Quantcast
Channel: Fili tuttuğum yerden bir de ben tarif edeyim...
Viewing all 101 articles
Browse latest View live

3 Yaşında Çocukla Kanyon Yürüyüşü Yapılabilir Mi? Saklıkent Kanyonu-Fethiye

$
0
0
Kontes, babasının sırtında kanyona giriş yapıyor.


Eğer bebeğinizi sırtınızda taşıyacak ekipmanınız varsa, gücünüz kuvvetiniz de yerindeyse, neden olmasın? :) Eylül-Ekim ayları, suların çekildiği aylar olduğundan, o aylarda çocukla gezmek çok daha rahat oluyormuş ama biz Temmuz ayında oradaydık. Yine de sorun yaşamadık.

Kızım 34 aylık. Sırtımızda taşımak için ErgoBaby sling kullanıyoruz (Şu yazımda anlatmıştım: Tık Tık)

Sular babamızın kalçasına kadar geliyor ama Kontes'e ulaşamıyor :)

Saklıkent Kanyonu henüz 1980'li yıllarda keşfedilmiş. Fethiye ilçesi sınırları içerisinde kalıyor ama ilçe merkezine 40-50 km uzaklıkta, Kayadibi Köyü'nün yakınlarında bulunuyor. Toros dağlarının Fethiye bölgesinde Akdağlar diye bilinen ve 200 bin yıl önce meydana gelen bir çökmeden oluşmuş.Eşine az rastlanır bu doğa harikası, aynı zamanda bir milli park.

Girişteki akıntılı bölgede, yamaca inşa edilmiş tahta bir yoldan geçmek gerekiyor.

Su buz gibi ve akıntı da şiddetli, mevsimden mevsime şiddeti değişiyor elbette. Eğer şiddetli bir akıntıda yürüyorsanız ayağınızı yerden kaldırmadan, sürükleyerek ilerlerseniz suya karşı dengenizi korumanız daha kolay olur. Bu da benden bir ipucu olsun :)

Tahta girişten sonra debisi yüksek bir kaynağı geçmek gerekiyor. En zorlu akıntı da bu bölgede zaten.




 Ayrıca kanyon boyunca zaman zaman şelaleler oluşuyor. Altlarına girmek de ayrı bir zevk :).


Şelale olur da Kontes girmeden olur mu? :)

Şelaleden geçip, geride kalanlara el sallıyoruz :)

Çok etkileyici bir görüntüye sahip olan Kanyon, 17 km uzunluğu ile Türkiye'nin en uzun kanyonuymuş ve sonuna kadar gidildiğinde Kaputaş Plajı yakınlarına çıkmak mümkünmüş. Ama vadi içinde yürüyerek gidilebilecek mesafe sadece 3 km (geri dönüşünü de hesaplamayı unutmayın).

O kadar yolu sırtımızda taşıyacak değildik, değil mi ama? :)
Çağlayandan da geçen Kontes'te özgüven tavan yapıyor. Geri dönüş yolunun çoğunu kendisi yürüyerek geçiyor. Kendisini alkışlayanlara da özel "gösteri selamı"nı veriyor, reverans yapıyor :)

Kayaların yükseklikleri yer yer 600 metreye çıkabiliyormuş.





Giriş ücretli, Müze Kart geçmiyor; otoparkı ücretsiz. Eğer ilerilere doğru gitmeye niyetliyseniz belinize kadar suyun içine gireceğinizi ve çağlayanların altından geçeceğinizi hesap ederek, yanınıza para pul almayın ve fotoğraf makineleri için de arkadaşlarınızla yardımlaşmanız gerekeceğini unutmayın, kalabalık gitmeye çalışın ya da diğer insanlarla yardımlaşmakta çekingen davranmayın. Ayrıca kaygan olmayan bir ayakkabı ile mayo giymenizi ve yanınıza da yedek kıyafet ile havlu almanızı da tavsiye ederim.

Kayaların kayganlığı belli oluyor sanırım...


Yer yer kayalar gökyüzünü görmenizi engelleyecek şekilde darlaşıyor.

Biz yapmadık ama Eşen Çayı üzerinde, küçük çocukla bile yapabileceğiniz sakinlikte rafting yapabilirsiniz. Ayrıca cip safariye katılıp, Karaçay ile Eşen Çayı'nın birleştiği noktada çamur banyosu da yapmanız mümkün.

Kanyon girişinde, nehir üzerinde kurulmuş olan restoranlarda oturup o güzelliği doya doya seyretmenizi de tavsiye ederim. Yakınlardaki alabalık çiftliğinden gelen alabalıkları da deneyebilirsiniz. Ayrıca tesislerde yüzme havuzu da var.


Vadi boyunca içinde yürüdüğümüz su sanırım 13 derece civarındaydı. Kaynaklara yakın noktalardaki sular ise çok daha soğuk, ayağınızı 2 saniye içinde tutamıyorsunuz, o derece :) İşte Kontes'in ayağını suya sokma girişiminin sonucu :)


Çocuklara yönelik gün boyu çizgi film yayını yapan "nickjr." isimli bir televizyon kanalı var. Oradaki çizgi filmleri sevdiğimden zorda kalınca kızım oyalansın diye açıyorum. Orada çocuklara matematik öğretmeye çalışan bir Umi Zumi Takımı var. Her bölümde ayrı bir "macera" yaşıyorlar. Kızım da macera, macera deyip duruyor. Saklıkent'i gezdikten sonra hele şelalenin altından geçtikten sonra (kızım sesten korktuğu için biraz ağladı ama sonra kendisiyle çok gurur duydu), "İşte annem, macera bu; yemişim Umi Zumi Takımı'nı" dedim :)) Kızım da "Macera yaşadım" diye sevindi durdu. Bence insan kendi sınırlarını zorlamadan kendine ve dünyaya güven duyamıyor. Bu tip etkinliler çocuklardaki dünyaya, ailesine ve kendine güven duygusunu besliyor. 1 saatlik bir "macera" sonucunda bile çıplak gözle görülebilir bir etki bence bu :)

Giysiler Bavula Nasıl Yerleştirilir?

$
0
0


Sık seyahat ederim ve her seferinde bavulumun içine en fazla sayıda giysiyi, en az kırışacak şekilde yerleştirmeye çalışırım :) 

Bunun için herkesin bildiği gibi tüm kıyafetlerimi tek tek kıvararak, rulo yapmak suretiyle bavuluma yerleştirirdim ama bir gün youtube'da dolaşırken farklı bir bavul hazırlama yöntemi gördüm ve en son yolculuğumuzda bu yöntemi denedim. Kesinlikle çok başarılı...

Yukarıdaki bavulda bir haftalık Moskova seyahati için hazıladığım kıyafetlerin tuttuğu alan görülüyor. Ağustos ayında Moskova'da hava 22 derece ve yağmurlu görünüyordu. Bu nedenle hem kısa kollu, hem uzun kollu giyecekler, hem kısa hem de uzun pantolonlar ile yazlık hırka ve yağmurluk da aldım yanıma. Tüm bu saydığım giysiler, yukarıdaki giysi topunu oluşturdu. Giysilerin içinde durduğu bavulun boyutu ise kabin boyu, yani bu bavulu istesem yanımda kabine alabilirdim.

İşte giysi topum yandan bu şekilde görünüyordu.

Kızımın giysilerini de aynı şekilde paketledim. İkimizin giysileri tek bir kabin boy bagaja sığdı. Ayrıca 24 saati bu şekilde geçiren giysilerimizde tek bir kırışık bile yoktu. İşte bunlar da kızımın giysi topunun resimleri:


Üstten görünüş

Yandan görünüş

Dönerken, giysilerimiz nasıl olsa kirli, uğraşmaya değmez diye düşünerek eski yöntemle hazırladığım bavul ağzına kadar tıka basa doldu, zor kapandı. Oysa en baştaki resimde de görüldüğü gibi bu şekilde toplayınca bavulda bir hayli yer artmıştı:


Giysileri bu şekilde katlamanın tek dezavantajı: Giysi topunun arasından herhangi bir giysiyi alabilmeniz imkansız. Bunun için tüm topu bozmanız gerekiyor. Ama bizim gibi evden çıkıp doğrudan otele gidecekseniz ve benim gibi yanınızda sürekli yedek kıyafet bulundurma alışkanlığınız varsa, bu şekilde giysi katlayarak bavul yapma yöntemini denemenizi tavsiye ederim:

 


Güncelleme: Yazımdan sonra bu yöntemini uygulayan bir annenin kullanmama izin verdiği bavul resmini de ekliyorum, kendisine tekrar teşekkür ederek:

Bavulun içinde 1 yaşındaki bebeğinin 15, eşinin ve kendisinin ise 5'er takım kıyafeti varmış. Ve ayrıca etrafta da ıvır zıvır için yer kalmış.

"Valize nasıl sığacağız derken şimdi boş yer bile kaldı." dedi kendisi :)

Çocuk, Otel Odasında Yalnız Bırakılabilir Mi?

$
0
0

Yukarıdaki resimde ana ekranını gördüğünüz program ile ben bebeğimi pek çok kez uyurken bırakıp çıktım ve hiçbir sorun yaşamadım. Kendi tecrübeme dayanarak tavsiye ederim.

Tatil köylerine gittiğimizde yabancı anneleri görür, özenirdim. Sabahları yanlarında çocukları ile gördüğüm kadınlar, akşamları süslenmiş püslenmiş ellerinde bir bebek telsizi ile tatil köyünde dolaşıyor olurlardı. O kadar uzun mesafe çeken bebek telsizi var mı gerçekten bilmiyorum. Ama eşim ayfon (I-phone) aldıktan ve bu programı keşfettikten sonra, ben de onlar gibi bebeğimi odada bırakıp otelin diskosunda dans edip, eşimle baş başa yemek yiyip, kumsalda yıldızları seyretmenin keyfine varmıştım.

Programın adı: Baby Monitor & Alarm 2.0

İlk önce evde denedik, işe yaradığına kanaat getirince de kızım 21 aylıkken gittiğimiz tatilimizde kullandık: http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2011/06/yuruyebilen-bebekle-yaz-tatili-rahat.html

O yazımdan sonra Meraklı Cüce'nin Annesi de bu programı kullandı, memnun kaldı ve tatil dönüşü, programın nasıl kullanılacağına dair ayrıntılı bir yazı yazdı: http://www.teknolojikanne.com/cebinizdeki-bebek-bakicisi/

Biz aslında hala kullanıyoruz. Mesela arkadaşımızın dubleks evinin üst katında kızım öğlen uykusu uyurken, biz de bahçede mangal yapıyorken, telefonu kızın başına koymak en rahatlatıcı yöntem oluyor. Önceleri yanımda bebek telsizi taşımak ve priz bulmak zorunda kalırdım.Bebeğinizi uzun süre yalnız bırakmak istemiyorsanız bile bu programı normal bebek telsizi gibi de kullanabilirsiniz. Mesela bebeğiniz evde uyurken ekmek almaya veya üst komşuya gidebilirsiniz. Kısacası, ayfonun bu programı ile hareket alanı kazanmış oluyorsunuz.

Özetle, bu programı pek çok defa kullandım ve hiçbir sorun yaşamadım. Programın sorunsuz çalıştığına kefilim :)

Programın çalışma prensibini kısaca açıklamak gerekirse:

Önce bebeğinizi uyutuyorsunuz. Sonra ayfonunuzu sessiz moduna getirip, bu programı etkinleştiriyor ve size sunduğu süre içerisinde odadan ayrılıyorsunuz. Bebek uyandığında, ya hareket ederek ya da konuşarak ses çıkaracaktır. Program sesi algıladığı anda hafızasına kaydetmiş olduğunuz diğer bir telefonu arıyor (bu telefon, herhangi bir telefon olabilir). Siz hem bebeğinizin ne yaptığını duyabiliyorsunuz, hem de gerekirse bebeğinizle konuşarak sakinleştirebiliyorsunuz. Hatta eğer aradığı telefon da bir ayfon ise görüntülü iletişim de kurulabiliyormuş. Onu denemedim, nasıl çalıştığını bilemiyorum. Ama sonuç olarak normal bebek telsizinin sınırının dışında, gönlünüzün istediği kadar uzağa gidebilirsiniz. Telefonunuz çektiği sürece bebeğinize ulaşabileceksiniz demektir.



Ayrıca ayfon size bebeğin kaç dakika sessiz uyuduğunu, kaç saniye ses çıkardığını da kaydediyor:




Biz kullanmadık ama küçük bebekler için anne kendi sesini de kaydedebiliyor. Kendi sesi ile ninni ya da masal kaydedebiliyor ve kendisi yanına gitmeden bebeğe bu ninniyi dinletebiliyor:


Kısaca şu özellikleri kullanabiliyorsunuz:


Verimli Bir Ömrün Sırrı Nedir? Çocuklarıma Öğütler-I

$
0
0


Bu hayatta öğrendiğim bir şey varsa o da eşini ve işini seven kişinin verimli bir ömür sürebileceğidir. Huzurun ve mutluluğun sırrı bence burada:

Aşık olarak evlen ve aşık olduğun işi yap.

Eş Seçerken Neye Dikkat Edilmeli? Çocuklarıma Öğütler-II

$
0
0
Bu blog, benden kızıma bir hatıra olarak kalacaksa, yolun yarısına gelmek üzere olduğum şu yaşımda, bir iki tavsiye verebilirim diye düşündüm.

Kızıma ilk tavsiyem eşini ve işini deli gibi sevmesidir.

İş seçmek kolay ama eş nasıl seçilir?

Yukarıdaki cümlenin çevirisini şöyle yapmaya çalışayım: 

Öyle biri ile evlen ki tıpatıp ona benzeyen bir çocuğun olduğunda gurur duyabilesin.

Çocuktan Sonra Annenin Günlük Düzeni Nasıl Olmalı?

$
0
0



Kızım doğmadan önce çok basit bir hayatım vardı oysa kızım doğduktan sonra bir anda tüm sorumluluklarım birbirine girmeye başladı. Anladım ki ciddi bir günlük düzen oturtmam gerekiyor. Epey zorlandım ama sonuçta şöyle bir düzen oturttum:


Sabahları:
  • Üstümü başımı giyiniyorum: Babaannemden kalma alışkanlık, asla pijamalarımla dolaşamam.
  • Banyoya gidiyorum: Yüzümü yıkıyorum, saçlarımı tarıyorum ve topluyorum (açık saçla duramam, annemin hediyesi), gül suyumu ve karbonatımı sürüyorum.
  • Çamaşır makinesini çalıştırıyorum: Akşamdan çalıştırmışsam, boşaltıyorum.
  • Bir süre kızımla oynuyorum: Sabah kalkar kalkmaz oynamazsak asabiyet yaratıyor :)
  • Yatakları topluyorum.
  •  Mutfağa gidiyorum: Bulaşık makinesini boşaltıyorum (kesin akşamdan çalıştırmışımdır) ve kahvaltıyı hazırlıyorum.
  • Kahvaltı ediyoruz, bulaşık makinesini yerleştiriyorum.
  • Tekrar banyoya gidiyorum: Dişlerimi fırçalayıp gerekiyorsa lavaboyu ve aynayı temizliyorum.
  • Hızlıca etrafı toparlıyorum: En fazla yarım saat.
  • Evdeysem öğlen yemeğini hazırlıyorum: Eğer evde olmayacaksam yemeği Sinbo'ya atıyor, yemeği pişirmeyi de ona bırakıyorum. O olmasa, bu kadar rahat gezemezdim sanırım.

Günün bundan sonrası bana ait, ya kızımla oyun oynuyoruz ya da dışarı çıkıyoruz.


Akşamları:
  • Kızım yattıktan sonra salonu toparlıyorum.
  • Mutfağı toparlayıp, mutfak tezgahını siliyorum.
  • Ertesi günü organize ediyorum: İşe gideceksem iş kıyafetlerimi ve çantamı hazırlıyorum. Evdeysem dışarı çıkarken yanıma alacağım çantayı (genellikle kızımın eşyaları oluyor içinde, ayrıca küçük bir cüzdan ve telefon) ve kızımla sabah uyandıktan hemen sonra oynayacağımız oyunu hazırlıyorum.
  • Ertesi gün yapmam gerekenleri planlıyorum: İşim varsa, işimle ilgili plan yapıyorum. İşim yoksa ertesi günün yemeğini ve aktivitesini planlıyorum.
  • Banyoya gidiyorum: Dişlerimi fırçalıyorum, saçlarımı tarıyorum, gül suyumu sürüyorum.
  • Uykum varsa erkenden uyuyorum. Uykum yoksa sabah ezanına kadar kendime zaman ayırıyorum: Çalışıyorum, blog yazıyorum, internette sörf yapıyorum ya da kitap okuyorum.

Uyku:  

Uyku düzeni konusunda insanlar ikiye ayrılırmış. Sabah erken uyanmayı sevenler (tarla kuşları) ve tüm enerjisi öğleden sonra yükselmeye başlayıp, geceleri yaşamayı sevenler (baykuşlar). Gerçi bir tarla kuşu olan eşim bana inanmıyor ama gerçekten doğru bunlar: 
http://en.wikipedia.org/wiki/Night_owl_%28person%29
Avrupa'da mesai saatlerinin kendilerine göre ayarlanmasını talep eden baykuşlar bile var :) Ben şanslıyım ki işim okumak ve yazmak üzerine olduğundan, gece çalışabiliyorum. O saatlerde etraf sessizken okuyup yazmanın keyfi başka oluyor ve sabahları 1 sayfa yazdığım zaman diliminde geceleri 2-3 katını yapabiliyorum.

Eğer ertesi gün, gündüz yapmam gereken bir işim yoksa ve gündüz vakti beynimi zorlayacağım bir iş yapmayacaksam, 3-4 saatlik uyku bana yetiyor. Fiziki yorgunluk uyku süremi uzatmıyor.

2-3 gün arka arkaya 4 saat uyku ile yetinebiliyorum. Ama sonra ya öğlen ya da akşam kızımla beraber yatıyorum ve böylece 11-12 saat uyuyabiliyorum. 

Sabahları 8- 9'dan önce uyanınca biraz zorlanıyorum. Neyse ki kızım bana ayak uydurdu da gündüz uykumu alabiliyorum, beraber 8.30'a kadar uyuyoruz. Eşim de kahvaltı etmek için beni uyandırmaz, sessiz sessiz hazırlanıp çıkar evden sabah işe giderken. Ona da anlayışı için teşekkürlerimi iletiyorum :)

    Eylül'ün 3. Haftası Pazarda Neler Var? Sütlaç Tarifi

    $
    0
    0

    Sebze ve meyve alışverişimi yıllardır pazardan yapardım. Artık Akdeniz'e taşındım, manavdan da alışveriş yapsam fark etmiyor, orada da pazardaki ürünü bulabiliyorum :) Ama hala pazara gidiyorum, çünkü hem pazarın havası başka, hem orada peynirli-tereyağlı bazlamamı yiyebiliyorum, hem de köylülerin kapı önlerinden topladıkları ve normalde manavlarda satılmayan meyve ve otları bulabiliyorum.



    Bakalım bu hafta evimizde neler var:
    1. Kırmızı kapya biber
    2. Pırasa
    3. Taze barbunya
    4. Yufka
    5. Tarla Domatesi-Salatalık
    6. Erik-Üzüm-Elma-Armut-Kavun-Karpuz-İncir
    7. Maydanoz 
    8. Çiğ süt

    Demek ki evimizde bu hafta ne pişecekmiş?! :)
    1. Etli dolma: Kızım artık dolmanın biberini de keyifli yiyor ama yazın dolmaları kırmızı biberden yapmayı tercih ediyorum. Kırmızı biberin tatlımsı bir tadı var, ailecek dolmaya yakıştırıyoruz.
    2. Pırasa kavurma: Zor günlerin kurtarıcısı. Denizden eve gelip de acilen yemek yapmam gereken zamanlarda hemen pırasa kavurması yapıyorum. Yanında yoğurtla bir öğün oluyor.
    3. Pırasalı börek: Pazardan taze yufka alınca, pırasalı börek yapmadan olmaz.
    4. Barbunya pilaki: Zeytinyağlı barbunyaya bayılırım. Taze barbunya sanırım bitmek üzere. Bir kilo kadar ayıklayıp buzluğa atacağım.
    5. Tarla domatesi: Bizim pazarda hâlâ var. Bir miktar domates konservesi yaptım. Bu hafta da menemenlik konserve yapmak niyetindeyim.
    6. İncir: Bizim burada incirin bin bir çeşidi var. Köylülerin topladıkları iri bilye boyutlarındakileri çerez gibi yemeye bayılıyorum. Siyah incir ise bal gibi. Frenk incirini bilir misiniz? Ben buraya gelince öğrendim. Kaktüsün meyvesi aslında, ama incir deniyormuş. Bu yaz başlıca tatlımız incir, bal gibiler yahu!
    7. Elma: Bütün yaz yememiştik. Artık yavaş yavaş yemeye başladık.
    8. Armutlu kek: Ne kadar lezzetli oluyormuş meğerse? Geçen hafta yumuşayan armutları değerlendirmek için yaptım, bayıldım. Bu hafta yine armut aldım, umarım yumuşamaya vakti kalır :)
    9. Çoban salata: Yeşillik almıyorum artık pek. Çünkü salata olarak kuru soğan, domates, salatalık, biraz maydanoz üzerine nar ekşisi ve zeytinyağı koyup yiyoruz. Zaten kızım bazen salatayla öğün yapıyor :)
    10. Sütlaç: Artık çiğ süt alıyorum. Köylü bir amca sokağımın başına getiriyor haftada iki gün. Üzerinde iki parmak yağı oluyor. Kaymağını kahvaltıda balla yiyoruz (üstünüze afiyet). Sütüyle de sütlaç yapacağım bu hafta. Kızım tadına bayılıyor. Kısa bir sütlaç yapımı önerisi de vereyim:
    • Sütlü tatlı yaparken olabildiğince nişasta kullanmayın, acı bir tat veriyor. Pirinç unu da kullanabilirsiniz ama en iyisi buğday unudur.
    • Nişasta kullanmamak için nişastası bol bir pirinç tercih edin. Osmancık pirincinin nişastası boldur mesela.
    • Mümkünse çiğ süt, mümkün değilse tam yağlı süt kullanın. Süt ne kadar kaymaklıysa (yağlı yani) sütlaç o kadar lezzetli olur.
    • Sütlaç uzun sürede pişmeli ki böylece sütün suyu buharlaşsın ve süt katılaşsın; ayrıca süt, un ve pirinç iyice özdeşleşsin. Bu nedenle ben pirinci önceden haşlamam, çiğden koyarım, pirinçler sütün içinde pişerler.
    • Sütlaç pişirirken mümkün mertebe ocağın başından ayrılmadan sürekli karıştırmak gereklidir. 
    • Kaselere boşaltırken tencerenin altı kapatılmamalı ki pirinçler dibe çökmesin, kaselere eşit oranda dağılsın.

    Gelelim sütlaç (sütlü aş) tarifine (hepsi göz kararı, damak tadı)
    - Süt
    - Pirinç
    - Toz şeker
    - Un

    • Tencereye, soğuk sütü koyun.
    • Üstüne pirinci YIKAMADAN koyun. Pirincin miktarı damak tadına göre değişir. Kimi az pirinçli sever, kimi çok. Ben 1 litre süte 1 küçük çay bardağı kadar pirinç koyuyorum.
    • Sürekli karıştırarak kaynatın. 20 dakika kadar kaynasın ki pirinçler yumuşasın.
    • Unu ekleyin. Unun miktarını da göz kararı ayarlıyorum. Önce biraz ekleyip bekliyorum, yeterli bulmazsam biraz daha ekliyorum. Ama aşağı yukarı 1 litre süte 1 yemek kaşığı un iyi geliyor.
    • Çırpıcı ile çırparak karıştırırsanız topaklanmaz. Topaklanmadan ekleyemiyorsanız biraz soğuk sütün içinde unu ezip, yavaş yavaş dökün tencereye. Bir 20 dakika daha kaynatın, karıştırmayı unutmayın.
    • Pirinçler iyice yumuşayınca, en son aşamada şekeri ekleyin. Şekeri ekledikçe sütün tadına bakın, damak tadına göre değişir şeker miktarı ama ben 1 litre süte 1 çay bardağı kadar şeker koyuyorum. Şeker içine girdiği yemeği biraz sulandırır, kıvamını kontrol edin. 
    • Kıvam kontrolü için bir çay kaşığı sütlacı alıp, cam bir çay tabağına dökün. Bir iki dakika sonra tabağı eğin, eğer soğumuş sütlaç akmadan duruyorsa bu iş bitmiş demektir.
    • Tencerenin altını KAPATMADAN, kepçeyle kaselere aktarın.  
    • Kaseler soğuyana kadar tezgahta beklesin, sonra buzdolabına geçirin. Buzdolabında üstü açık bekletirseniz, süt dolaptaki bütün kokuları emer. Bu nedenle mümkün mertebe ağzı kapalı kaseler kullanın.
    • Yerken kan şekerinizin aniden yükselmesini istemiyorsanız (hem pirinç, hem de şeker çifte tehlike; her ikisinin de glisemik indeksi çok yüksek), yerken üzerine bol bol tarçın serpin.
    Afiyet şeker olsun :)

    Evde Ekmek En Kolay Nasıl Yapılır?

    $
    0
    0


    Hem her türlü gıdayı evde yapmak, hem de fazla uğraşmamak isteyen kötü bir yapım var :) Evde ekmek yapmanın en kolay yöntemini rahmetli Arman Kırım'ın bir yazısından öğrenmiştim. 2006 yılında Hürriyet Gazetesi'nde çıkan yazının sayfası hala durur. Yazıyı olduğu gibi ekliyorum bloga, ekmek tarifi de yazının en sonunda. Şimdiden afiyet olsun:

    Not: Ben fotoğraf ekleyemedim ama bu yöntemi deneyip de yaptığı ekmeği paylaşan bir blogcu annenin sayfasındaki resimleri görmenizi tavsiye ederim  :)

    http://minikasya.blogspot.com/2012/10/evde-kolay-ekmek-yapm.html

     
    Ekmek yapmak çocuk oyuncağı

    Aslında tam olarak öyle değil. Tersine, iyi ekmek yapmak oldukça ustalık isteyen bir şey.

    O yüzden de evde amatörlerin yaptığı ekmeklerle profesyonel fırınlarda işin erbabının yaptıkları birbirlerine hiç benzemez. Ama bugün size anlatacağım bu çok yeni ve devrimci ekmek yapma tekniğini uygulayarak, iyi ustaların yaptığına yakın kalitede ekmeği evde pişirmeniz mümkün olacak. Üstelik herhangi bir hamur yoğurma işiyle de uğraşmayacaksınız. Hatta bu öyle bir teknik ki, sekiz yaşındaki çocuğunuz dahi kendi başına çok mükemmel lezzette ekmekler yapabilecek. Merak ediyor musunuz? O zaman buyurun 'yoğrulmadan' yapılan ev ekmeğine.

    Bu gerçekten çok yenilikçi ekmek yapma tekniğiyle ilgili haberi iki hafta önce New York Times gazetesinde okudum. Gazete, 6 bin yıldan bu yana ekmek yapma tekniğindeki en önemli gelişme diye anlatıyordu bu yeni yöntemi. Gerçekten de, Mısırlıların icat ettiği 'mayalı' ekmek yapma tekniği tarih boyunca bir tek önemli ilerleme kaydetti. O da Pasteur'ün 1859'da ekmek mayasını standart olarak ticari şekilde üretme yöntemini geliştirmesiydi. Bunun haricinde ekmekle ilgili en önemli icat, Anglosakson dünyasında bir şaka kabul edilen dilimli tost ekmeğiydi! Ama New York'taki Sullivan Street Bakery isimli fırının sahibi Jim Lahey'in geliştirdiği ekmek yapma tekniği, ekmek konusundaki en önemli icatlardan birine dönüşmeye kesin aday.

    Bu tekniğin en önemli özelliği, hamuru yoğurmadan ekmek yapmanıza olanak vermesi. Hatta belki de özellikle bu sebepten dolayı ekmek muhteşem oluyor. Yapılan şey inanılmaz basit. Hatta o kadar basit ki, bu tekniğin mucidi bu ekmeği dört yaşındaki çocukların bile yapabileceğini iddia ediyor. Ama kendi uygulamamdan çıkardığım sonuca göre dört yaş bu iş için biraz küçük: Bu ekmeği yapacak çocuğun en az 8-9 yaşında olması gerekir. İnanması zor ama gerçekten çocuk oyuncağı.

    KURU MAYAYLA UZUN SÜRE MAYALA

    Bu en son ve en yenilikçi ekmek pişirme işleminin en temel dayanak noktası, çok az miktarda 'instant' kuru maya kullanarak ekmeği çok uzun sürede mayalamak. Zaten bu normalden çok uzun süre mayalamaya bırakmak sayesindedir ki, ekmeği yoğurma ihtiyacı ortadan kalkıyor. Tekniğin ikinci ve çok önemli bir özelliği daha var ki, o da ekmek hamurunun çok sulu, yani oldukça 'cıvık' olarak hazırlanması. Eğer amatör olarak ekmek yapmış biriyseniz bilirsiniz, hamurun kulak memesinden biraz daha cıvık olması gerektiği yıllardır söylenegelmiştir. İşin aslında bu söylenti belli bir mantığa dayanır. Zira eğer hamur kulak memesine yakın bir kıvamda değilse, yani çok cıvıksa, elinize yapışacağı için bu hamuru yoğurmak pek mümkün olamaz.

    Öte yandan hamurun yoğrulması, unun içinde bulunan 'glüten' isimli proteinlerin birbirlerine geçmesini sağlaması açısından çok önemlidir. Zira ekmeğin kabarmasının bir sebebi içindeki maya ise, ikinci ve çok önemli sebebi de hamurun içinde oluşan glüten örgüleridir. Bu protein örgüleri mayadan çıkan gaz kabarcıklarının sızmasını önleyip conta görevi gördüklerinden, ekmeğin kabarmasını sağlar. Aynı sebeple de ekmeğe o bildiğiniz elastik dokuyu verirler. Ama bu yeni tekniğimizde hamur hiç yoğrulmuyor. O zaman aklınıza şu sorular gelebilir: "Peki glüten oluşumu bu durumda nasıl gerçekleşecek, ekmeğimiz nasıl kabaracak ve elastikiyet sağlanacak?"

    Gazete, meraklı olmayanlar için tırı vırı ama meraklısı için çok önemli bu soruları ünlü mutfak bilimci Harold McGee'ye soruyor ve şu yanıtı alıyor: "Su oranının yüksek olması ve aynı şekilde mayalanma süresinin uzun tutulması, glüten moleküllerini kendiliğinden bir araya getirip elastik bir örgü oluşturabilir." Kendisi de amatör bir ekmek yapımcısı olan McGee, uzun zamandır artık daha az yoğurma yaptığını, bunun yerine mayalanma süresini çok daha uzun tuttuğunu ve çok daha iyi sonuçlar aldığını da ekliyor. Zaten eski Mısırlılar da ekmeklerini 'çapa' ile karıştırıp hiç yoğurmazlarmış!

    Bu mükemmel ekmek yapma tekniğinin bir üçüncü özelliği daha var ki, o da fırında kapağı kapalı bir kap içinde pişiriyor olmanız. Eğer siz de benim gibi evde ekmek pişirmeyi seven biriyseniz bilirsiniz: Evde yapılan ekmeklerin dış kabukları kalın ve sert olur. Bunu önlemek için profesyonel fırınlar buhar püskürtme cihazları kullanır. Ben de, örneğin bu amaçla fırına káse içinde bir tas su koymaktan tutun da, ekmek hamurunun üzerine bir bardak su boca ederek pişirmeye kadar pek çok nemlendirme yöntemini denedim. Ama hiçbir zaman profesyonel fırınların elde ettiği ince ve çıtır bir kabuk elde edemedim.

    ALIN SİZE EVDE ÇITIR KABUK

    Bu devrimci ekmek yapma tekniği bu sorunu da çözüyor. Bir kez hamurunuzun içinde zaten bol su var. İkincisi, bu sulu hamuru ilk yarım saat kapağı kapalı bir fırın kabı içinde pişirdiğiniz için, ekmeğin asıl pişme süresi oldukça buharlı bir ortamda geçiyor. Bu da zaten ekmeğin dış kabuğunu inceltmeyi sağlıyor. Daha sonra kapaksız pişirmeye devam ettiğiniz için de kabuk ince bir tabaka şeklinde çıtır çıtır kızarıyor. Sonuçta, tipik ev ekmeklerinin dokusunun tersine inanılmaz hafif, çok ince ama çıtır kabuklu, gayet elastik ve son derece lezzetli çok güzel bir ekmek elde ediyorsunuz.

    İlk denememi bu hafta içinde özel karışım beyaz Sökeun'la yaptım. Dökme demir tencerede pişirdiğim ekmek gerçekten baştan çıkarıcı oldu. Kendime şekil vermeye çalıştığım şu günler için belki pek doğru bir iş değildi, ama bu kadar güzel bir ekmek deneyi için rejim kesinlikle biraz bekleyebilirmiş. İlk mayalanma için hamuru 12 saat beklettim. Ondan sonra iki saat daha mayalandırıp ekmeğimi pişirdim. Yalnız ilk mayalanma süresini 18 saat hatta 24 saat olarak tutarsanız, çok daha güzel sonuçlar alırsınız.

    Şimdi bazılarınız diyebilir ki "Abicim, ekmek pişirmek için kim 18 saat bekler ki?" Hemen yanıtlayayım: Ben ve benim gibi yemek konusuna meraklı, yemek yemeyi tıkınmanın ötesinde bir zevk olarak gören ve üretme-yaratma fiillerinden tatmin alan araştırmacı ve deneyci ruhlu herkes. Zaten ayrıca burada yaptığınız da ne ki? Unu, suyu, mayayı ve tuzu kaşıkla iki dakika karıştırıp hızlı bir hamur elde etmek, sonra bu hamuru 18 saat bir kenara koyup unutmak. Bu da zor geliyorsa, dediğim gibi, bırakın bu işi sekiz yaşındaki çocuğunuz zevk alarak yapsın.

    Haftaya kadar güzellikle kalın, hep yenilikçi, hep yaratıcı olun.

    Yoğrulmayan ev ekmeği

    Malzemeler
    : 3 bardak beyaz un, biraz da üzerine serpmek için; 1/4 tatlı kaşığı 'instant' kuru maya; 1.5 tatlı kaşığı tuz; 1 bardak+1 bardağın 2/3'ü su; kepek veya mısır unu.

    Yapılışı: (1) Büyük bir kásede 3 bardak unu, 'instant' kuru mayayı ve tuzu karıştırın. İçine 1 bardak+1 bardağın 2/3'ü suyu ilave edip kaşıkla biraz karıştırarak yapışkan bir hamur elde edin. Káseyi streç filmle kaplayıp, ılık bir odada 18 saat mayalanmaya bırakın.

    (2) Hamur, üzeri nokta nokta kabarcıklı hale gelince hazır demektir. Mutfak tezgahınızın üzerini iyice unlayın. Hamuru kaşıkla sıyırarak unlu yüzeye aktarın. Hamurun üst kısmına da biraz un serpip 3-4 defa alt-üst edin. Streç filmi gevşek olarak üzerine örtün ve 15 dakika dinlenmeye bırakın.

    (3) Hamurun tezgaha veya elinize yapışmasını önleyecek kadar ellerinizi unlayıp bu hamuru nazikçe hızla bir top şekline getirin. Şimdi bir bez peçetenin her tarafını bolca unlayıp hamurun katlı kısmını peçetenin üzerine gelecek şekilde hamuru peçeteye koyun. Üzerine bol un veya kepek ya da mısır unu serpin ve bir başka bez peçeteyi hamurun üzerine örtün. Yaklaşık 2 saat böylece bekletin. Bu süre sonunda hamur hacminin iki misli kabarmış olacaktır.

    (4) Hamur hazır olmadan yarım saat önce fırınınızı 210 derece ısıya ayarlayıp çalıştırın ve fırının içine kapaklı boş bir tencere koyun. Bu tencere dökme demir, Pyrex, Borcam, emaye veya güveç olabilir. Hamur hazır olduğunda fırında iyice ısınmış olan kabı dikkatle dışarı alın. Elinizi bez peçetenin altına sokup hamuru kaldırın ve hamuru doğrudan sıcak tencerenin içine aktarın. Ortalık biraz batabilir, ama aldırmayın; sonuç çok güzel olacak. Tencereyi bezle iki yanından tutarak biraz sallayıp hamurun yerleşmesini sağlayın.

    (5) Kapağını kapayıp fırında 30 dakika pişirin. Sonra, kapağı çıkarıp 15 ila 30 dakika daha, ekmek güzelce kızarana dek pişirin. Soğutma rafı üzerine aktarın. Sıcakken çıtır çıtır afiyetle yerken beni anın.

    Not: Kepekli unla yapacaksanız, önce beyaz unla deneyip ustalık kazanmalısınız.

    Dalyan Gezisi 3 Yaşında Çocuk İçin Uygun Mudur?

    $
    0
    0

    Kesinlikle uygundur, hatta mükemmeldir :) Dalyan'a kızım da ben de bayıldık. Son derece keyifli bir hafta sonu geçirdik. En uygun zamanda tekrar gidip, gezemediğimiz yerleri de gezmeye niyetliyiz.


    Nerede kaldık, ne yedik ne içtik, nereleri gördük kısaca ama bol resimli anlatayım:

    Bir günümüzü İztuzu Plajı'nda geçirdik.  İztuzu Plajı'nda koruma bölgesi olması nedeniyle otel, motel, pansiyon gibi konaklama tesisleri yok; en yakın konaklama tesisleri 12 km uzaklıktaki Dalyan bölgesinde bulunuyor. İztuzu Kumsalı, Karetta Karetta kaplumbağalarının yumurtlama alanı. Bu nedenle kuma güneş şemsiyesi saplamak ve geceleri bu kumsalı kullanmak yasak. İztuzu Plajı yaklaşık 5 kilometre uzunluğunda ve iki ayrı ucunda, iki ayrı plaj var. Yukarıdaki haritada "Public Boat Station" yazan bölüme kanallardan geçen teknelerle gidiliyor ve burası Dalyanağazı Plajı olarak adlandırılıyor. Tekne turu ile o plaja giderken kaplumbağaları görmek ve hatta onlarla yüzmek de mümkün. Ama biz karayolu ile Sulungur Gölü etrafında dolaşarak, diğer uçtaki ikinci plaja yani İztuzu Plajı'na gittik. Her iki plajı da Dalyan belediyesi işletiyor ama Dalyanağazı Plajı'na gün boyunca kaplumbağa severler akın ettiğinden bazen orası E-5 kara yolu gibi kalabalık olabiliyormuş :) Bizim tercih ettiğimiz plaj ise sadece denize girmek isteyenlere hitap ediyordu. Okulların açılmış olduğu Eylül ayının şu son günlerinde son derece sessiz, sakin ve bakımlıydı. Otoparkı ücretli ama şezlong ve şemsiyeler ücretsiz; tuvaletleri temiz, duştan akan suyu sıcak. Kumsal zaten harika... Kumlar sanki ayağınızın altında halı varmış hissi veriyor. Şezlongları filan bırakıp doğrudan kumların üzerine yattık biz de diğer pek çok kişi gibi. Deniz sığ, epey bir mesafe 1 metreyi geçmiyor. En çok da kızım bayıldı elbette bu işe :) Manzara ise muhteşem...


    Dalyanağazı resmin sol üstünde, yayın yukarı ucunda. İztuzu ise resmin altında, sağ tarafında da Sulungur Gölü var. Bu gölde de yüzülebiliyormuş.

    Biz İztuzu Plajı'ndaydık...
    O kuma dokunmadan, verdiği hissi anlatmak mümkün değil. Deniz de havuz gibi dalgasız ve sığ olduğundan, çocuklar için birebir.

    Kumsalı akşam kaplumbağalar kullandığından kumsala akşam 18.00'dan sonra giriş yasak. Ayrıca Deniz Kaplumbağaları Araştırma, Kurtarma ve Rehabilitasyon Merkezi de kumsalın bu tarafında, İztuzu Plajı'nın hemen arka tarafında.



    Buradaki levhalardan öğrendiğim birkaç ilginç bilgiyi de paylaşayım:
    Türkiye sahillerinde 2 tür deniz kaplumbağası varmış: Caretta Caretta (iribaş deniz kaplumbağası) ve Chelonia mydas (yeşil deniz kaplumbağası). Deniz kaplumbağaları, doğdukları kumsallara yuva yapmak için gelirlermiş. Caretta Caretta etçil, Chelonia mydas ise otçuldur. Bu nedenle Caretta caretta 200 metre derinlerde et ararken, otçul olan Chelonia mydas 20-50 metre derinliklerde ot aramaktaymış. Bu türler deniz altında ortalama olarak 15-25 dakika nefessiz durabilmekteymiş. Balık ağlarına, özellikle trollere takılarak ölen kaplumbağa sayısı son yıllarda artış göstermiş. Ama boğulan kaplumbağalar yakalandıktan sonra ters çevrilip, baş kısımları alçakta kalacak şekilde ıslak ortamda bekletilirlerse büyük çoğunluğu ayılmaktalarmış. En ilginci ise cinsiyetlerinin sıcaklığa göre değişiyor olması: Yüksek sıcaklıkta (32 derece) dişi, düşük sıcaklıkta (26 derece) erkek oluyorlarmış. Nisan ayında çiftleşiyor, 15 gün sonra yumurtlamaya başlıyor, 45-65 gün sonra da yumurtalardan yavrular çıkıyormuş. Her bir yumurta çukuruna 50-150 arası yumurta bırakıyorlarmış. Ancak her 100 yavrunun ancak 3-5 tanesi erginliğe ulaşabilmekteymiş. Cinsel erginliğe ise 25-30 yıl sonra ulaşabiliyorlarmış. Evimde beslediğim su kaplumbağamdan da biliyorum ki, kaplumbağaların dişleri yok ama testere gibi keskin ve çok güçlü bir çeneleri var. Yakaladıkları yengeç, balık gibi canlıların ağızlarından dışarıda kalan parçaları da diğer etobur canlılara besin oluyormuş. Deniz analarının de en büyük yiyicileri deniz kaplumbağalarıymış. Bu nedenle bazen denizdeki poşetleri de yedikleri için boğularak ölebilmekteymişler.



    Denizden çıkar çıkmaz geldiğimiz yolu takip ederek Dalyan'a geri döndük. Şehir merkezine girmeden 2 km kadar önce, yol üstünde yan yana iki tane otel vardı. İçlerinden biri için tripadvisor'da 32 kişi olumlu oy kullanmıştı. Sadece 1 tane olumsuz oy vardı, o da "Burunları çok havada. Yandaki otelde ise çok konuksever insanlar var" diye yazmıştı. Tek bir olumsuz oyu önemsemedik, gitmeden telefon açtık. Oda-kahvaltı 100 TL dediler. Otele vardığımızda ise odanın fiyatı 140 TL'ye çıktı. 40 TL sorun değil ama yapılan harekete sinirlendik. Bir kere saat olmuş akşamın altısı, bu saatten sonra o oda boş kalacak belli ki. Boş bırakırım, yine de bu paraya vermem tavrı hoş değil. Ayrıca diyelim ki 140 TL yerine 100 TL alırsan gerçekten de zarar edeceksin. Bir kere hata yapmışsın, müşteriyi ayağına kadar getirtmişsin. Özür dilerim, hata olmuş, zarar da etsem bu fiyata veriyorum odayı desen artı puan kazanırsın. Neyse efendim, bu tavır hoşumuza gitmedi biz de olumsuz oy kullanan yorumcu gibi yan otele geçtik; sonra da kendilerine hayır dua ettik. Çünkü bu otele bayıldık. Bir dahaki gidişimizde yine orada kalırız herhalde. Burada da oda-kahvaltı 100 TL. Diğer otelden farklı olarak hamamı, spası filan yok. Buna karşılık manzarası, havuzu muhteşem. Çalışanları çok kibar, çok içten, çok misafirperver. Odalarını ve mimarisini çok beğendim. Kahvaltıda ev yapımı reçel bile vardı, daha ne olsun :) Kaldığımız otelin ismi: Bahaus


    Kartpostal filan değil, ben cep telefonumla çektim :)



    Bina ahşap ve odaları tertemizdi. Yalnız odada sabun vs yoktu. Neyse ki hazırlıklı dolaşırım. Çantamda bebe şampuanımız vardı da elimizi yıkarken bile onu kullandık :) Bir de ben otel odalarındaki resimleri çok önemserim. Bu odadaki resimlere de ayrıca bayıldım:





    Otelin spor alanı, organik bahçesi, içinde kurbağaları olan, üstünde yusufçukların uçuştuğu minik bir göleti ve hemen göletin yanında da mangal hanesi ile kamp ateşi yakma yeri vardı:





    İki küçük çocuk havuzu ve bir de büyük havuzu pırıl pırıldı. Bahçede ise ağaç gölgelerine asılmış (bu nokta benim için çok önemli bir ayrıntı) hamaklar vardı:



    Akşam yemeğini otelde yemedik. Gerçi yorumlar otelin yemeklerinin de iyi olduğunu söylüyordu, ama biz Dalyan merkezi görmek istedik. Yemek yemek için ev yemekleri yapan bir restoranı tercih ettik: Hanımeli Ev Yemekleri. Dalyan merkezdeki sahil yolunun en başında, yani yüzünüzü kanallara döndüğünüzde sağ tarafta kalıyor. Domatesli şehriye çorbası, mantı, pilav köfte yedik. Pancar turşusu ile biber közleme ise ikram olarak geldi. Yemeklerin hepsi ev yapımıydı. İçtiğimiz ayran bile kutu ayran değildi. En önem verdiğim hususlardan biri: Mutfak, açık mutfaktı. Yemekleri yapan hanımefendi, biz oradayken turşu yapıyordu. Özellikle dikkat ettim, hazır turşu karışımlarından kullanmadı, kendisi tuzunu sirkesini kattı. Toplamda 30 TL hesap ödedik. Daha sonra sahilde yürüyüş yaparken diğer restoranların menülerine baktım da bir porsiyon şişe 30-40 milyon yazmışlardı. Üstelik lezzetli olmayacağına da adım kadar eminim. Oysa Hanımeli'nde yediğimiz yemeklerin hepsi, en kolay dediğimiz ama lezzetini tutturması zor olan şehriye çorbası bile çok lezzetliydi. Çıkarken teşekkür etmiştim ama olur da okursa tekrar ellerine sağlık demek isterim:


    Akşam biraz sahilde turlayıp, ışıklandırılmış kral mezarlarını seyrediyoruz:


    Ertesi sabah otelin havuzunda yüzdükten sonra otelden çıktık ve öğlen yemeğini şehir merkezinden daha da uzakta, otelden 1-2 kilometre ileride olan NarDanesi'nde yemeye karar verdik. Onu da bir önceki gün plaja giderken görüp beğenmiştik. Bizi yanıltmadı: Nar Danesi

    İlk olarak bu levha sizi çekiyor zaten! :)




    Doğal ürün satış rafı ve ilginç tavukları :)

    Seyir terasının duvarlarındaki taşların arasından buz gibi sular akıyor. İzah etmesi zor, görmelisiniz :)

    Hepsini sildik süpürdük, üstünüze afiyet; çok çok lezzetliydiler.

    Bulgur köftesi

    Güveçte ev yapımı yoğurt

    Lorlu erişte

    Ev yapımı sıcak ekmek, mmmhhhh...

    Kızıma özel bir tabak hazırladım...

    Öyle hızlı yedi ki...

    Üzerine de nar suyu içti.

    Açık mutfağın hastasıyım.

    İçeride kimse yokken çektim ama orada, gözünüzün önünde hazırlıyorlar yemeği.


    Narlı, portakallı ve inek-keçi sütü karışımı sade dondurma (dikkatinizi çekerim, vanilyalı değil)

    Dondurmaları kendileri yapıyorlar ve anladığım kadarıyla çok da gurur duyuyorlar ki kesinlikle haklılar, çok çok çok lezzetliydi her biri ayrı ayrı....
    Sonradan araştırınca gördüm ki bu mekana tek vurulan da biz değilmişiz:

    Son olarak çamur banyosu yapmak için tekrar Dalyan merkeze gittik. Her gün saat 14.00'da Sultaniye Kaplıcaları'na tekne kalkıyor. Adam başı 25 TL ödemeniz gerekiyor. Biz 50 TL karşılığında tekne kiraladık. Zaten 2 kişiyiz, aynı fiyata geldi. Ama daha da güzel bir şey oldu: Emekli biyolog olan kaptanımız, bizim insan kalabalığından hoşlanmadığımızı anladı ve bizi Sultaniye Kaplıcaları'na gelmeden önce başka bir minik kaplıcaya götürdü. Yolda gördük ki gerçekten Sultaniye Kaplıcaları'na giden kanal da E-5 kara yoluna dönmüş, vızır vızır tekneler işliyor. Çamur banyosu yaptık, kısaca anlatayım: Kükürtlü su kaynaklarının oluşturduğu göletler var. Bu göletleri taşlarla 3 parçaya ayırmışlar. Bir parçadan çamuru alıp sıvanıyorsunuz. Sonra kurumayı bekliyorsunuz. Kuruduktan sonra orta havuza girip yıkanıyorsunuz. Son olarak kaynağın çıkış bölgesindeki havuzda keyif yapıyorsunuz. Kaynaklardan sıcak su akıyor. Üstelik kükürtlü olduklarından arada soda gibi köpürüyorlar. Tıpkı jakuzideymişsiniz gibi oluyor :) Çamurları aldığınız ilk havuzda minik minik balıklar var. Dikkat edince kaynağa yakın havuzlarda oluşmuş olan yosunları yediklerini fark ettim. Kızımla birlikte balıklara yosun atmaya başladık. Yosunları ilk ellediğimde canlı olduklarını sandım. Kıpır kıpır bir şeyler oldu. Hemen biyolog kaptanımıza sordum "Mercan gibi yarı bitki, yarı hayvan filan mı bunlar?" diye. Meğer sadece özümsedikleri kükürt yüzünden böyle soda gibi gaz salıyorlarmış. Ben de o kabarcıkları hareket zannetmişim. O yosunları koparmaya bayıldı kızım, mıncıklayıp durdu, balıklara attı, pek eğlendi :) Kızımı oradan ayırmak, suyun içinden çıkarmak çok zor oldu. Bir dahaki gidişte de yine çamur banyosu yapmak şart oldu. En son kızım burnuna kadar suyun içine gömülmüş, çıkmamak için direniyordu :)



    Normal çamur banyosuna giriş 5 TL imiş. Burası ise dağın başı, giriş de ücretsiz :)

    Çamur bayağı bildiğiniz oyun hamuru gibi...

    Buraya pek fazla gelen olmadığından, bize özel havuz gibi oldu.



    Kaptanımız 3 erkek kardeş olarak bu işi yaptıklarını, diğer erkek kardeşinin de 25 numara ile kayıtlı 25 kişilik teknesi olduğunu söyledi. "Yörükoğulları derseniz, bizi bulursunuz" dedi. Buradan ona da teşekkür etmek istiyorum. Çok dolu bir insandı, tanıştığımıza çok memnun olduk...

    Burası ile ilgili söylemek istediğim son bir söz var: Kaplıcalar inanılmaz kötü kokuyor. Bunun çamurun kokusu olduğunu düşünenler varmış. Ama aslında çamur kokmuyor, su kokuyor. Kükürt sabunu ile yüzünüzü yıkadıysanız, hangi kokudan bahsettiğimi anlarsınız. Koku pislikten değil, kükürtten kaynaklanıyor ve suyun faydalı olmasının bir nedeni de bu kükürt... Teknelerde duş almak için su bulunduruluyor. Biz duş almak istemedik. Dalyan'dan eve kadar 3 saat o suyla durduk. İnanılmaz kötü koktu arabanın içi :) Evde sıcak su ile yıkandık hatta kızı köpüklü küvete yatırdık ama koku çıkmadı :) Yani dışarıdan duyulur gibi değil ama burnumuzu derimize yaslayınca kokuyu alıyoruz. Kaç gün daha kalır bu koku bilmiyorum ama gene gidip, gene o kükürtlü sıcak suda yatacağız biz arkadaş; çok sevdik ailecek :)

    Dalyan'ın tek kötü tarafı sivrisinekler... O kadar sazlık bir alanda sivrisinek olmasa şaşardım zaten. Akşam dışarıda dolaşırken kızımın üzerine uzun kollu giydirdim, ayağına da bileklik taktım: BugsLock. Otel odamızın pencerelerinde sineklik vardı. Ama baktım geceleyin sivrisinekler sorti yapmaya başladı kulaklarımıza doğru, hemen yatağa lavanta yağı damlattım: http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2012/06/sivrisinek-nasl-kovulur-sivrisinek.html Sonuç olarak kazasız belasız tamamladık gezimizi.

    Bir dahaki gidişte Dalyan'da neler yapabiliriz bir bakalım:
    • Dalyanağazı Plajı'na gidebiliriz: Kooperatif tarafından düzenlenen tekne dolmuşlar sabah 09.30 da başlıyormuş, geri dönüş ise 13.00'dan 18.00'a kadarmış. Bu tekneler doldukça kalkıyorlarmış. Eğer Dalyan kanalı üzerindeki otellerde kalırsak, otel yönetimine istekte bulunarak bizi otele ait iskeleden almalarını isteyebiliyormuşuz. Dolmuş teknelerin biletleri gidiş dönüş olduklarından, dönüşte de göstermek için saklamamız ve kaybetmememiz gerekiyormuş. 
    • Antik Kaunos kentine gidebiliriz: Yunan-Roma tiyatrosu, Roma hamamı, kalesi, Bizans kilisesi, Athena Tapınağı vs
    • Delik Ada ve Ekincik Koyu:  Mavi Mağara'ya ve Semisce Koyu'na da uğranabilir. Şnorkel ve gözlük unutulmamalı.
    • Caretta Caretta ve Nil Kaplumbağaları izleme turlarına katılınabilir: Trionyx triunguis (Nil kaplumbağaları) dünya üzerinde sadece Dalyan, Mısır ve Güney Afrika'da yaşar.
    • Eskiköy: Kontes ata binecek yaşa geldiğinde, at binmeyi öğrenmeye gidilebilir. Ayrıca ata binmeyi bilmeyenler için de deneyimli biniciler eşliğinde düzenlenen at safariler varmış. Düşünülebilir :)
    • Leylekler izlenecek: Dalyan-Ortaca yolu üzerinde leyleklerin topluca yaşadıkları bir bölge var. Orada Leyley Lokantası'nın bahçesinde bile leylekler dolaşıyormuş. Mart-Ağustos arasında gidilirse, leylekler de ziyaret edilebilir. Dalyan'da toplam 154 kuş türü konaklamaktaymış.
    • 12 Ada Turu: Göcek'ten başlıyormuş.
    • Yuvarlakçay'da alabalık yenecek:İçilebilir bir kaynak olan bu çayın kenarında ve üstünde birçok lokanta varmış.
    • Dalaman Çayı'nda rafting yapılabilir.
    • Toparlar'daki küçük şelaleye gidilebilir.
    • Pazar'a gidilebilir: Muğla'da Perşembe, Ortaca'da Cuma, Dalyan'da Cumartesi ve Köyceğiz'de Pazartesi günleri pazar kuruluyormuş. 
    • Tekne ile balık avlamaya gidilebilir.
    Gitmeden önce, Dalyan hakkında daha ayrıntılı bilgi için şu sayfalara bakmayı da unutmayalım:
    http://www.dalyan.gen.tr/
    http://tr.wikipedia.org/wiki/Dalyan,_Ortaca
    http://dalyan.bel.tr/
    http://www.dalyaninfo.com/

    Ve dalyan hakkında harika bir makale için bkz. 
    http://hakanoge.kesfetmekicinbak.com/makaleler/00122/

    Bir Anne Cilt Bakımına Zaman Ayırabilir Mi? Doğal ve Kolay Cilt Bakımı

    $
    0
    0

    Yağlı bir cildim var. Eğer yeteri kadar özen göstermezsem aknelerin sivilceye dönüşmesi, yağ gözeneklerinin genişleyerek açılması ve cildimin berbat bir görüntüye sahip olması an meselesi oluyor. Doğumdan önce iki elim kanda da olsa her gün cilt bakımımı yapar, düzenli olarak da dışarıda cilt bakımına giderdim. Ama doğumdan sonra vaktim o kadar kıymetli oldu ki en az zamanda, en fazla verimi elde etmem gerekiyor :) Ben de yukarıdaki resimde görülen formülü buldum:
    Yüzüm için cilt temizleme bezi ve fısfıs şeklinde sıkılan yağlı tonik, ellerim ve ayaklarım için fısfıs şeklinde sıkılan doğal bir yağ ve ter kokusu için de karbonat...


    Anlatmaya  makyaj temizleme bezi ile başlayayım. Bu bez aslında makyaj temizlemek için ve çok da iyi temizliyor. Ama benim çok yağlı bir cildim olduğundan, ben cilt temizleme bezi olarak da kullanıyorum. Bu bezi doğumdan önce almıştım. Sanırım 5 senedir kullanıyorum. 3 sene garantisi vardı ama, her gün düzenli olarak kullanıyor olmama rağmen 5 senedir sapasağlam duruyor. Bir 5 sene daha idare eder sanırım.
    Bu bez suda çıkmayan makyajı bile çıkarabiliyor. Göz makyajım tam olarak çıkmazsa, göz çevremdeki deriyi fazla sağa sola çekiştirmemek için bir pamuğa azıcık doğal yağlardan döküp, göz altımdaki kalıntıları da onunla temizliyorum.Makyaj temizleme sonrasında lekeli kalan bezi de hiç bekletmeden normal sabunla yıkıyorum. Bezdeki bütün lekeler bu şekilde çıkabiliyor.

    Özellikle seyahatlerde kurtarıcı oluyor. Çantada taşıması çok kolay ve "Uçağa sıvı sokamazsınız" yasağına da takılmıyor. Bu bezlerden iki tane var bende. Eğer duş alamayacağım bir yerdeysem vücut temizliği için de kullanıyorum. Özellikle karbonatı sürmeden önce koltuk altımın tamamen temiz ve kokudan arınmış olması gerekiyor. Önce bu bezle iyice temizleyip, sonra da karbonatı sürüyorum. Yüz ve vücut terini de aynı şekilde temizlemek mümkün. Mesela yüzünüz terlediğinde kağıt mendille silmek yerine bu bezle silmeniz büyük konfor sağlıyor.
    Bezi Petra Firması'ndan, internet üzerinden almıştım. İsveç üretimi olan bez hala satışta ama sitedeki resmini kaldırmışlar niyeyse: http://www.ptr.com.tr/product/detail?id=5110
    Cilt temizleme bezi almak isterseniz o da şurada: http://www.ptr.com.tr/product/detail?id=5120

    Yalnız bir uyarıda bulunmam gerekli: Eğer vücudunun parça parça ıslanmasından hoşlanmayan biriyseniz bu bezi kullanamayabilirsiniz. Çünkü kullanmadan önce bezi iyice ıslatmanız ve yüzünüzü ıslak bezle silmeniz gerekiyor. Yüzünüzü silerken beze sudan başka herhangi bir madde (jel, krem, sabun vs) eklemenize gerek yok. Herhangi bir kimyasal olmadan cildi derinlemesine temizlemesi çok ilginç...
    Ben ilk aldığımda defalarca denedim. Yüzüm yağlı olduğundan ancak özel yapım alkollü bir tonik ile derinlemesine temizlik yapabiliyordum. İstanbul sokaklarında gezdiğim günlerde, o tonikle sildiğimde pamuk kapkara oluyordu. Bu bezle yüzümü temizledikten sonra tonik ile sildiğimde ise pamuk bembeyaz kalıyordu. Birkaç denemeden sonra elimdeki toniği bitirdim ve bir daha da yüz temizleme için başka bir ürün kullanmadım. Benim gibi bu iki üründen memnun olan başkaları da varmış:

    Bu ürünü kullanınca hem yüz temizleme malzemeleri için düzenli para harcamayı kestim hem de sürekli kullanımı mümkün olduğundan doğaya herhangi bir zararımın olmadığını bilmek de ayrıca güzel bir duygu...


    Kısa yoldan makyajımı çıkarıp yüzümü temizledikten sonra yağlı olan cildimin hem toniğe hem de kreme ihtiyacı var. Ama küçük çocuğu olan bir anne o kadar vakti nereden bulsun? Ben de küçük bir araştırma yaptım ve şu sitede bir tonik tarifine rastladım: http://guneslibirgun.wordpress.com/2012/01/03/dogal-yuz-tonigi/
    İçinde zararlı bir madde yoktu ve denemekle de bir şey kaybetmem diye düşünerek ben de evde kendime gülsuyu, maden suyu ve lavanta yağı ile bir tonik yaptım. Fısfıslı şişeye doldurdum. Ve gerçekten o kadar işe yaradı ki artık başka bir şey kullanmayı düşünmüyorum. Yukarıdaki resimde görülen şişenin yarısına gül suyu, yarısına gazı uçmuş maden suyu doldurup üzerine de 10 damla lavanta yağı ekliyorum. İyice çalkalayıp kullanıyorum. Lavanta yağının antiseptik ve antibakteriyel özelliği olduğundan, aknelere ve oluşmuş sivilcelere karşı da etkili. Ayrıca kurumuş dudaklarınıza sürerseniz göreceksiniz ki lavanta yağı çok iyi bir nemlendiricidir. Yüzüme, boynuma ve dekolteme sıkıyorum sabah akşam (ve hatta aklıma her estiğinde, her serinlemek istediğimde) ve ciddi faydasını gördüm. Yukarıda adresini verdiğim blogcuya (eğer olur da okursa) çok çok teşekkür ve hayır dua ediyorum :)

    Bu arada hatırlatmak isterim: Fayda sağlayabilmek için kullanılan malzemelerin kaliteli olması çok önemli. Gül suyu olarak marketlerde satılanlardan kullanmıyorum. Gül suyunun vatanından gelmiş olmasına önem veriyorum. Yukarıdaki resimdeki şişe Bulgaristan'ın gül üretimi ile meşhur bir bölgesinden gelmişti. Isparta'da harika gül suları var hepimizin bildiği gibi. Ama aslında evde de gül suyu yapmak çok kolay, internette tarifini veren bir çok blog var. Maden suyunun da soda değil, gerçekten minarelli su olmasına dikkat ediyorum. Lavanta yağı olarak da Melvita marka organik olanlarından kullanıyorum. 

    Son olarak: Eğer eşim gibi gül suyunun kokusunu sevmeyenlerdenseniz, bu karışımda gülsuyunun kokusunu pek de almadığınızı belirtmek isterim. Hiç gülsuyu kokusu almak istemiyorsanız, gül suyunun miktarını azaltabilirsiniz. Ya da gülsuyu yerine cilt sıkılaştırıcı işlevi görecek başka bir çiçeğin suyunu hazırlayabilirsiniz evde. Mesela papatya suyu olabilir belki?



    Doğum sonrası ter kokusunu ancak karbonat ile geçirebildiğimi daha önce yazmıştım: http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2011/11/dogumdan-sonra-ter-kokusu-nasl-onlenir.html
    Koltuk altıma da nemlendirici gül suyumu sıkıyorum, tuzluğumdan döktüğüm azıcık karbonat ile ovuyorum ve güzel kokması için de bir damla lavanta yağı sürüyorum. Parfüm kullanacaksanız ya da gömlek giyecekseniz lavanta yağını sürmeyebilirsiniz. Ama esansiyel yağlardan varsa elinizde, onlar uçucu olduğundan, gönül rahatlığıyla kullanabilirsiniz.

    Bunu keşfettiğim günden sonra asla deodorant, deo-roll-on filan kullanmadım.
    Ayrıca ayaklarıma da aynı işlemi uyguluyorum. Yalnız ayaklarıma su yerine, yağ sıkıp, sonra karbonatla ovmak daha iyi geliyor.


    Küçük bebeği olan her anne ellerindeki kuruluktan şikayetçidir, çünkü eller bütün gün yıkanır durur. Cilt kuruluğu ile nasıl mücadele ettiğimi daha önce yazmıştım: http://sormabulmadunyasi.blogspot.com/2012/07/bebek-cildindeki-kzarklk-kuruluk-egzama.html
    Ama eller için en kısa yol, öncelikle sabun cevizi sabunu kullanmak:

    Soldaki normal sabun cevizi sabunu, sağdaki ise keçi sütlü olanı. Keçi sütlü olan, renginden de belli olacağı gibi anen kaymak gibi bir yumuşaklığa sahip ve o yumuşaklığı ellerinize de geçiriyor.

    Ben bu sabunları şu siteden alıyorum: http://www.sabunagaci.com/urunlerimiz/#!prettyPhoto


    Cildin nemli olması ile yağlı olması farklı kavramlardır. Mesela yüzünüz yağlı ama yine de nemsiz olabilir. Ya da tam tersi, cildinizdeki yağı iyice temizler ama üzerine nemlendirici sürerseniz, yağsız ama nemli bir cilde sahip olabilirsiniz. Fazla yağ gözenekleri tıkayıp, sivilcelenmeye sebep olduğu için pek istenen bir durum değildir. Ama yağsız cilt de çabuk kırışır. Dengesini bulmak lazım. Ben bu dengeyi şöyle buldum:
    Cildimi sıvılarla nemlendirip,üzerine yağ sürerek, sıvıyı cilt içinde hapsetmek suretiyle nemli kalmasını sağlıyorum. Yukarıdaki gülsulu tonik de bunu yapıyor aslında. Ellerim (ve hatta hamileyken karnım) için de bu yöntemi kullanıyorum: Su ile yıkadığım cildimin üzerine yağ sürüyorum. Çoğunlukla kurulamıyorum ya da hafifçe kuruluyorum. Böylece yağ, suyu cildimin içine hapsetmiş oluyor. Cildim bu şekilde uzun süre nemli kalabiliyor.
    Her seferinde farklı bir yağ deniyorum. Bu sefer sıra susam yağında, yani bildiğiniz tahin yağı :) Tahmin edebileceğiniz gibi ağır bir kokusu var ama iyi nemlendiriyor. Kayısı yağı gibi çok güzel kokan yağlar da mevcut. Lavanta yağı da iyi bir nemlendirici, özellikle kuru ve çatlak cilde iyi geliyor. 
    Son olarak, eğer salatanızı limonlu seviyorsanız ellerinizi artan limonlarla ovabilirsiniz. 1-2 dakika yapış yapış bir his veriyor ama sonra o his de geçiyor. Hem elleri, hem de dirsekleri yumuşacık yapıyor limon kabuğu ile  ovmak.


    http://www.dermokilal.com/
    Bulgaristan'dan gelen gül kremi

    Şu anda Akdeniz'de yaşıyorum. Yazın hava çok çok sıcak oluyor. O sıcakta krem sürüldüğünde yüz derisi, kremi, terle birlikte geri atıyor. O nedenle fazla krem sürmüyorum. Kendim krem aldığımda Babor'un organik ürünlerini kullanıyorum: http://www.baborkozmetik.com/baborganic.php
    Ama geniş alanda satılmayan, butik üretimleri de çok severim. Bu ilgimi bilenler gittikleri yerlerden bana krem hediye getirirler. Yukarıdaki resimde şu anda evde olan kremlerim görülüyor.
    Göz çevresinin derisi rahatlıkla fark edilebileceği gibi çok incedir. Bu nedenle göz çevresine, yüzünüze sürdüğünüz kremlerden sürerseniz ağır gelir. Göz çevresi kremi, yüzünüze sürdüğünüz kremden farklı, su bazlı, daha hafif bir krem olmalıdır. Bu nedenle göz kremim ile yüz kremim farklıdır. Boynuma da göz kremi sürerim genellikle, çünkü oradaki deri de aynen göz çevresi gibi ince ve yağsızdır. Dekolteme ise her türlü kremi sürüyorum, önemli olan oranın nemli kalması. Banyodan çıkarken zaten yağlanıp, yağın üzerine su döküp öyle çıkarım. Bu şekilde vücudum epey süre nemli kalabiliyor.
    Göz kremleri pahalı olduğundan ve ben boynuma da kullandığımdan, yaz aylarında ise krem sürmem zaten mümkün olmadığından bazen aleo vera jeli kullanıyorum:


    Buzdolabında saklıyorum ve serin serin sürüyorum, yaz sıcağında harika oluyor. Ayrıca güneşlendikten sonra gerilen cilde de çok iyi geliyor. Kızımın eline sıcak su döküldüğünde de denemiştim, yanıklara karşı da kesinlikle etkili. Ama ilk sürüşte yapış yapış bir dokusu var. Nasıl anlatsam, hani yumurtanın kabuğunun altında ince bir zar olur. Onu da soyarsanız elinize yapışır. İşte sanki cildinize öyle bir zar yapışmış hissi oluşuyor. 1-2 dakika içinde geçiyor o his ama hoşlanmayan da olabilir. İnce bir tabaka sürmeniz gerekiyor bu nedenle. Gerçi Akdeniz bölgesi aleo vera kaynıyor. Ben aklıma estikçe 1-2 yaprak koparıp, içindeki özütü de orama burama sürüyorum :) Evde de çok kolay yetişen bir bitki aleo vera, her zaman bir saksımda bulunur. Ama kendi evimdekini koparmaya kıyamıyorum pek:


    Eğer sizin de kendinize, ailenize özel cilt bakım sırlarınız varsa, duymayı çok isterim :)

    Ekim'in 2. Haftası Pazarda Neler Var?

    $
    0
    0
    İşte bizim pazarımız...

    Sebze ve meyve alışverişimi yıllardır pazardan yapardım. Artık Akdeniz'e taşındım, manavdan da alışveriş yapsam fark etmiyor, orada da pazardaki ürünü bulabiliyorum :) Ama hala pazara gidiyorum, çünkü hem pazarın havası başka, hem orada peynirli-tereyağlı bazlamamı yiyebiliyorum, hem de köylülerin kapı önlerinden topladıkları ve normalde manavlarda satılmayan meyve ve otları bulabiliyorum.


    Bakalım bu hafta evimizde neler var:
    1. Taze fasulye
    2. Deniz börülcesi
    3. Mantı
    4. Domatesi-Salatalık-Sivri biber
    5. Köy yumurtası
    6. Bazlama
    7. Erik-Üzüm-Elma-Armut-İncir-Trabzon Hurması
    8. Maydanoz-Dereotu
    9. Ezine peyniri
    10. Süzme yoğurt
    11. Ceviz
    12. Tahin-pekmez

    Demek ki evimizde bu hafta ne pişecekmiş?! :)

    Zeytinyağlı fasulye: En sevdiğim yemeklerden biridir. Güzel yapıldı mı bir tencere yiyebilirim. Kızım da seviyor. Karadeniz'de dible denilen, fasulyeli pilavı da çok severim. Ama yapmaya üşendiğimden taze fasulye ile domatesli pilavı ayrı ayrı yapıp, sonra karıştırarak çakma dible yapıyorum. Kızım bu şekilde sulu yemeği de dökmeden saçmadan, kendi kendine yemiş oluyor. 
     

     
    Deniz börülcesi: Haşlayıp, ayıklayıp, üzerine sarımsak, zeytinyağı ve limon dökerek yiyoruz. Kızım da çok seviyor.


    Mantı: İstanbul'da mantı yemezdim. Kayseri'de yediğim mantının tadını bulamadığım için yiyesim gelmezdi. Ama burada çok lezzetli mantılar yapıyorlar. Kızım da bayılıyor. Ben de pazardan köylülerin kendi yaptıkları kurutulmuş mantılardan alıyorum. Hafta içi bir öğlen öğününden bu şekilde kurtulmuş oluyorum :)
     
     


    Haşlanmış mısır: Ara öğün olarak mısır yiyoruz. Hatta kızım bazen abartıp ana öğün bile yapıyor öğlenleri mısırla.
     
     
    Haydari: Bu benim için, diğer aile fertleri tadına bakar, bitirmesi bana kalır :) Nane, dereotu, zeytinyağı, sarımsak (belki kimyon, pul biber ve beyaz peynir) süzme yoğurda eklenir ve zaten açık olan iştah bir kat daha artar :)
     
     
     
     
    Domates-Salatalık-Sivri Biber: Buralarda hala var. Yalnız burada sivri biber kültürü pek yok. O incecik, kıl biberleri bulamıyoruz. Seneye kendim mi eksem acaba? Kızım öğün olarak salata yiyor bazı akşamlar. 
     

     
     
    Menemen: Bu senenin son menemenlerini yiyelim. (Menemenlik konserveler ile yapılan menemenlerden hoşlanmıyorum. O konserveleri ben yemeklik olarak kullanıyorum.)


    Bazlama: Burada "çörek" diyorlar ve kahvaltıda yiyorlar. Ben de cuma günleri peynirli ve sade bazlama alıyorum. Peynirli olan cuma öğlen öğünü oluyor, artanlar da hafta sonu kahvaltısına saklanıyor.
     

    Beyaz peynir-ceviz ve tahin-pekmez: Hafta sonu kahvaltılarının vazgeçilmezleridir...


    Ev yapımı keçi boynuzu pekmezi ve tahinimiz...

    Trabzon hurması: Yavaş yavaş yüzünü göstermeye başladı. Bu hafta aldım birkaç tane, bakalım kızım geçen seneki kadar keyifle yiyecek mi?

    İslamlar Köyü - Değirmen Restoran (Kaş/Kalkan)

    $
    0
    0
     

    Kaş'ın Kalkan'ın sıcağından kaçmak ve biraz serinlemek için en uygun yerlerden biri Kalkan'a sadece 7 kilometre uzaklıkta olan gerçek bir köy: İslamlar Köyü (Bodamya).

    Köyün her tarafından sular çağlıyor, havası da serin.  Eski zamanlarda köyde Rumlar ile Türkler bir arada otururlarmış. Köyün Rumca ismi Bodamya, Nehirler anlamına geliyormuş. Köyün taşından toprağından su fışkırıyor. 


    Rumlar, çağlayan sulardan su değirmenleri yaparak faydalanmışlar. 300 yıllık bu değirmenlerden 2 tanesi halen köyde muhafaza ediliyor. Bir tanesi ise işler vaziyette. Değirmeni işleten 84 yaşındaki Hamdi Sarıkaya, köyün temiz havasının insanı ne kadar dinç tuttuğunun canlı göstergesi (maşallah diyeyim):


    Eskiden köyün temel geçim kaynağı zeytincilik ve bağcılıkmış. Köyün yeni gelir kaynağı ise turizm... Köylüler çağlayan sularda alabalık çiftlikleri ve asmaların altında da restoranlar kurmuşlar. Biz tavsiye üzerine Değirmen Restoran'a gittik ve çok memnun kaldık. 

    Öncelikle restoranın kendi alabalık çiftliği var:



     Ayrıca restoranın servis alanı çok temiz, çok bakımlı ve inanılmaz güzel bir manzarası var:


    Köy serin olduğundan üzerinize örtmeniz için bu harika işlemeli pikelerden koymuşlar oturma alanlarına. Kızımla aynı pikenin altına girip bir şeyler yemeye bayılıyoruz :)

    Küçük çocuklarla gelenlere, çocuklar için yer sofrası da açıyorlar. Çocukların hep beraber o sofrada nasıl eğlendiklerini görmeniz lazım :)

    Uzakta, Kalkan ve deniz görünüyor.

    Veeee elbette beni can evimden vuran nokta: Açık mutfak. İki tane çok temiz giyimli beyefendi yemeklerimizi hazırlıyordu ama ben resmi onlar yokken çektim elbette:


    Yolda her taraf üzüm asmalarıyla doluydu. İnip bir salkım koparmaya çekindim ama çok da canım çekti. Restorana girince gördüm ki yemek yemek için oturduğumuz yerin üstü salkım salkım üzüm dolu:


    Yemeği yemeden, üzümlerimizi yedik. Bal gibiydiler :)
    Menüye bakmak isterseniz burada:





    Sipariş ettiğimiz hiçbir şeyde en ufak bir kusur bulamadım. Ki yemekler kızartmaydı ve benim yiyemediğim tek yemek kızartma türevleridir. Ama bu kadar mı hafif olur kardeşim:

    Salata yapmak zordur, kolay beğenmem ben ama bu salata harikaydı. İçinde saf zeytinyağı vardı.

    Odun ateşinde pişmiş lavaş gibisi yoktur. Mayasız ekmek, şişkinlik de yapmaz.

    Tereyağı, sarımsak ve pul biberle pişirilmiş mantar bu kadar mı lezzetli olsun yahu! Utanmadım, şamandıra attım, yani ekmeğimi bana bana yedim; kimse kusuruma bakmasın :)

    Sigara böreği yapmak da zordur. Evde de yapmam çünkü beceremem, kendi yaptığımı bile beğenmem. Ama bu börekler gerçekten nefisti. Yalnız içinde maydanoz var, sevmeyenlerin aklında bulunsun.

    Bir restoranda kapalı ayran getiriyorlarsa, benim için eksi puandır. Bu ayran ise belli ki köy yoğurdundan yapılmıştı. Üzerindeki köpüğü çekmeye çalıştım ama... (içinde buz parçacıkları da var)

    Fırında helva da zorduri pek çok yer yapar ama çoğu beceremez. Bunu ise bir çırpıda bitiriverdik. Fotoğrafını çekmeye yetişemedim, o derece... :) İçinde ceviz de vardı.

    Restoranda tek garibime giden, şişe su sunmaları oldu. Her tarafta şarıl şarıl kaynak suları akarken neden pet şişede su geldi, anlayamadım. Ama su konusunda hassas olup pet şişede kapalı su tercih eden de vardır muhakkak...

    Alabalık çok lezzetsiz bir balıktır aslında, yemeği pek tercih etmem. Ama bu balığı pişirenin elleri dert görmesin, nasıl lezzetli hale getirmiş balığı anlatamam... Üstelik böyle düşünen sadece ben de değilim, şu linkteki yazıyı olduğu gibi kopyalıyorum (yazanın da ellerine sağlık, belli ki benim gibi yemek yemeyi seven biri :)

    "Giriş olarak tereyağında kızartılmış taze keçi peyniri yiyoruz. Bir porsiyonu yerken birkaç porsiyon daha ısmarlama ihtiyacı hissettirecek kadar güzel bir peynir kızartması. Yağsız keçi peyniri çok uygun düşmüş.
    Balık olarak doğal olarak tereyağda alabalık yiyoruz. Çok başarılı kızartılmış, ahçıbaşı kızartma üzerine çok iddialı. Tandırdaki silkeleyince kemikteki tüm etlerin düşmesi misali, balığın iskeletini çıkarınca tüm kılçıklar da geliyor, bu derece yavaş ve güzel kızartılmış. Kalkan gibi deniz ürünlerinin en iyi sunulduğu bir yerleşim yerinde alabalık yemek ve önermek garip gelebilir ama öğle yemeği için iyi bir alternatif olabilir."

    Bu yazıdan sonra balığın resimlerini koyuyorum:



    Yemeği yapan usta işinde çok başarılı. O kadar kızartmayı yerken de yedikten sonra da en ufak bir ağırlık, rahatsızlık hissetmedim ki dediğim gibi evde bile kızartma yiyemeyen biriyim.

    Bu arada eklemeden geçemeyeceğim: Restoranın hemen karşısında bir kulübede kilimler satıyorlar. Almak isteyenin aklında olsun. Almak istemeyen, yine de bu güzel kulübeyi görmeden dönmesin :)

    Kilimden yapılmış, tavana asılabilen bir bebek beşiği vardı ki ba-yıl-dım.

    Şampiyon Avcı Ufuk Bey'e hürmetler...

    Değirmen Restaurant
    Telefon : +90 (0242) 838 6295
    Adres : İslamlar Köyü No: 103 Kalkan, Kaş, Antalya.

    Eğer biraz daha serine kaçmak isterseniz İslamlar Köyü’nden, Bezirgan Yaylası’na geçebilirsiniz. İslamlar'dan kuzeye doğru devam ederek, 4 km. sonra Kalkan-Elmalı yoluna çıkılır. Buradan Kalkan yönüne dönüp, 1 km. ilerledikten sonra, Toroslar’la çevrili ovanın ortasındaki Bezirgan Köyü’ne varılır.

    Kolay Domates Konservesi Nasıl Yapılır?

    $
    0
    0


    Aslında her şeyi mevsiminde yeme taraftarıyım ben. Bu nedenle yaz meyve sebzelerini konserveleyen, derin donduruculara atan biri değilim. Ama vazgeçemediğimiz tek bir sebze (aslında teknik olarak meyve) var, o da domates; çünkü yemeklerimizde salça sevmiyoruz biz. Domatesi kışın bulamayacağım için mecburen konservelemem gerekiyor.

    Hem sağlıklı beslenmek istiyorum, hem de fazla uğraşmaya gelemiyorum :) Bu nedenle kendimce en çabuk konserveleme yöntemini şöyle buldum, resimlerle anlatayım:

    Öncelikle mevsiminde kıpkırmızı domatesleri alıyorum, yıkıyorum ve keskin bir bıçakla popolarına artı biçiminde bir kesik atıyorum:



     
    Bu sırada su ısıtıcısında kaynattığım suyu tencereye döküp, kaynamakta olan suyun içine çizilmiş domatesleri atıp, diğerlerini çizmeye devam ediyorum:


    1-2 dakika kaynar suyun içinde duran domateslerin kabukları yumuşuyor. Kevgir yardımıyla sudan çıkarıyorum:


    Popolarındaki kesik uzamış ve kabukları tamamen ayrılmış oluyor. Bu şekilde saniyeler içinde soyuluyor:



    Bu sırada başka bir tencerede kavanozları kaynatıyorum ki steril olsunlar, konserveleme sırasında içlerinde bakteriler üremesin:


    Domatesleri bıçak yardımıyla küp küp doğruyorum (rondodan geçirmekle ya da kaynatmakla uğraşmıyorum). Sonra da kavanozlara doldurup, kavanozların ağızlarını sıkıca kapatıp, kavanozları düdüklü tencereye atıyorum. Kavanozların en küçüğünün yarısına kadar su doldurup (ki böylece suyun kaynaması esnasında kavanozun içine su kaçmıyor), en kısa programda 5-6 dk pişiriyorum. Bu şekilde konservelenmeme riski sıfırlanmış oluyor. Normal düdüklü tencerede de bu şekilde pişer sanırım. Ama kavanozların çatlayabileceğini düşünüyorsanız, düdük açık olarak kaynatabilirsiniz. Hatta düdüklünüz yoksa normal tencerede de kaynatsanız olur. Yeter ki kavanozların içindeki hava kavanozun kapağını içeri doğru çekerek vakumlasın. Hatta kavanozlar ve domatesler sıcakken yerleştirirseniz, kaynatmanıza bile gerek kalmadan, kapağını kapatıp kafa aşağı çevirmeniz yeterli gelebilir. Ama o şekilde fire verme ihtimali olur, bazı kavanozlar vakumlanmayıp sızdırabilir.


    En son olarak kavanozları kafa aşağı çevirip bir leğene doldurup konservelenip konservelenmediklerini test ediyorum. Eğer ağzı açık kalan olursa zaten kafa aşağı dururken akıtıyor. Şimdiye kadar hiç fire vermedim ama yine de test etmekten zarar gelmez deyip bir gece kafa aşağı bekletiyorum. Ne olur ne olmaz diye bir leğenin içine de koyuyorum ki akıtırsa etraf kirlenmesin.


    Değişik boy kavanozlar kullanıyorum. Böylece domates çorbası yapacağımda fazla domates gerekirse büyük kavanozlardan birini, az miktarda yapacağım yemekler için de küçük kavanozlardan birini kullanabiliyorum.

    Sonrasında bu konserveleri mutfak dolaplarında, yani gölge ve serin bir yerde bekletiyorum. Eylül'de yaptığım konserveler bir sonraki Haziran'a kadar bitmiş oluyor zaten ve biz de taze domateslere kavuşmuş oluyoruz :)

    Daha kolay bir yöntem bilen varsa, bana da versin sırrını...

    Başka Bir Hayat Mümkün Mü?

    $
    0
    0


    Sistemin bize dayattığı hayatı yaşamak istemiyorum. Böyle örnekleri gördükçe içim açılıyor:

    3 gün profesör 4 gün çoban

    Çoğumuz şehir yaşantısından sıkılıp doğayla iç içe bir yaşamın hayalini kurarız. Ama kimse ilk adımı atmaya cesaret edemez! 63 yaşındaki profesör karı-koca Elçin Kürşat ve Yalçın Coşkun bu hayali gerçekleştirenlerden.

    Milas’a bağlı Gürçamlar Köyü’nde keçileriyle, inekleriyle, kazlarıyla birlikte köy hayatı yaşıyorlar. Sakinlik ve mutlu yaşam ikilinin aşkına aşk katmış, birbirlerine ‘Sevgilim’ diye hitap ediyorlar. Akademik yaşantısını yıllarcaAlmanya'da sürdüren sosyoloji profesörü Elçin Kürşat köyde ve şehirde olmak üzere iki farklı hayat yaşıyor. Elçin Hanım haftanın 4 günü Gürçamlar Köyü’nde keçi, koyun otlatıp çobanlık yapıyor, organik ürün yetiştiriyor ve kumaş dokuyor. Haftanın 3 günü ise İzmir Yaşar Üniversitesi’nde davranış bilimleri dersi veriyor.

    Şehir yaşamından köy hayatına transfer olmuşsunuz. Hayvanlara, doğaya nasıl alıştınız?
    Ben böyle bir hayatın hayalini o kadar uzun zaman kurdum ki. Sadece ev küçük geldi, Almanya’dan koca bir konteynırla kitaplar geldi. Yalçın’ın da Ankara’dan eşyaları geldi. Ancak birkaç ayda yerleşebildik.
    Köy evinin genel düzenini nasıl sağladınız, hayvanları nasıl toparladınız?
    Keçilerimiz vardı ama bu kadar çok değildi. Şimdi 13 tane. 3’ü erkek, onları sürüye verdik dişi peşindeler.
    Gördüğüm kadarıyla sadece keçileriniz yok...
    4 inek, 2 yavrusu, bir eşekle yavrusu, 6 kazımız, epeyce tavuk, kuzularımız, bir koç, iki de koyunumuz var. Bunların yanı sıra 8 köpeğim, evde devamlı durmayanlarla birlikte 12 de kedim var.
    Bu kadar hayvanı nasıl besliyorsunuz?
    Kazandığımı hayvanlara aktarıyorum. Bu yüzden organik üretime geçtim. En büyük arzum onları satarak gelir ve giderlerin dengeye oturması.
    Organik neler yapıyorsunuz?
    Keçi tulumu, inek ve keçiden beyaz peynir var. Tereyağı, inekten mozzerella yapıyorum, soğuk sıkma ve yemeklik olarak zeytinyağı üretiyorum. Reçellerimiz, sebzelerimiz var.


    Satışlarını nasıl yapıyorsunuz?
    Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ne bağlı bir grup arkadaşım var. Doğal bilinçli beslenme diye bir platform kurdular. Onlara yolluyorum.İstanbul'da müşterilerim var. İzmir’den müşterilerim var. Organik olması için Antalya’dan sertifikalı çalışan bir çiftçiden buğday arpa getirtiyorum.
    Haftanın 3 günü İzmir Yaşar Üniversitesi’nde profesör olarak çalışıyor, haftanın 4 günü keçilere çobanlık yapıyorsunuz. Apayrı iki yaşam.
    Hayatım boyunca mütemadiyen muhit ve çevre değiştirdim. Sosyal açıdan 3 ayrı yaşam çevrem var. Kızım ve torumun Almanya’dalar. Hala Hannover Üniversitesi’nde ders veriyorum. Doktora öğrencilerim var, onların sınavlarına giriyorum, danışmanlık yapıyorum. Köyde ayrı bir sosyal hayat. Düğün, sünnet düğünü, cenaze olduğunda katılıyoruz. Bir de İzmir’de öğrencilerim, arkadaşlarım var. Davranış bilimleri dersi veriyorum. Yalnız sosyoloji değil, antropoloji, siyasi bilimler, psikoloji hepsi karışıktır.
    6 kitabınız var. Hepsi sosyoloji üzerine mi?
    Evet. Bir kısmı Osmanlı İmparatorluğu üzerine ama sosyolojik bakış açısı üzerinden. Benim incelemelerimde hem siyasi bilimler hem sosyoloji hem psikoloji bulursunuz. Göç üzerine makalelerim var.
    Kitap yazmayı bıraktınız mı?
    Yaşar Üniversitesi için bir kitap yazdım. Elektronik kitap haline getiriyoruz. ‘Davranış Bilimlerine Giriş’.Yaşar Üniversitesi temel derslerde elektronik derse geçen ilk okul. Bir de tarih boyunca insan hayvan ilişkileri üzerine kitap yazacağım.
    Hayvanlarla çiftçilik boyutunda bir ilişkiniz olmuş muydu?
    Hayır. İnek, keçi, kaz, tavuk bakmayı burada öğrendim. Keçilere çobanlık yapmaya başta yardımcım Fatma Hanım’la gidiyordum. 2-3 hafta birlikte gittik. Gözlemledim, ne yiyor, ne yemiyorlar öğrendim. Onları hangi otlara götüreceğimi biliyorum.
    Artık tek başınıza mı çıkıyorsunuz?
    Evet. Sabah 3-4 saat otlattıktan sonra su içmeye getiriyorum. Akşam üzeri 5-6 gibi tekrar çıkıyoruz. Çalıların filizlerini çok severler. Onlara yetişemediklerinde eğiyorum. Dağılmaya çalışıyorlar, topluyorum.
    Sonuçta ineğin ya da keçinin nasıl besleneceğini, ahırın nasıl temizleneceğini bilmiyordunuz...
    Mesela eşeğin tekme atabileceğini hiç bilmiyordum. Yavrusunu sevecektim. Bir tekme attı, nefesim kesildi. Eşeğe yavrusu varken yaklaşmamak gerektiğini böylece öğrendim. Bundan önceki koçumun da ayağı ipe dolandığı için kırıldı. Veteriner gelip alçıya alırken devamlı yanındaydım. Sanki o acıyı ben vermişim gibi algıladı. Gidip gelip bana tosluyordu. Beni öldürmeye niyetlenmişti. Maalesef satmak zorunda kaldım.
    Köyde bir gününüz nasıl geçiyor?
    Biz kahvaltı etmeden kedilere mama hazırlıyorum. Bir kısmı kırmızı et, bir kısmı tavuk eti yiyor. Yalçın’ın kahvaltısını hazırlarız. Tepsimizi alıp televizyon başında sabah haberlerini izleriz. Sonra keçileri otlamaya çıkarırım. Zaten geldiğimizde öğlen olur. Hemen paldır küldür öğlen yemeğine geçerim. Sonra kumaş dokurum.
    Dokumayı nasıl yapıyorsunuz?
    Yünlerin bir kısmını sıfırdan üretiyorum. Koyunları belli aralıklarla kırpıyorum, eğiriyorum, yünü boyuyorum. Organik boyaları Almanya’dan getirdim. Almanya’dan yün de getirtiyorum. Baştan kendime bir şeyler yaptım. Sonra üretici oldum ama küçük çaplı. Organik tekstil butiklerine yılda 2-3 tane satıyorum. ETSY diye enternasyonal bir online shop var, bir web sayfası açtım
    Haftanın 3 günü İzmir’e nasıl gidiyorsunuz? Zor olmuyor mu?
    E.K.: Eşim Akbük’e bırakıyor. Akbük’ten dolmuşla Söke’ye gidiyorum. İzmir otobüsüne binip Otogar’a gidip taksiyle Yaşar Üniversitesi’ne geçerim. Dönüşte yanımda 60 kiloluk kasalar olur. Kedi ve köpeklere et taşırım.
    Nerede doğup büyüdünüz?
    Adana’da şehrin tam göbeğinde. Babam psikaytr ve nörologtu. 18 yıl Adana’da kaldım. Krizli, zor bir hayat yaşayan insan galiba doğayla iç içe olma ihtiyacı hissediyor. Kardeşim de Amerika’da, 30 yıl birbirimizden haber alamadık. Birbirimizi kaybettik. Almanya’da 15 kere ev değiştirdim. O da çok sık yer değiştirmiş, adres değişikliğinde bağlar koptu. İnternet vasıtasıyla birbirimizi bulduk.
    30 yıl sonra nasıl buluştunuz?
    Meğer o nüfus müdürlüğüne gidip beni sormuş ama Alman vatandaşlığına geçerken “Ablan öldü” demişler. 30 yıl sonra telefonda sesimi duyunca çok heyecanlandı. O da sıkıntılı bir hayat yaşamış. Benim gibi orman içinde yaşıyor. Tavukları var. Beraber gidip İzlanda koyunu seçtik. O da aynı hayatı yaşıyormuş meğer.
    Ne tür krizler, sıkıntılar yaşadınız?
    Bir kere boşandım, yalnız kaldım. Neonaziler’le, ırkçılarla mücadele ettim. Mücadele edenlere saldırılar oluyor. Saldırılardan korkuyorsunuz tabii. Evinize her zaman pencereden bir molotof kokteyli atılabileceğini biliyorsunuz. Kızımı yalnız büyüttüm. Aynı zamanda hem çalıştım hem yeniden üniversiteye gidip sosyoloji okudum. Sosyoloji tahsilini Almanya’da yaptım. Kızımı çocuk yuvalarına bırakıyordum, pek çok kere taksiyle yanıma getirtmek zorunda kalıyordum.
    Köyde herkes tanıyor mu sizi?
    ‘Deli karı’ diyorlardır büyük olasılıkla. 10 köpeği başına toplamış başka kimse yok. Üniversitede çalışıp keçilere çobanlık yapan da başka kimse yok. ‘Almanyalı Elçin’ diye tanırlar

    24 saat içinde aşık oldular
    Nasıl tanıştınız?
    E.K.: Boğaziçi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler’den mezun oldum. İlk eşim sebebiyle Almaya’ya gittim. 7 sene sonra boşandık. Uzun süne Hannover’de bir üniversitede çalıştım. 1994 yazında tatil için Türkiye’ye geldik. Ege’de bir yerde tatil yapıyorduk. Halamı görmek için Ankara’ya gittim. Yalçın halamın oğlu. 24 saat içinde birbirimize aşık olduk.
    Çok heyecanlı bir 24 saat olsa gerek, nasıl geçti?
    E.K.: 10 yıl kadar Türkiye’ye gelmemiştim. Bir geldim ki arkadaşlarımla siyasi ve toplumsal fikirlerimiz uyuşmuyor. Halamın evine gidince benim gibi düşünen birini buldum. Kafaca çok uyuştuk. Bir de Yalçın çok müşfik bir insan, kahvemi yapıyor, getiriyor. Hemen aşık oldum. Y.C.: Karşılıklı tabii.
    Yalçın Bey siz Elçin Hanım’ı görünce ne hissettiniz?
    Y.C.: İnkar edemem, Elçin’in fiziki güzelliği de etkiledi beni. E.K.: Gençtik tabii. Y.C.: Hala gençsin sevgilim. Yaşam tarzı, ilişki anlayışı ve kafa yapısı olarak anlaşacağımızı hissettim. Hepsi birleşip Elçin’e gönül akıtmama neden oldu. Telefondan ziyade karşılıklı mektuplaşmaya başladık.
    Evlilik teklifini de mektupla mı yaptınız?
    E.K.: Evlilik teklifi telefonda oldu. Çünkü Almanya’ya dönmüştüm. Y.C.: Yüreğim ağzımdaydı, çok şükür kabul etti.
    Biriniz Almanya’da biriniz Ankara’da nasıl ve nerede evlendiniz?
    E.K.: İstanbul’da evlendik, sonra Yalçın Hacettepe Üniversitesi'ne döndü, ben Almanya’ya. Yaz için bir araya geldik. Y.C.: Ayda bir Elçin geliyordu. 3-4 gün görüşüyorduk. Uzunca beraberliğimiz ilk defa Gürçamlar Köyü’ne tatile geldiğimizde oldu.
    Neden tatil için Gürçamlar Köyü’nü seçtiniz?
    E.K.: Almanya’da bana Hasır Kamp diye broşür geldi, gayet hesaplıydı, manzara müthişti. O kadar beğendik ki emekliliğimizi burada geçirmek istedik.
    Gürçamlar’da balayı yapmışsınız.
    E.K.: Balayımızın olduğu yere aşık olduk. Yalnız birbirimize değil, buraya da aşık olduk. Burada Altındiş Mehmet diye bir dolmuşçu var. Köydeki tek emlakçıyı getirdi dolaştık, kendi arazisini aldık. Biz yokken evi yaptırdı. Y.C.: 1995 ağustosunda tatil için gelmiştik. 1996 ağustosta evimiz hazırdı, içine yerleştik. Bir süre yaz tatillerini böyle geçirdik. 2001’e kadar ayda bir görüştük ve yazları köye geldik.
    Zor olmuyor muydu, birbirinizi özlemiyor muydunuz?
    E.K.: Evet ama insan her şeye alışıyor. Ayda sadece 3-4 gün birlikte oluyorduk.
    Doğayla iç içe yaşamak aslında herkesin hayalidir ama kimse cesaret edemez, siz bunu nasıl başardınız?
    E.K.: Ben hayatımda değişiklik getiren adımları çok sık attım. Hayata karşı hep cesur oldum.



    Başka bir hayat mümkün. Bana dayatılanı yaşamak istemiyorum...

    Afyon'da Nerede Yemek Yenir? Aşçı Bacaksız

    $
    0
    0
     
     Arabayla çok seyahat ediyoruz ve yolumuz çoğu kez Afyon'dan geçiyor. Afyon'un girişinde karşılıklı iki tesis vardır. Biri Özdilek, diğeri ise İkbal:

    Burası İkbal tesisleri. Sol üstte de yolun karşısındaki Özdilek'in tabelası görünüyor.


    Eğer hızlıca bir şeyler yiyecekseniz ve biraz da bacaklarınızı açmak istiyorsanız İkbal çok uygun. Trafiğe kapalı bir aladan geniş bir alışveriş çarşısı var:



    İkbal, Afyon'un en eski restoranlarından biri. Şehrin merkezindeki İkbal'i çok övüyorlar. Ama burası ne kadar da olsa bir yol üstü dinlenme tesisi olduğundan yemeklerini biz çok beğenmedik. Tatlısı ve kaymağı elbette İstanbul'dakilerden kat kat daha iyi:


    Sıkça yemediği tatlıyı yiyince içi yanıp suya dadanan Kontes Hanım :) Sol tarafta ise tatlı vitrini görünüyor.

    Her gidişimizde farklı yemekler denedikten sonra en sonunda Afyon merkezdeki restoranları denemeye karar verdik ve Aşçı Bacaksız'a gittik:


    Burası 5. kuşağın işlettiği 5 masalık bir restoran ve dışarıdan görünebilen bir tabelası bile yok. Ama burayı herkes biliyor ve kime sorsanız gösteriyor :)

    Restoranda tek çeşit yemek var: Kuzu kebabı. Ben ki fazlaca et sevmeyen bir insanımdır bu kebaba bayıldım. Tencerede yavaş yavaş piştiği için yumuşacık, ağızda dağılıyor.

    Masaya ilk olarak dörde bölünmüş bir baş soğan geldi...


    Gördüğünüz gibi salata bile yok. Bir baş soğan ve pideli kebap. Islak mendiller de her masada var. Herhalde eliyle yiyenler oluyor diye tahmin ettim. Ayrıca bıçak da vermiyorlar ki zaten eti kesmeye ihtiyaç da yok, tel tel dağılıveriyor.


    Kontes, eti çok sever ve bu yumuşacık ete de bayıldı.

    Benim en hoşuma giden ise elbette açık mutfak:

    Bu masalar, sandalyeler ve aynalar 100-200 yıllıkmış, orijinalmiş. Restoranın 5. kuşak sahibi delikanlı bize tek tek anlattı mobilyaların öyküsünü. Onu dinlerken şöyle bir toparlandım olduğum yerde. Kim bilir 200 yılda neler neler görmüştür o mobilyalar...

    Genellikle delikanlılar çocuklara karşı mesafelidir. Ama buranın sahibi o kadar cana yakındı ki anlatamam. Kontes'i de yanına oturttu ve ikinci tabak etlerimizi birlikte hazırladılar. Resimde etin yağını pideye çektirirken görülüyor. Ve evet, bir tabak yetmedi, ikinciyi istedik :)

    Restoranda tek bir çeşit yemek ve tek bir çeşit tatlı var. Tatlı olarak da tahmin edilebileceği gibi Afyon'un ünlü kaymaklı ekmek kadayıfını sunuyorlar. Aşağıdaki iki resim arasındaki fark (her ne kadar resimlerim kalitesiz de olsa) görülüyor sanırım:

    İkbal'in yol üstü dinlenme tesisinde yediğimiz kaymaklı ekmek kadayıfı

    Aşçı Bacaksız'da yediğimiz ve otele gidiyor olmasak kesin bir paket de yanımıza alacak olduğumuz kaymaklı ekmek kadayıfı.

    Ben bu restoranı çok sevdim. Büyümeye çalışmamasını, tabela asmamasını, sadece 5 masası olmasını, modern mobilyaları olmamasını, tencere bitince dükkanın kapanmasını, sahibinin restoranına olan bağlılığını... Çok ama çok sevdim:

    Aşçı Bacaksız'ın duvarından...

    Eğer et sevmiyorsanız ya da farklı lezzetler arıyorsanız Mehmet Yaşin'in Afyon önerilerini şuradan okuyabilirsiniz: http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=6978043

    Orijinal kaynağından silinebilme ihtimaline karşı yazıyı olduğu gibi alıntılıyorum:


    Kaymaklı Afyonkarahisar

    Kurtuluş Savaşı’nın simge kentlerinden Afyonkarahisar, damağına düşkün olanlar için önemli bir adres.

    İkbal’in patlıcan böreği, Bacaksız Aşçı’nın kuzu kebabı, Nur Lokantası’nın kaymaklı ekmek kadayıfı, zengin Afyon mutfağının baştan çıkartıcı tatlarından birkaçı. Afyon’da lezzetli yemek çok, ama onları yiyecek yer bulmak zor.

    Aslında Tacıahmet Sokağı’nda, insanı Afyon’un geçmişine götüren bazısı ahşap, bazısı kerpiç evlerin gölgesinde otururken aklım fikrim hep yemeklerdeydi. Buranın ne kadar lezzetli bir kent olduğunu bildiğim için sabırsızlanıyordum ama, ocakların yakılmasına daha birkaç saat vardı. Onun için sabahın bu erken saatlerinde, kentin geçmişini yansıtan sokaklarda gezinip vakit öldürüyordum.

    Bir bölümü Ege’de, bir bölümü İç Anadolu’da, küçük bir bölümü de Akdeniz bölgesindeki bu kentin asıl adı Afyonkarahisar’dı. Daha doğrusu Cumhuriyet’in ilanından önce buraya Karahisar-ı Sahip, Karahisar-ı Delve, Sahibin Karahisarı ve Sarp Karaasker de deniyordu. Sonra hepsi unutuldu, uzun yıllar Afyonkarahisar dendi. Uzun uzun yazmaktan, söylemekten üşenenler Karahisar’ı da atınca ortada dımdızlak Afyon kaldı.

    Afyon adı, bildiğimiz afyon maddesinden geliyordu. Bu maddenin yapıldığı haşhaş bitkisinden kentlisi, köylüsü uzun yıllar ekmek yemişti. 1970’lerde ABD’nin baskısıyla ekim kısıtlanınca, kentin ekonomisi zora girdi. Afyon, para getiren bir ürün olmaktan çıkmıştı ama, sofraların baş köşesi hálá onundu. Özellikle hamur işlerinin vazgeçilmez katkısıydı. Haşhaşlı nokul, haşhaşlı pide, övme, bükme, ağzıaçık, katmer gibi muhteşem yemekler hep haşhaşlı hamurdan yapılıyordu.

    Karahisar adı ise kentin ortasında yükselen tepenin zirvesindeki kaleden geliyordu. 226 metre yükseklikteki bu kale, siyah volkanik kayalardan yapıldığı için mi "kara" adını almıştı acaba? Bizanslılardan kalma bu kale yıkıntısı sonradan onarılmıştı. Nefesi yetenler için bir de tırmanma yolu yapılmıştı.

    Tacıahmet Sokağı’nda, merdivenlerine oturduğum eski evin sahibi yaşlıca bir kadın, kaleye dalıp gittiğimi görünce lafa girip, "Oraya tırmanan buradan yedi yıl ayrılamaz" dedi. Sonra yanıma oturup, kalenin kitaplarda yazılmayan, tarihçilerin bilmediği çok önemli bir özelliğini anlattı: "Evlenmek isteyen kızlar, yanlarına benim gibi bir yaşlı kadın alıp cuma günleri kaleye tırmanırlar. Yola çıkmadan önce aldıkları asma kilidi tepenin eteğinde kilitlerler. Zirveye çıkınca yaşlı kadın kilidi kızın başının üstünde açar. Böylelikle kızın bahtı da açılır. Daha sonra kız kaleden aşağıya doğru, ’Bahtım bahtım/ altın tahtım/ evlenecek vaktım’ diye bağırır. Kısa bir süre sonra kıza mutlaka kısmet çıkar."

    Tacıahmet kentin en eski sokaklarından biriydi. Tarih boyu birçok gezgin bu sokakta bir aşağıya bir yukarıya gidip gelmişti. Bunlardan biri de, 1800’lü yıllarda buraya gelen Fransız bilimadamı Charles Texier’di. Belki o da benim gibi bu sokaktaki evlerden birinin merdivenlerine oturup, Afyon hakkındaki izlenimlerini not etmişti.

    KEÇE VE SİLAH

    Texier kenti şöyle anlatmıştı: "Şehir, dağın eteğinden ovaya doğru devam eder. Evleri kerpiçten yapılmış ve dışarısı balçıkla sıvanmıştır. Damlarının üstü düzdür. Her ev önündeki geniş ve açık bir verandayla bunun gerisindeki odalardan meydana gelmiştir. Bu memlekette İran taklidi keçe imal ederler. Bunda kullandıkları yün en iyi cinstendir. Bunun temizlenmiş bir okkası on guruşa satılır. Silah üretimi de bu memleketin şöhretine sebep olmuştur. Fakat şimdi bu sanat yok olmakla karşı karşıya kalmıştır. Yalnız göçebe halindeki kabilelere satılan tüfek ve tabancalar çok ucuzdur. Afyonkarahisar halkının başka işi afyon tarımıdır. Şehrin önünden itibaren bütün ova haşhaş ürünleriyle doludur..."

    Afyon aynı zamanda Kurtuluş Savaşı’nın simge kentlerinden biriydi. Mustafa Kemal Paşa komutasındaki ordu işgal kuvvetlerini bu ilin sınırları içinde yapılan savaşta mağlup etmiş, büyük zaferin kapıları burada aralanmıştı.

    ZÜMRÜT’TEN İKBAL’E

    İkbal Lokantası’na doğru giderken önce Ulu Camii’ye uğradım. Burası Afyon’daki en eski Türk anıtı idi. 1272’de Selçuklu Emiri Sahip Ata Nusreddin Hasan yaptırmıştı. Bu caminin kırk ahşap sütunu çok hoşuma gidiyordu. Her birinde ince oyma işleriyle süslenmiş başlıklar bulunuyordu. Selçuklu tarzının en güzel örneklerinden Ulu Cami her görüşümde beni heyecanlandırıyordu.

    Afyon’da lezzetli yemekler çok ama, bunları pişiren lokanta sayısı çok azdı. Kentin en önemi ve en eski lezzet duraklarından biri olan İkbal Lokantası, yıllardan beri yöre lezzetlerini pişirmekte direniyordu. Afyon’da iki İkbal Lokantası vardı. Bunlardan biri kentin girişinde, daha çok yolcuların soluklandığı, alışveriş yaptığı ve yemek yediği dinlenme tesisiydi. Diğeri ise Uzun Çarşı’da, 85 yıldan beri lezzet sunan lokantaydı.

    1922’de kurulan lokantanın ilk adı Zümrüt’tü. 1934’te burada yemek yiyen Atatürk, Zümrüt adını beğenmemişti. Salim Usta’yı yanına çağırıp şu öneride bulundu: "Usta, korkma. Böyle gidersen bahtın açık olur. Lokantanın adını da bahtı ve önü açık anlamına gelen İkbal koy..." Ve o andan itibaren lokantanın kaderi değişti.

    Duvarları Yıldız Sarayı’ndan alınan büyük aynalar ve ipek halılarla süslü İkbal’de, Afyon’un geleneksel yemeklerini bulmak mümkündü. Bunlardan en lezzetlisi de yörenin ünlü yemeği "patlıcan böreği"ydi. Bu yemeği yapmak için önce patlıcanlar soyuluyor, sıvı yağda bütün olarak kızartılıyor, soğuduktan sonra kıyma makinesinden geçirilip, püre haline getiriliyordu. Daha sonra bu pürenin içine çiğ kıyma, yumurtanın beyazı, taze kaşar peyniri, kavrulmuş soğan konup karıştırılıyor, bu karışım bir tepsiye yayılıyor, üstüne yumurta sarısı sürülüp, 180 derecedeki fırında yarım saat pişiriliyordu.

    Afyon’daki diğer bir lezzet durağı da, Yeni Saraçlar Çarşısı’ndaki "Aşçı Bacaksız"ın yeriydi. Kısa boyu nedeniyle lakabı Bacaksız olan Yağcıoğlu, ilk lokantayı 1900’lü yılların başında, Yukarı Pazar Caddesi’ndeki Meyhaneciler Sokağı’nda açtı. Şimdiki küçük dükkan ise 1938’de açıldı ve bugünlere kadar geldi. Herkes yerini bildiği için lokantaya tabela konma ihtiyacı duyulmamıştı. Zaten kime sorsanız hemen tarif ediyordu. Dükkanda beş masa vardı. Bunların ikisi yüz yıllıktı. Diğer üçü ise 1938 yılında yaptırılmıştı.

    Buranın özel yemeği ise büyük tencerenin içinde yavaş yavaş pişen kuzu kebabı idi. Kebap gerçekten de damakta lezzet fırtınası yaratıyordu. Lokantayı işleten ve kebabı pişiren Ahmet Madenci, ailenin dördüncü kuşak üyesiydi. Tenceredeki kebap bitince dükkanı kapatıyordu. Ahmet Madenci, bütün ısrarlara rağmen ikinci tencereyi ocağın üstüne koymuyor, "Allah bereket versin bu kadarı bize yetiyor" diyordu.

    AFYON’DA AKLA İLK O GELİR: KAYMAKLI EKMEK KADAYIFI

    Afyon denince akla ilk gelen lezzetlerden biri de kaymaklı ekmek kadayıfıydı. Kentte neredeyse 100 yerde bu tatlı yapılıyordu ama, sadece, birkaç yerde yapılanlar insanın damağını çatlatacak cinstendi. Bunlardan biri de Uzun Çarşı, Saraçlar Geçidi’ndeki Nur Lokantası’ydı. Mehmet-Yusuf Çınar kardeşlerin işlettiği bu lokantadaki ekmek kadayıfının lezzeti, halis manda kaymağından kaynaklanıyordu. Afyon’un kaymağının dillere destan tadının arkasında yatan sır ise afyon küspesiydi. Bununla beslenen mandanın sütü daha lezzetli oluyordu.

    Bir manda günde yaklaşık 12 kilo süt veriyor, bundan da altı porsiyon kaymak elde ediliyordu. Üretim bu kadar kısıtlı olunca, kaymağı çoğaltmak için birtakım üçkağıtlara başvuruluyordu. İşte işin püf noktası buradaydı. Gerçek manda kaymağı kullananın ekmek kadayıfı daha lezzetli oluyordu. Nur Lokantası da bunlardan biriydi.

    Mehmet Çınar, vişneli ekmek kadayıfı yapmamalarını da şöyle açıklıyordu: "O kırmızılık vişnenin gerçek rengi değil. O rengi tutturabilmek için gıda boyası kullanılıyor. Bir de vişnenin ekşi tadı, kaymağın tadını bozuyor. Onun için bu işe girmiyoruz."




    Çorum'da Nerede Yemek Yenir? Hancılar Et Lokantası

    $
    0
    0

    Çorum'da nerede yemek yenir diye araştırma yaptığımızda üç seçenek çıktı karşımıza:

    1. Çorum'un ilçelerinden biri olan İskilip'te Seyirtepe'de İskilip Dolması (torba içinde buharda pişen pilav ile servis edilen kuzu tandır): http://www.seyirtepeiskilip.com/http://www.seyirtepeiskilip.com/
    2. Katipler Konağı: 1995 yılından bu yana yöresel yemekler yapan bir lokanta. Hitit izlerini süren tur programlarının klasik uğrak yeri.
    3. Zarif Usta veya Çakır Sami: İkisi de tandır yapılan salaş lokantalar. Çakır Sami Tandır Kebap Pide Salonu: İnönü Cad. No:9 Çorum Merkez, Telefon: 0364 213 69 01
    4. Hasan Zahir Et Lokantası: Hasan Zahir, Karayolları Genel Müdürlüğü'nde çalışan, çalışkan bir yol çavuşuymuş. Yol kenarında bir kaynak bulunmuş. Karayolları buraya çeşme yapmış ve adını Hasan Zahir Çeşmesi koymuş. Çeşmenin yanında 1958 yılında Çorumlu Karslıoğlu ailesi tarafından Hasan Zahir Et Lokantası kurulmuş.  Lokantanın etleri ailenin Bandırma/Balıkesir'deki çiftliklerinde üretilen hayvanlardan elde ediliyormuş. Samsun Yolu 7. kilometrede yer alan tesisin ön tarafı otopark, arka tarafı ise ormanlıkmış. Telefon: (364) 227 34 54.
    5.  Hancılar Et Lokantası: Burası da 3 kuşaktır aynı ailenin işlettiği bir et lokantası. Samsun Yolu'nun 12. kilometresinde.
    Çorumlular bize Hasan Zahir'i önerince oraya gitmeye karar vermiştik. Ancak Hasan Zahir'in ana yoldan görünen bir tabelası yokmuş. Bu nedenle orayı kaçırdık. Ve 5 kilometre ilerideki Hancılar Et Lokantası'na girdik.

    Çok geniş bir otoparkı vardı:

    İşte bu tabela ana yoldan rahatlıkla görülüyor.

    Bahçesinin harika olduğunu söylemişlerdi ama bu kadar büyük ve gösterişli bir bahçe beklemiyordum doğrusunu söylemek gerekirse şaşırdım:



    Lokantanın içerisinde özel şadırvanı olan bir mescit bile vardı...


    Kontes yeşilliği görünce kendisinden geçti...

    Köprüye bayıldı...

    Etrafa serpiştirilmiş tarihi nesneleri inceledi...
    Vaktim olup da bunların ne olduğunu soramadım ama duvarlarda çok estetik duruyorlardı.

    Peyzaj düzenlemesi harikaydı... Eminim ilkbaharda ve yazın başka bir güzel oluyordur bu bahçe.

    Kalın plastik torbalara delikler açıp, içlerine çiçekler ekerek duvarlara asmışlar. Harika görünüyorlardı.

    Bahçenin yanı sıra çocuk parkı ve minik hayvanat bahçesi de kızımın çok ilgisini çekti:

    Yerler taşlık ve kumluk. Kızım böyle doğal parklarla daha çok ilgileniyor. Ama oyuncaklar tahta olmadığı sürece 5 dakikadan fazla oynamıyor. Bu da ilginçtir...


    Lokantada artan ekmekleri ördeklere veriyorlardı sanırım.

    Bu ilginç horozu da ilk defa burada gördüm ben.

    Ayağa kalkmış köpeğin boyu Kontes'in 2 katı kadardı sanırım :)

    Bu sincaplara çok acıdım. Dönüp duruyorlardı kafeslerinde. Oysa çevrede de ağaç kaynıyor. Bu hayvanlara o ağaçlarda üreme şansı verilse ve doğal ortamlarında lokanta misafirlerine yaklaşsalar, çok daha ilgi çekici olurlar eminim.

    Bu kuşu da ilk defa gördüm sanırım.

    Bir de bu maymuna acıdım. Tek başına, bir kafeste...

    Burası da şelaleli bahçe... Sağ taraftaki şelale mevsim itibariyle çalışmıyor, bahçedek, masalar da kaldırılmış.

    Yemek listesinde ise sadece et var, yanında salata ve yoğurt. Eti porsiyon olarak değil de kiloyla satıyorlar. Başlangıç olarak bal-kaymak, tatlı olarak da ekmek kadayıfı ve kabak tatlısı... 

    İşte masamız...
    Çabuk yiyelim diye köfte ısmarladık.
    Salata güzeldi ama zeytinyağı kullanılmamıştı.
    Yoğurt enfesti.
    Bu tür bardakta ayran sunulmasına da bayılıyorum. Ayranı soğuk tutuyor bu fincanlar.

    Kekik istediğimizde bu baharatlığı getirdiler. Nasıl ama? :)


    Binanın peyzajı kadar dekorasyonu ve mimarisi de harikaydı:

    Burası giriş kapısı...

    3 nesildir ve bir asırdır aynı ailenin işlettiği bir lokantaymış.

    Tesisin her yerinde rampalar vardı.
    Giriş kapısının önünde tekerlekli sandalyeler vardı.



    İşte benim en sevdiğim şey: AÇIK MUTFAK

    Soldaki ışıklı camekanda maket var, sağda ise büyük bir akvaryum... İçeride 4-5 adet büyük akvaryum vardı. Hepsi de çok temiz ve bakımlıydı. Kontes'in çok ilgisini çektiler.
    Tuvaletin girişi bile çok farklıydı.

    Hancılar Et Lokantası hakkındaki görüşlerim şöyle:


    Öncelikle olumlu tarafları yazayım:

    Lokantanın bahçesi, peyzajı, mimarisi, dekorasyonu tek kelimeyle bir harika. Söyleyecek en ufak bir söz yok. Ayrıca çok temiz ve bakımlı. Mutfağının açık olması da benim için artı puan. Eti de çok lezzetliydi. Ayrıca tesisin her tarafında rampalar vardı. Tekerlekli sandalye ya da puset ile tesisin her noktasına rahatlıkla gidebilirsiniz. Büyükşehirlerdeki pek çok lokantada bile bu rampalar düşünülmemiş oluyor. Bu da benim için en büyük artı puan.

    Şimdi de olumsuz taraflarını yazayım:

    Gittiğimizde Kurban Bayramı'nın arife günüydü. Bu tesis de ana yol üzerinde. Yani belli ki o gün müşterisi çok olabilir. Gelgelelim 3 adet garson, 3 adet masaya zor yetişti. Üstelik de suratları sirke satıyordu, resmen surat astılar sipariş verdikten sonra kekik ve soda istedik diye. Diğer masalardan birisi sinirlenip yemeğini yemeden kalktı zaten bu nedenle. Ayrıca etler nefisti ama bazılarının içi pişmemişti. Dikkat ederek yememe rağmen, akşam midem çok rahatsız oldu, erkenden yatıp uyumak zorunda kaldım. Üstelik o harika tuvalet de temizlenmemişti:

    İçeride sadece 3 masa olduğunu hatırlatmak istiyorum tekrardan ve bu sırada saat henüz 16.00'dı. Akşam yemeği saati bile gelmemişti yani.

    1 kilo köfte, salata ve yoğurttan oluşan yemeğimize Ekim 2012 tarihi itibariyle 60 TL ödedik. Etler çiğ kaldığı ve servis de çok kötü olduğu için verdiğimiz para da gözümüze çok fazla göründü.

    Bu kadar mükemmel, en ince ayrıntısına kadar nakış gibi işlenmiş olan Hancılar Lokantası'na sanırım bir daha et yemek için uğramam. Lokantacılık çok zahmetli bir iş, çok da nankör. Her siparişte yeni bir sınav vermek zorundalar. Her zaman harika yemek yapan bir lokanta eğer bir sefer kötü yemek yaparsa yeni müşterisini kaybeder, kıdemli müşteriyi de 2-3 sefer sonunda yitirir. Hancılar Lokantası'nın kötü günü de bize denk geldi sanırım.

    Ama belki sıcak bir günde önünden tekrar geçersem, sırf o güzel bahçenin hatrına, açık büfe kahvaltısını deneyebilirim. Methini duydum, umarım en azından kahvaltıda bizi yanıltmazlar.

    Yazımı keyifli bitirmek için, lokantadan ayrıldıktan sonra yol boyu bize eşlik eden gökkuşağı resmini ekliyorum :)

    Hancılar Et Lokantası, video çekim:

    Ordu'da Nereye Gitmeli? - Boztepe/Teleferik

    $
    0
    0

    Biletimiz :)

    Ordu'nun en güzel manzarası Boztepe'de, ama sissiz gününü yakalamak zor. Bu gidişimizde hava güzeldi, biz de bu fırsatı kaçırmadık. Arabayla çıkış olmasına rağmen biz arabamızı teleferik istasyonunun otoparkına park edip, teleferiğe bindik:




    Kuyruk bir hayli uzundu ama kabinler 8 kişilik olduğundan, hızla sıra bize geldi:



    Yavaş yavaş yükselirken 3 yaşındaki kızımın da heyecanı yavaş yavaş arttı :) Kabinlerin içinde müzik yayını vardı ve şarkı söyleye söyleye denizden 450 metre yükseğe çıktık:

    Kalkış istasyonu

    Çıkacağımız tepe

    Karadeniz Sahil Yolu






    Yukarıda manzarayı izleyerek çay içtik:


    Varış istasyonundan görüntü

    Varış istasyonu yönlendirme tabelası (Tuvaletlerin manzarası harika)

    Boztepe Tesisi




    Bu eve ailecek bayıldık. Kimin eviyse çok şıktı.

    Boztepe'de tesisin yanı sıra şık bir restoran ve bir de açık alanda kurulmuş kendin pişir kendin ye tesisi vardı:


    Kartal yuvası gibi ve manzarası gerçekten güzel...

    Açık alanda müzik yayını da vardı.

    Ekmek içi de satıyorlarmış?
     
    Aşağı indiğimizde de sahilde dolaştık. Kontes orada koşturdu, yuvarlandı biraz yeşilliklerin içinde ve geniş bir alanda akülü arabalara rastladık. Kızım ilk defa araba kullandı :)


    Ordu Merkez'de Nereyi Gezmeli? Paşaoğlu Konağı ve Etnografya Müzesi

    $
    0
    0

    Ordu çok güzel bir şehir. Hem Anadolu insanının yaşayışı, hem de Karadeniz kültürü kendisini hissettiriyor. Şehrin merkezinden birkaç fotoğraf paylaşmak isterim:







    Şehirde gezilecek tek bir müze vardı, biz de oraya gittik: Paşaoğlu Konağı ve Etnografya Müzesi

    Konak 19. yüzyılın sonlarında yapılmış.

    Konağın eski tarifli bir fotoğrafı

    İki katlı konağın ilk katı Etnografya Müzesi

    Bir konak katını müzeye dönüştürmüşler.

    Osmanlı dönemi yaşayışını ve yöresel kıyafetleri görebiliyorsunuz.

    Üst kattaki yaşam alanlarında günlük yaşamlardan kesitler gösteriliyor.

    Eskiden insanların boyu daha kısaymış sanki?

    Kalorifer peteği gözükse bile eskiden ısınma mangallarla sağlanıyormuş.

    Gezimiz sırasında bize bir müze görevlisi eşlik etti. Çok fazla gezmek isteyen olmadığından, bizim talebimiz üzerine kilitli kapıyı anahtarla açıp bizi içeri almışlardı.

    Konağın arkasında çok hoş, minik bir bahçesi var. Konağın içinde koku olmasın diye mutfak da konağın dışına ek bir bina olarak inşa edilmiş.

    Atatürk'ün 19.09.1924 tarihli ziyareti sırasında Ordu halkına yazdığı mektup...
    Güncelleme: Yazımı okuyan bir yorumcu Ordu merkezde müze olan bir Kilise olduğunu, Kilise'nin üstünde İkizevler olduğunu ve oradan da Ordu manzarasının çok güzel olduğunu söylemiş ve Ordu Tostu'nu denemem gerektiğini de eklemiş. Bir dahaki sefere kulağıma küpe olsun bu yorum :)

    Çocuklarıma Öğütler-III

    $
    0
    0

    Bütün insanları dostun bil, kardeşin bil kızım
    Sevincin ürünüdür insan, nefretin değil
    Zulmün önünde dimdik tut onurunu
    Sevginin önünde eğil kızım..

    ATAOL BEHRAMOĞLU (Kızıma Mektuplar-1980)



    Çocukla Eko-Turizm Mümkün Mü? Flora Akdeniz Bahçesi

    $
    0
    0

    Çocukla gidebileceğiniz en uygun tatil, doğanın koynunda geçirilen tatildir. Kısaca ve bol resimli anlatayım:

     

    Flora Akdeniz Bahçesi,  Antalya'nın Beycik Köyü'nde yer alan bir eko-turizm merkezi. Burası Antik Likya yolu üzerinde, Tahtalı Dağı (Antik Olympos Dağı) eteklerinde ve denizden 450 metre yükseklikte, orman içinde; Antalya merkeze 70 km., Çıralı'ya 12 km (Çıralı Plajı'na araçla 20 dakika) uzaklıkta bulunuyor.

    Misafirler, en üstteki fotoğrafta görülen sedir ağacından yapılmış kulübede konaklıyorlar. Kızım kulübenin önündeki verandada zaman geçirmeye bayıldı. Bir kez daha anladım ki ademoğlu kapalı alanda yaşamak üzere dizayn edilmemiş :) Kulübenin içinde minik bir banyo, iki adet tek kişilik yatak, bir dolap, bir tavla, 5-6 battaniye, bir soba ve aküye bağlı bir tek lamba var. Akü gün boyunca güneş enerjisi panellerine takılı kalarak şarj oluyor. Akşam da 2 saat kadar ışık veriyor. Sonrasında hala uyanık kalacak enerjiniz varsa yanınızda fener bulundurmanız gerekiyor (Ayrıca hava erken kararıyorsa, akşam yemeğinden sonra kulübeye gitmek için de fener gerekiyor). Biz Kasım ayında oradaydık. Hava gündüzleri çok sıcaktı ama akşamları sobamızı yaktık. Üzerimizde yorganlarımız ile çekirgelerin şarkıları eşliğinde uyuduk. Uyuması bazen 1 saati bulan kızım burada hem günün yorgunluğundan hem de elektrik olmaması nedeniyle hiçbir uyarıcı (ışık, TV vs) bulunmadığından iki kitap okuttuktan sonra beş dakika içinde derin uykuya dalıyordu. Gece tuvalete kaldırdığımda bile kucağımda uyumaya devam ediyordu (Not: Odaya girer girmez kontrol ettim: Çarşafın altında koruyucu alez var.). Köyde çocuk büyütmek, sanırım şehirde büyütmekten çok daha kolay:

    Kulübemizin banyosu mis gibi beyaz sabun kokuyor.



    Tek bir lamba ve sobanın ışığında yatmaya hazırlanıyoruz.

    Bizi konuk eden çift ise kendilerine ait kulübede kalıyorlar. Ancak kulübenin yatak odası haricinde her yeri açık. Pişirdikleri yemekleri hep birlikte, onların evinde, onların masasında yiyorsunuz. İstediğiniz zaman evlerinde vakit geçirebiliyorsunuz. Çocuğunuz acıktığında atıştırmalık talep edebiliyorsunuz. Ama zor tarafı da var: Bir başkasının evindesiniz. Elbette çocuklu ailelere göre düzenlenmiş bir alan değil. Gözünüz her an çocuğun üzerinde olmalı. Bir an arkamı döndüm ve benim sakin kızım ev sahibinin hasır şapkasını parmağı ile delivermişti bile. Bu nedenle ev içinde tetikte durmakta fayda var. Ev sahiplerimiz ise çok zor bir iş yapıyorlar. Düşünsenize 24 saatinizi yabancı insanlarla burun buruna geçiriyorsunuz. Gerçekten çok zor...  Ev sahibimiz Ayşe Hanım'ın yemeklerini fotoğraflamayı akıl edemedim. Ama harika yemekler pişiriyor. Kızım hepsini sildi süpürdü. Yemek malzemeleri ya Cuma günü gidilen pazardan ya da bahçeden geliyor. Köyden gelen hediyeler de cabası... Sırf yemek yemek, kahvaltı etmek için bile uğranabilir mekana. Nitekim biz oradayken sadece meditasyon yapmaya ya da sadece yemek yemeye gelenler de oldu:

    İşte yemeklerimizi yiyip, sohbet ederek vakit geçirdiğimiz, ev sahiplerimizin kulübesi

    Ev sahibimizin evi. Kızım için oyuncaklar götürmüştüm, sağdaki koltukta görülüyor. Ev sahibimiz de ayrıca kitaplar verdi kızıma ki özellikle vücudun işleyişini anlatan çocuk kitabı Kontes'in çok ilgisini çekti... Ev içi oyuncakların yanı sıra akşam uyumadan önce okumak için kitap, resim yapması için Aquadoodle ve bahçede suyla toprakla oynaması için kova vs gibi oyuncaklar da götürdüm. Hepsi de çok işe yaradı, çünkü akşam elektirik olmadığından çocuğu bir şekilde oyalamak gerekiyor.

    Köyden gelen hediyeleri tırtıklayan Kontes'in minik elleri :) İğde, tarhana, salça, erik kompostosu, pekmez vs.

    Organik tarım yapıyorlar.

    Kontes günün büyük bölümünü dışarıda geçirdi. 3 köpek, 4 kedi, onlarca değişik bitki barındıran bir bahçe ve geniş bir orman arazisi vardı :)


    Evimizde de kedimiz olduğundan Kontes kedilerden çekinmiyor.
    Bu köpeği sahiplendi Kontes Hanım. Askerlik arkadaşı gibi de poz vermiş :)



    Ancak bu kadar yakalayabildim çekirgeyi. Örümcekler vs. Kontes hepsiyle dost zaten ...


    İçinde yağmur suyu biriktirilen el arabası...

    Nilüfer göleti...
     
    Kontes, kendi boyundan uzun kaktüsleri inceliyor.

    Çiçeklerin renklerinin güzelliğini yakalayamamışım. 2 metreden uzun ve mosmor, güzelliğini anlatamam...
    Ormanlık arazide geziye çıktık Kontes'le baş başa.

    Mantar avı yaptık.

    Karınca yuvaları bulduk.

    Burada ödediğiniz ücret tam pansiyon, ama dilerseniz çalışma karşılığı ücretsiz kalmak da mümkünmüş. Çocuklu aile için elbette mümkün olmaz. Ama toprakla uğraşmayı çok istiyorduk. Selahattin Bey bizi kırmadı, elimize bir çapa verip bakla ekmemize olanak sağladı. Ektiğimiz baklaları yemek de nasip olur umarım :)

    Çapayı ben yapacak değildim herhalde? :)

    Bir de altında oynadığımız gökyüzünü çektim, ama gece görünen yıldızları da çekmek isterdim:



    Eğer böyle bir tatil size uygunsa, çocukla denemenizi şiddetle tavsiye ederim.

    Şehirde olamadığı kadar özgürdü kızım...

    Viewing all 101 articles
    Browse latest View live