ve heyecanlanıyorum. Şaşırmam hala onun kendi kendine öğrenebildiğine tam da inanmamış olduğumu gösteriyor sanırım. Heyecanlanmam ise okulsuz eğitimin gerçekten de bizim için doğru yol olduğunu bir kez daha görmemden kaynaklanıyor.).
        Siz yanlış bir fikre kapılmadan evvel şunu belirtmeliyim ki okulsuz eğitimin gerektirdiği çoğu şeyi eşim Eva yapıyor ve benden de daha iyi yapıyor (kendisi kabul etmese de Eva bu konuda gerçekten harika). Bu konuyla ilgili benden çok daha fazla kitap ve internet yazısı okudu ve okulsuz eğitimin gerektirdiği işlerin çoğunluğunu o yapıyor (elbette ben de elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyorum). Aynı zamanda okulsuz eğitim konusunda bize ilham veren ve kendisi de tanıdığım en müthiş okulsuz eğitim veren annelerden olan kız kardeşim Kat'i de belirtmeliyim.
         
        Konu İle İlgili Okuma Kaynakları
         
        Bu kesin bir rehber değildir. Böylesi bir rehber yazabilmek için yeterli deneyimim ve bilgim yok. Ama başlangıç için yol gösterici olması için bazı kitaplar ve internet sayfası adresleri:
         
      • Sandra Dodd– okusluz eğitim üzerine ilk yazan ve bu konudaki en iyi yazarlardan bir tanesi
      • John Holt– okulsuz eğitim üzerine ilk yazan yazar, bir klasik.
      • A-Z Homeschooling– ev okulu yapanlar için çok şey içeren bir site.
      • Khan Academy– her türlü konuda öğrenmek için inanılmaz bir kaynak.
      • Open Culture– dil öğrenimi ve ücretsiz "online" üniversite kuslarının listesini ve daha pekçok şeyi içeren, ücretsiz öğrenme kaynaklarına ilişkin güçlü bir koleksiyon.
      • Clickschooling– farklı öğrenme konuları hakkında bağlantıları (linkleri) içeren bir bülten .
      • Schmoop– edebiyat, tarih ve daha fazlasını öğrenmenin eğlenceli bir yolu.
      • Reading Rants– genç yetişkinler için okuma önerileri veren bir kütüphanecinin blogu.
      • Free Rice– değişik konuları öğrenmek için oyun.
      • YouTube– muhtemelen adını sıkça duyduğunuz bir vieo saitesi. ama aynı zamanda öğrenmeye ilişkin videolara konusunda da harika bir kaynak - Fransizca, İspanyolca ya da "math raps" öğrenin ve çok çok daha fazlasını.
      • Self-Made Scholar– ücretsiz dersler.
      • Free-Range Kids– nasıl kendine güvenli çocuklar yetiştirebiliriz.
      • The Sparkling Martins– okulsuz eğitim konusunda ilham almak için. 
      • Homeschoolers Guide to Getting Into College– üniversiteye gitmek için ev okulu rehberi. 
      • Life Learning Magazine– baskıcı olmayan, ilgi alanına dayalı öğrenme.
      • Natural Child– çocuklara onurlu, saygılı, anlayışlı ve şefkatli davranma konusunda öğrenilmesi gerekenler
      • Joyfully Rejoicing– daha fazla öğrenmek için daha fazla kaynak ile birlikte ev okulu felsefesine genel bir bakış
      • Zinn Education Project– tarih öğrenmek için harika kaynaklar, Howard Zinn'in kaleminden.
      • Coursera– ücretsiz "online" kurslar

      • (çevirenin notu: Ben çocuğumu bu kadar çok ekran karşısında bırakmak istemem sanırım. İnsan ilişkilerinin de öğrenimde önemli rolü olduğunu düşünüyorum. Bilge ve bilgisini verebilen insanlar benim hayatımda önemli yer tutuyor, kızımın da severek danışacağı öğretmenleri olsun isterim.)
         

        Okulsuz Eğitim Kapsamında Yapılabilecek Etkinlikler Nelerdir? 0-6 ay (1)

        $
        0
        0

        0 ila 6 ay arasında yaptığım her türlü hareket, tamamen kızımı oyalamaya yönelikti. Ama şimdi görüyorum ki gelişimine fayda sağlayacak pek çok şey yapmışım.
         
        Elbette her çocuk, her aile ve ailenin yaşadığı ortam, içinde bulunduğu koşullar farklıdır. Ben de zaten eğitim uzmanı filan değilim. O nedenle burada sayacağım etkinliklerin her biri sadece bizim hayatımızdan birer kesittir.
         
        İlk olarak, yeni doğan bebek ile dünyayı tanıştırmak gerekiyor. Nasıl bir yerde yaşayacağını bilmek onun da hakkı :) Böylece algıları açılacak. Zaten etrafında olan biten her şeyi kayıt altına alıp, yeni beyinsel bağlantılar kurmakla meşgul olan bebeğe değişik uyaranlarla dolu bir alan yaratmak yeterli.
         
         
        GÖRMEK
         
        Yukarıdaki fotoğrafta 3 aylık kızım amcasının kollarında, akvaryumu seyrediyor.
         
        Bir kere bir akrabanın kollarında olmak harikadır. Her çocuk güven çemberini hissetmelidir. Çekirdek aileden başlayarak güven çemberi genişleyerek ilerler ve en sonunda tüm evrene kadar yayılır. Eğer bebeğe, başkalarına da güvenebileceğini hissettirirseniz, o da kendisini Dünya üzerinde rahat ve güvenli hissedecektir.
         
        Her bebek televizyona büyülenmiş gibi bakar. Ama akvaryum da en az televizyon kadar çekicidir. Ağlayan bebeği susturmanın en kolay yollarından biri, bir akvaryumun yanına götürmektir. Ayrıca suya ve balıklara bakmak, zaten herkes için sakinleştirici bir eylemdir.
         
        Akvaryumdaki balıklar bebeğe Dünya üzerinde, insandan başka canlılar olduğunu da gösterir. Farklı yaşam formları, muhakkak ilgisini çekecektir. Balıklar, kuşlar, kediler ve diğerleri...
         
        5 aylık Kontes koru gezisinde (Şubat ayı)
         
        Kontes gözlerini kırpmadan bir noktaya bakıyor.
         
        İşte farklı bir yaşam formu daha :)
         
        Kontes 4 aylık ve farklı bir yaşam formuna alışmış bile çoktan :)

        Kedili hayatın kızıma kattıklarını bir yazımda anlatmıştım daha önce:
        http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2010/12/bebekle-kedi-bir-arada-yasar-m.html

        
        5 aylık Kontes, kedisi yanında olunca kendisini
        yalnız hissetmiyor sanırım. Çünkü ben mutfaktan
        çıktığımda arkamdan mızırdamıyor.
         
         
        AÇIK HAVA
         
        Ben insanoğlunun, diğer tüm hayvanlar gibi açık havada yaşamak üzere dizayn edildiğine inanıyorum. Nasıl ki diğer tüm canlılar, günlerinin büyük bir bölümünü açık havada ve hareket halinde geçiriyor, sadece dinlenmek ya da korunmak üzere yuvalarına giriyorlarsa, insanoğlu da öyle davranmalıdır.
         
        Kızım Eylül doğumlu. O büyüdükçe hava koşulları da sertleşti ama yine de her gün, ama istisnasız her gün, dışarı çıktık, açık havada dolaştık. Kızım sıklıkla açık havada uyudu. Sokağa çıkamayacak bile olsam balkonda uyuttum. Açık havada, özellikle de serin havada bebeklerin daha rahat uyuduklarını tecrübe ettim ve açık havanın bağışıklığı da güçlendirdiğini düşünüyorum. Kızım soğuktan dolayı hiç hasta olmadı. Ayrıca soğuk İskandinavya ülkelerinde bile bebeklerin özellikle açık havada uyutulduğuna ilişkin bir haber ve Slovakya'da benzer bir tecrübe yaşamakta olan bir annenin yazısı (onun bebeği de soğukta uyumasına rağmen -hatta bence özellikle bu nedenle- yazının yazıldığı 11. ayına kadar hiç hastalanmamış) için bkz.:
         
         
        Kontes 4 aylık (Ocak ayı) ve astronot tulumu içerisinde açık havada uyuyor.
        4 aylık Kontes babasının kucağında,
        "wrap sling" ile bağlanmış, ilk kez karla tanışıyor.

        4 aylık Kontes, bu sefer annesine bağlanmış.

        5 aylık Kontes, BabaSling içinde, artık karla oynuyor.
         
         
        DOKUNMA
         
        Ben insanın kültürel nedenlerle örtündüğünü düşünüyorum. Mesela Afrika'da insanlar hemen hemen çıplak dolaşıyorlar. Bu nedenle bebeklerin de esasen çıplak rahat ettiklerine inanıyorum. Özellikle anne ve baba ile ten temasına da azami önem veriyorum. Bunun yanı sıra tenimiz, en geniş alana sahip organımızdır. Bu geniş alanı olabildiğince fazla kullanmak bebeğin algısını muhakkak arttıracaktır. Bebek öncelikle ellerini ve akabinde ayaklarını keşfeder. Bu keşfin önünü kesmek, olağan seyrinde giden gelişime ket vurmak demektir. Bu nedenle özellikle el ve ayakların açıkta kalması benim için önemliydi. Eldiven ve çoraplardan hiç hoşlanmadım ben.
         
        Kontes 4 aylık (Ocak ayı)
         
         
        TAT ALMA
         
        Plastikten hoşlanmıyorum. Bu nedenle kızıma biberon ya da emzik vermedim. Kauçuk emzikler de var biliyorum, ama yine de güvenemedim. Bu nedenle kızıma anne sütünün içirilmesi gereken zamanlarda minik boy alıştırma bardakları kullandım.
         
        Kontes bu resimde 4 aylık.
        Bu minik alıştırma bardağını kendi elleri arasında sıkıştırıp,
        kendi kendine süt içebiliyordu.
        Bunun kendine güven ve başkasına bağımlı olmadan kendi
        ihtiyacını karşılayabilme duygularını da güçlendirdiğini düşünüyorum.
         Kim bilir?
         
        Meyve/sebze filesi...
        Kaşınan dişler için buzdolabından çıkmış havuç veya elma dilimleri...
        Kontes kendi kendine yiyebiliyor, farklı bir tat alıyor.
        File yerine bir yemeni de kullanılabilir.


        MEKAN ALGISI ve YENİ MEKANLAR

        Bebeklere, porselen bebek muamelesi yapılmasını da doğru bulmuyorum. İlk 3 aylık dönemden sonra bebekler 30 santimden daha fazla görmeye başlıyorlar ve algıları birden açılıyor. Dördüncü ayla birlikte bence oyun çağı da başlıyor.
         
        Kontes 4 aylık. Hangi çocuk leğen oyunlarını sevmez ki? :)
         
        Kızım hayatımıza girdiğinden beri her nereye gidersek gidelim, kızım da bizimle birlikte geldi ve bize katıldı. Yaptıklarımızı yapış şeklimizi kızıma göre uyarlamak zorunda kalsak bile...
         
        Kontes 4 aylık. Henüz mama sandalyesine dik olarak oturamıyor ama bizimle birlikte yemek masasında olmak istiyor.
        http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2011/01/bumbo-bebek-koltugu-nedir-ne-ise-yarar.html

        Ev ziyaretlerinde de Kontes masaya bizimle birlikte oturuyor.
        Eğer mama sandalyesi yoksa,henüz kendi başına oturamadığı için
        ana kucağını sandalyeye bağlıyoruz.
        Banyoya bile bizimle birlikte giriyor. Su sesi, sabun kokusu,
        banyo akustiği vs vs. Banyonun bir bebek için, evin en eğlenceli ve algı açan
         bölümü olduğunu düşünüyorum. İkinci sırayı da mutfağa veriyorum :)

        Kontes balık restoranında (2 Aylık)

        Kontes Bolu'da bir restoranda (2 aylık)
         
        Dünya çok renkli. Olabildiğince farklı renklerini görmek isterim. Kızımı da ilk günden itibaren, bu muhteşem gösteriyi izlemek üzere bana eşlik ediyor.

        Okulsuz Eğitim Kapsamında Yapılabilecek Etkinlikler Nelerdir? 0-6 ay (2) - Sosyalleşme

        $
        0
        0
        Dedem ve kızım (5 aylık)

        İNSANOĞLU SOSYAL BİR VARLIKTIR.
        Kızım doğmadan önce özellikle amcasına yakın taşınmıştık. Kızım doğduktan sonra da haftanın 3-4 günü amcası, yengesi ve kuzeni ile birlikte geçirdik. Anneannesi her hafta gelip bir geceyi bizimle geçiriyordu. Diğer akraba ziyaretlerini de hiç ihmal etmedik, hala da etmeyiz. Çekirdek ailesi en içte kalmak üzere giderek genişleyen akraba halkalarını fark etmesini ve kendisini güvende hissetmesini istedim. Yukarıki resimde kızım annemin babası ile birlikte. 5 aylık olduğu için algıları oldukça açılmış. Dedenin sakallarını hissediyor sanırım. Sevildiğini de hissediyor olmalı ki çok sakin ve konsantre olmuş görünüyor.
        Aile dostlarımız. Kontes 2 aylık ama kendisine bakan gözleri fark etmiş,
        onlara uzanmaya, onlarla iletişim kurmaya çalışıyor.
        Aynı aile dostlarımızın evinde, başka bebekli dostlarımız ile kahvaltıdayız.

        Aynı aile dostlarımızın oğlunun doğum günündeyiz. Kontes iki aylık.

        Başka arkadaşlarımızın kızımdan 1 ay büyük kızları.
        Kontes iki, arkadaşı üç aylık olduğundan henüz iletişime geçemiyorlar :)
        Ama ileride birlikte azabileceklerini düşünüyorum :)

        Bu sefer başka bir arkadaş grubu ve çocukları ile başka bir doğum günündeyiz.
        Kontes 3 aylık ve hala her İstanbul ziyaretinde bu çocukların ve
         ailelerin tümü ile görüşüyoruz.
        Ki bu gruba iki küçük kız daha katıldı, Kontes onların hastası.
        Oğlum kadar sevdiğim, çocukluk arkadaşımın oğlu.
        Onun teyzesi, benim de kardeşim olmadığından, bana Teyze diyor.
        Kontes 2 aylık, arkadaşı 5 aylık.
        Aynı arkadaşı 8, Kontes 5 aylık. Birlikte restorandayız.
        Kontes benim kucağımda başka çocukları görmeye çok alışık.
        Üstelik arkadaşı, Kontes'in oyuncağı ile de oynuyor.
        Paylaşım ile ilgili hiçbir zaman sorun yaşamadık.

        Komşumuz. Çerkezistan'dan gelmiş bir aile. Çocukları ile Çerkezce konuşuyorlar. Bize de öğrettiler birkaç kelime. Hayatımda gördüğüm en iyi annelerdendir. Pek çok konuda örnek aldım kendime. Bizimle de Türkçe ve Rusça anlaşıyorlardı. Kızım onlar sayesinde ilk defa farklı bir dil kavramı ile tanıştı. Resimde kızım 4 aylık, arkadaşı ise 3. Kızımın algıları daha açık olduğundan, arkadaşı ile iletişime geçmeye çalışıyor. Şu anda onlar Edirne'ye taşındı. Görüşemesek de irtibatı koparmamaya çalışıyoruz.
        Oturduğumuz bölgede yaşayan aile dostlarımız da vardı. Şu anda başka bir şehire taşınmış olsak bile düzenli olarak İstanbul'a gidip eşimizi dostumuzu ziyaret ediyoruz. Eğer bir insanın bebekliğini biliyorsam, onun büyüyüşüne şahit olmuşsam, o insana karşı hoşgörümün daha fazla olduğunu fark ettim. Bebekliğini bildiği, üzerinde emeğini olan bir çocuğa insanın zarar vermesi zordur. O nedenle tüm eşimin dostumun, kızımın büyüyüşüne şahitlik etmesi ve kızımın da onların çocukları ile birlikte büyüdüğünü fark etmesi için elimden geleni yapıyorum.
        Üyesi olduğum bir dernekten bebek ziyaretine geldiler.
        Kızım 4 aylık ve algıları açılmış.
        Teyze ve ablalara şaşkın bakışı görülebiliyor sanırım :)
        Akraba ve eş dost ziyaretinin yanı sıra, nispeten daha az görüştüklerimizle de iletişimde kalmak için partiler iyi birer fırsat oluyordu. Kırk uçurma, Mevlüt okutma, diş buğdayı gibi özel toplantılar ile başkaları ile de iletişime geçiyor ve kızımı yeni yeni sevilesi insanlarla tanıştırıyordum. Kimsenin kucağına vermemezlik etmedim. Başkalarına verirken en ufak bir tereddüt de yaşamadım. Kızım çok da sosyal ve dışa dönük bir çocuk olmamasına rağmen, benim rahatlığımı hissettiğinden herhalde, hiçbir zaman başkasının kucağına gittiği için ağlamadı.
        Kızım BabaSling içinde, 2 aylık.
        Sosyal hayata katmak için kızımı yanımda taşımam yeterli değildi. Olabildiğince bizimle göz hizasında olmasını ve Dünya'yı bizim gibi görmesini istiyordum. Çok çeşitli sling'ler denedim.  Sokakta da puset yerine, sling tercih ettim çoğunlukla. Kızım doğduğu günden itibaren asla sıkışık ortam ve ten teması sevmedi ama sling'le çok rahat etti. İlk denemelerimde ağlamıştı, ben de tedirgin olmuştum. Sonra fark ettim ki evin içinde ağlıyor ama dışarı çıkar çıkmaz susuyor ve hatta uyuyakalıyor. Sonraları evin içinde de sling ile bağlanmaya alıştı. Ev işlerini bile kızım kucağımda veya sırtımdayken yaptığım çok olmuştur.
        Kontes 4 aylık "wrap sling" ile bağlanmış ve bağlanır bağlanmaz uyuyakalmış,
        henüz asansörden bile inmemişiz ki
        fotoğrafımızı asansör aynasından çekiyorum :)
        Kontes 6 aylık ve artık dik durabiliyor. Bu nedenle "Slingo Hug" içinde artık.
        http://www.babyslingo.com/urunler/slingo-hug/

        
        Yüz yüze bakışıyor, kalp kalbe duruyoruz.
        Dünya korkulacak değil, bilakis heyecan verici bir yer...
        Bunu hissediyor sanırım.

        Rüzgarlı bir günde, Mart başında, Boğaz'dayız.
        Okulsuz eğitim kapsamında tekrar etmek isterim ki "sosyalleşmek" her gün aynı yaş grubundan, aynı çocuklarla, bir odanın içerisinde kapalı kalmak demek değildir. Çeşitli yaş guruplarından, çeşitli insan ile birlikte olmak bana "sosyalleşmek" kapsamına daha çok giriyormuş gibi geliyor. Yine de kızım büyürken hep aynı insanlarla, tekrar tekrar görüşmeye dikkat ettim, görüşmeye de devam ediyoruz. Çünkü bunun güven duygusunun gelişiminde önemli olduğunu, güven duygusunun da kişisel gelişime temel hazırladığını düşünüyorum. Kızımın ilk defa gireceği ortamlarda ise hep yanında oldum. Böylece hem kendisini güvende hissetti, hem de benim tepkilerimi gözlemleyerek nasıl davranması gerektiğini öğrendi.
        Bu arada kızım 6 aylık olana kadar hastalanmadı. Hani bu kadar çok insanla iç içe olunca hastalanırmış gibi düşünülebilir. Ama anne sütü koruyor sanırım. Bir de birlikte olduğumuz insanlar çok hassas kişilerdi. Hiçbiri hasta hasta kızımı ellemedi, sokaktan gelenler ellerini yıkamadan kızıma dokunmadılar. Sonuç olarak insan ilişkisi kızıma hastalık olarak geri dönüş yapmadı. İnsan ilişkilerinin katkısı çok oldu, zararı hiç olmadı.
        

        Okulsuz Eğitim Kapsamında Yapılabilecek Etkinlikler Nelerdir? 0-6 ay (3) - Hareket ve Benlik Algısı

        $
        0
        0

        Kızımda pek fazla gaz sorunu yaşamadık. Bebeğin fiziksel özelliklerine göre fark ediyor gaz sorunu sanırım. Ama hareketin de gaz sorunu konusunda etkili olduğunu düşünüyorum. Bebekler sürekli sırtüstü yatıyorlar. Eğer başka birisi onları hareket ettirmezse, kendi kendilerine hareket edemiyorlar. Barsak hareketi de olmayınca, gaz olması kaçınılmaz. Yetişkinler bile gaz sancısı çektiklerinde hemen hareket etme ihtiyacı duyuyorlar. Bu nedenle bebeklerin barsak hareketlerinin dışarıdan da desteklenmesi gerektiği fikrindeyim.
         
        Bebeğin hareket etmesi ayrıca boyunun uzaması hususunda da önemli sanırım. Çünkü basitçe bebeğin boyunun uzaması için kemiklerinin uzaması lazım. Kemiklerin etrafı ise kaslarla örülü. Eğer kasları uzunlamasına esnetirsek, kaslar da kemikleri uzamaya zorlayacaklardır. Basketbolcuların boyunun uzun olması gibi... Elbette genetik etkenler de burada söz konusu ama kas hareketlerinin de bir miktar etkisi olduğunu düşünüyorum.
         
        Yeni nesil anneler, bebeklere porselen muamelesi yapıyorlar. Oysa eski nesil anneler bebekleri bol bol atıp tutarlar, ellerini ve ayaklarını birleştirip gererek jimnastik hareketleri yaptırırlar, sırtlarına bağlayarak kendileri ile birlikte hareket etmesini ve en basitinden beşikte veya hamakta uyutarak çocuğun barsaklarının rahatlamasını sağlarlardı. Tüm günü yatağında, ana kucağında, pusetinde, araba koltuğunda vs sırtüstü yatarak geçiren modern çağ bebeklerinin bol gazlı olması ve kas güçlerinin azalmış olması bence çok olası...
         
        Ayrıca bebekte benlik algısı oluşturmak açısından da vücuduna dokunmak ve vücudunu hissetmesini sağlamak çok faydalı.
         
        Yapılan hareketler hiçbir işe yaramasa bile en azından hareketleri yaptıran kişi ile bebek özel bir zaman geçirirler, ki bu tür özel zamanlar bile bebeğin gelişiminde önemlidir.
         
        • En eğlendiğimiz oyunlardan bir tanesi için temiz bir allık fırçası gerekiyor. Bebeği çıplak olarak yatırıp, allık fırçasını yavaş yavaş vücudunda dolaştırarak, tüm vücudunu fark etmesini sağlanabilir. Saçlarını taramak da kafası için aynı etkiyi yaratacaktır:


        Kontes 2 aylık

         

        • Aynı şekilde vücudunun değişik yerleri öpülerek, vücudunu fark etmesi sağlanabilir. Mesela elleri, ayakları, alnı, burnu, boynu vs.
        • Eskilerin yaptığı gibi bebeği sırt üstü yatırıp, sağ el ile sol elini göğsünün üzerinde birleştirip geri açabilir ve bu sırada öpücük sesi ile de ses efekti verilebilir :) Aynı şekilde sağ el ile sol ayak, sol el ile de sağ ayak vücudunun ortasında birleştirilebilir ki bu hareket, barsak hareketleri açısından da önemlidir.
        • Bebeğin bacakları ile bisiklet çevirme hareketi yapılabilir. Bebeğin bacakları tek tek dizlerinden kıvrılmak suretiyle karnına doğru bastırılabilir ki bu hareket de barsağı hareketlendirecektir.
        • Bebek yogası yapılabilir. Yoga denince insanların aklına dini bir ritüel geliyor ama esasında kasları uzatmaya ve gevşetmeye yarayan hareketlerdir bunlar, dini nedenlerle de yapılmaktadır ama sırf jimnastik olsun diye de yapılabilir. Akıllı Bebekler Akademisi isimli kitabın içinde yer alan bir dizi hareketi yaptırıyordum ben kızıma:
         
         
        • Yine aynı kitabın 147 ila 150'nci sayfaları arasında anlatıldığı şekilde kızımı ağırlık olarak kullanarak jimnastik yapıyordum. Hem kendi kaslarımı kuvvetlendiriyor hem de kitapta söylendiğine göre kızımın kinestetik zeka alanında denge becerisi geliştirmesine yardımcı oluyordum. Mesela koltuk altlarından tutup yukarı aşağı kaldırıyor veya dirseklerimi kırarak göğsüme yaklaştırıp tekrar dirseklerimi düzleştirerek ileri doğru uzatıyordum. Ya da kızımı koltuk altlarından tutarken sırtüstü yere yatıp, kızımla birlikte sağa ve sola doğru yuvarlanıyordum. Kızımı bir yastığın üzerine yatırıp, önce baş sonra ayak kısmına eğim veriyordum. En sonunda da kızıma sıkı sıkı sarılıp müzik eşliğinde dans ederek sonlandırıyordum.
         


         
        • Eskilerin sık sık yaptığı ve Akıllı Bebekler Akademisi kitabında da önerilen bir başka hareket ise havaya atıp tutma hareketi. Ama bu hareketi yaparken bebek muhakkak heyecanlanacaktır. O nedenle mümkünse uykudan önce yapılmaması daha iyi olur.
         
         
         
        • Yukarıdaki resmin diğer sayfasında görülen çekme oyununu da kızım çok severdi. Rahmetli babaannem de benimle oynardı hep: Fış Fış Kayıkçı. Ki bu oyun bebek büyüdükçe, karşılıklı yere oturup, ayak tabanlarını birbirine bastırmak suretiyle de oynanabilir ki, yoga hareketleri gibi kas uzatıcı bir harekettir.
         
         
         
        • Kızımı hemen her yıkayışımda tamamen suya sokup yüzdürmek suretiyle yıkadım. Hala suya deli oluyorsa, bunun da bir etkisi vardır muhakkak. Bu tekniği Hemşire Ayşe Öner'den öğrenmiştim, kendisine ne kadar teşekkür etsek azdır, müthiş bir teknik gerçekten. Kızımı çoğunlukla ellerimle yıkadım ama bazen lif, sünger, yumuşak bir bez, tülbent gibi farklı materyallerle yıkamak da bebeğin ilgisini çekiyor.
         
        
         
        • Ve son olarak her banyodan sonra muhakkak masaj yaptık, hala da yapmaya devam ediyoruz. Masaj da hem barsak hareketlerini hızlandırmak, hem bebeği gevşetmek ve hem de bebek ile masajı yapan kişi ile özel bir an yaşayabilmesi için harika bir yöntem:
         
         
         
         
        Son fotoğraf bebeği asla zorlamamak gerektiğini gösteriyor. Tüm bu hareketleri bebeği mutlu etmek için yapıyoruz. Bebek huzursuzsa, istemediğini belli ediyorsa muhakkak hareketi sonlandırmak gerekiyor.
         
        Zaten çocuklarımız sürekli dört duvar arasında yaşamak zorunda kalıyorlar, en azından evin içinde hareket etmeleri hem ruhsal hem de fiziksel olarak sağlıklı ve huzurlu birer bebek olmalarını sağlayacaktır. Ayrıca eğer bebekte olumsuz giden bir durum varsa, mesela orta kulak iltihabı varsa, bu hareketleri yaptırırken vereceği tepkilerden, bir şeylerin yolunda gitmediğini anlamak da mümkün...
        

        Okulsuz Eğitim Kapsamında Yapılabilecek Etkinlikler Nelerdir? 0-6 ay (4) - Vücut Koordinasyonu

        $
        0
        0
        Kontes 4 aylık

        1992 yılından bu yana Amerikan Pediatri Derneği, Ani Bebek Ölümü Sendromu'na karşı bebeklerin sırt üstü yatırılmalarını tavsiye ediyor. Biz de bu tavsiyeye uyduk ve kızımı hep sırt üstü yatırdık. Ama sonraları okuduklarımdan öğrendim ki bebeğin yüzüstü zaman geçirmesi, hem sırt kaslarını güçlendiriyor hem de emeklemelerini kolaylaştırıyormuş. Bebeğin emeklemesi ise vücut koordinasyonu, kasların gelişimi ve denge merkezi açısından önemliymiş. Örneğin yağmur ormanlarındaki bir bölgede, toprağın sürekli nemli olması nedeniyle anne kucağından asla indirilmeden büyütülen bebekler, hiç emeklemeden yürümeye başlıyorlarmış. Oysa emeklemenin hem fiziki hem de psikolojik gelişim açısından önemi büyükmüş. Ve saire, ve saire... Ayrıca doğada sırt üstü yatan tek canlı yavrusu, insan yavrusuymuş. Hem ayrıca yüzüstü yatan çocuklar daha derin uyuyorlarmış, çünkü Moro Refleksi denen sıçrama hareketini yapamadıklarından, kendi kendilerini uykudan uyandırmıyorlarmış. Sırt üstü yatan çocuklarda ise Moro Refleksi'ni ortadan kaldırmanın tek yolu çocuğun kollarını kundaklamakmış. Üstüne üstlük 1992 yılından bu yana sırtüstü yatan çocuk sayısına paralel olarak Düz Kafa Sendromu gelişmeye başlayınca Göbek Zamanı denen, bebeğin yüzüstü zaman geçirmesi gerekliliği ifade edilmeye başlanmış. Hatta bebeğin uyku, beslenme ve yüz yüze iletişim gereksinimi dışında sürekli yüzüstü tutulması gerektiği ifade ediliyor.
          
        Tüm bunları okuyunca kızımı yüzüstü çevirmeye heves ettim. Ancak sırt üstü uyutulan ve doğal olarak günün büyük bir bölümünü uyuyarak geçiren bebeklerin yüzüstü durmaya pek de hevesli olmamaları sık rastlanan bir durummuş. Kızım asla tek başına yüzüstü zaman geçirmeyi kabul etmedi, en fazla birkaç dakika içinde mıkırdanmaya başlıyordu. Yüzüstü zaman geçirmesi için yanında durup onunla oynamam, onu cesaretlendirmem gerekiyordu.
         
        Kontes 3 aylık. Göğsünün altında bir yastık var.

        Kontes 4 aylık. Göğsünün altında yine bir yastık var.
        En sevdiği kitabı önüne koyup ilgisini çekmeye çalışıyorum.
        Kontes 4 aylık. Dantel örneği çıkarmaya çalışıyor :)

        Kontes 5 aylık. Yüzüstü biraz daha rahat görünüyor.
         
        Kızım daha çok sırt üstü zaman geçirmeyi seviyordu. O dönem henüz sadece vücudu ile ilgiliydim, eğitim konusuna girmemiştim. Kızımın sırt üstü zaman geçirmek istemesi hususunda en azından bir şeyi doğru yapmışım: Kızımı ana kucağında vs oturtmak yerine hep yerde tuttum. Salonun ortasında duran oyun halısında kendi kendine zaman geçirdi, orada uyudu uyandı ve bizim hayatımıza dahil oldu. Bu da Montessori eğitiminin bir parçasıymış meğerse...
         
        Kontes 2 aylık. Kasım ayı. "Yerler soğuk olur." diyenleri dinlemiyorum elbette.
         
        Kontes 3 aylık. Şişme bir yer yatağını orta sehpanın
        üstüne koymuştum. Bizim yüz hizamıza daha yakın
        duruyor ve olanı biteni ilgiyle izliyor.
         
         
        Kontes 4 aylık. En sevdiği oyuncakları ile oynarken uyuyakalmış.
        Bir elinde kitabını, diğerinde hışırtılı küpünü sıkı sıkı tutuyor.
         
        Kontes 4 aylık. Ben misafirlerimi yolcularken uyuyakalmış :)
         
        Bizim kültürümüzde genellikle bebeğin erken yürümesi ile övünülür. Kontes 9-10 aylıkken ayağa kalktı ama kendi kendine yürümesi 12. ayını buldu. Buna rağmen geç yürüdüğünü söyleyen çok kişi oldu. Oysa ben ayağa kalkmaması ve emeklemesi için çok çaba sarf etmiştim, Kontes çok kısa bir süre emekledi ve hemen yürümeyi tercih etti... Üstelik sürekli sırt üstü yattığı için kafasının arkası düzleşti. Buna da düz kafa sendromu (flat head syndrome) deniliyormuş. Önceleri kafaya takıyordum bu durumu ki kendimi suçladığım da olmuştu (Bkz. şu yazım). Sonra milattan önceden beri bebek kafatasının şekillendirildiğine dair yazılar okudum. Kafatasının yukarı doğru uzun olması sosyal statü göstergesi sayılıyormuş. Bunu öğrenince kendimden utandım. Bu kadar bin yıl geçmiş, hala bir arpa boyu yol kat edememişim, hala estetik kaygılar taşıyorum, hala bebeğimin kafası düz olursa sosyal statü olarak aşağı algılanacağını düşünüyorum... (Eski uygarlıklardaki uygulamalar için "head flattening" yazarak, google görsel araması yapabilirsiniz. Sanki bir sağlık sorunu imiş gibi düzleşen kafatası "tedavisi" için kullanılan kasklar da bence eski uygarlıklarda kullanılan bandajlama metodundan hiçbir farklılık taşımıyor. Bunun resimleri için de "head flattening helmet" yazıp arama yaptırabilirsiniz.)
         
        Bir de "bebeklerin kemikleri yumuşaktır, aman sakın ha oturtmayın" baskısı vardır yeni anne üzerinde. Kontes bu zorlamayı da kendisi yıktı. Bir gün meme emerken, emmeyi kesti ve kalkıp oturdu! Hiçbir zaman istemediği bir şeyi kızıma zorla yaptırmadım. Dolayısıyla bebek oturmak isterken zorla yatıramazdım. Bu nedenle Kontes istediği sürece oturdu:

        Kontes 3 aylık. Önden ve arkadan destekle oturuyor.

        Kontes 4 aylık. Biraz kaykılmak suretiyle destekle oturuyor.
        Kontes 4. ayın sonunda kısa bir süre desteksiz oturabiliyor.


        
        Kontes 4. ayında basarak dengede durmaya çalışıyor.

        Kontes 6. ayında.
        Artık kendi kendine gayet rahat dengesini kurabiliyor.

        Çocuk sayısı azaldıkça, annelerin çocuklarına olan özeni artıyor sanırım. Bu durum da iyi mi, değil mi, bilemiyorum. Ama kesin olan şu ki, annelerin bu hassasiyeti ciddi bir pazar yaratmış. Sürekli bebeklerimize zarar geleceği yönünde korkutuluyoruz. Artık kulaklarımı tıkadım. Ne "Yanında yatırırsan bağımlı karakter geliştirir", ne "Uzun süre emzirirsen oral takıntılı olur." ne de "Şöyle şöyle yaparsan mutlaka kötü bir bir biçimde böyle böyle" olur diye kesin yargı ifade eden hiçbir uyarıyı dikkate almıyorum.
        
        Viewing all 101 articles
        Browse latest View live